8 Ekim 2025 Çarşamba

Otokrasiden çıkış dersleri (v)

 

İşçi sınıfı ve Demokrasi Cephesi

Otokrasiden çıkış dersleri (v)

Mustafa Durmuş

8 Ekim 2025


Daha önceki yazılarımızda, ülkedeki gelir dağılımı eşitsizliği ve derin yoksulluk gibi ekonomik sorunların dışında, en önemli iki siyasal sorunun; bölgedeki jeopolitik gelişmelerden kaynaklı olarak ülkede her an yeniden patlayabilecek olan bir savaşın, dolayısıyla da barış masasının bir kez daha devrilme olasılığının ve aynı zamanda ülkede giderek baskısını artıran aşırı sağ bir otokrasinin altını çizmiştik.

Daha da kötüsü barış ve demokrasi konuları ülkedeki İktidar Bloku tarafından birbirine karşı kullanılıyor. Adeta “barış istiyorsanız demokratikleşmeyi unutun” deniliyor.

İktidar Blokunun tuzakları

Böylece ülkenin ana muhalefet partisi CHP kriminalize edilerek ülkenin üçüncü büyük partisi konumundaki DEM Parti ile yan yana gelmesi ve böylece geniş bir bir demokrasi cephesinin oluşması önlenmeye çalışılıyor.

İktidar Blokunun tuzaklarına düşmemek için barış ve demokrasi mücadelesinin birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğu unutulmamalı ve en geniş Demokrasi Cephesinin inşasına yönelik daha gayretli ve daha somut adımlar atılmalıdır.

Bu mücadeleyi yürütürken bir yandan barış müzakerelerini sürdürmek ve bu yönde iktidarı somut adımlar atmaya zorlamak, diğer yandan da çoğulcu-katılımcı bir demokrasiye olan ihtiyacımızı topluma anlatmak gerekiyor. Bunun için de sadece savunmacı pozisyonda değil, aynı zamanda atak yapan pozisyonda da olmalıyız.

Ayrıca otokrasi ve faşizm gibi açık diktatörlüğü geriletme mücadelesi, tıpkı dalgalı denizlerde bir gemiyi yüzdürme çabası gibi, hep tam gaz gitmek yerine sürekli su boşaltmaktan kaçınmak için, sızıntılara karşı önlem almayı da gerektiriyor.

Bu yüzden demokratik muhalefeti böldürmemek için güvensizlik oluşturabilecek söylemlerimiz, tutum ve davranışlarımız konusunda daha dikkatli olmamız ve algı yönetiminin bu denli ustaca yapıldığı bir çağda farklı biçimlerde algılanabilecek davranışlardan kaçınmamızda yarar var.

Otokrasi nasıl geriletilebilir, açık diktatörlük nasıl önlenebilir?

Otokrasiye ve açık diktatörlüklere (faşizm) karşı mücadelede işçi sınıfının önderliği esas olmalıdır ancak bu mücadele sadece işçileri ve onun sınıfsal müttefiklerini değil, tüm ezilen ve sömürülen halk kesimlerini de birleştiren bir mücadele olmalıdır. Bu kesimler, insan hakları savunucuları, entelektüeller, kadınlar, çevreciler, ezilen kimlikler, gruplar ve inançlardır.

Yani sadece işçi sınıfını değil, orta ve küçük burjuvaziyi, küçük ve yoksul köylüleri, entelektüelleri, yaşam biçimleri sorgulanan tüm kimlikleri, kısaca ekonomik ve sosyal konumları gereği tekelci kapitalizm ve siyasal İslamcı otokrasi ile çelişkilere sahip tüm sosyal katmanları örgütlemeliyiz.

İşçi sınıfı hamlamış bir atlet gibi

Bu noktada işçi sınıfının durumu elbette sorgulanmalıdır. İşçi sınıfı, muhtemelen var olduğundan bu yana tüm zamanların en kötüsünü yaşıyor. Örgütlülük düzeyi çok düşük. Büyük ölçüde aşırı sağcı partiler ve ideolojilerin etkisi altında kalmış bir sınıftan söz ediyoruz.

Diğer yandan işçi sınıfı en azından nicelik olarak varlığını koruyor, öyle ki gelişmiş ekonomilerdeki büyük çoğunluk da dahil olmak üzere dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyor (4-5 milyar civarında). Dünyadaki işçi eylemlerine bakarak sınıfın tamamıyla da sessiz kaldığı ileri sürülemez. Belki işçi sınıfını “hamlamış bir atlete” benzetmek daha doğru olacaktır.

Otokrasiye ve faşizme karşı mücadelede işçi sınıfının önderliği olmalı ve işçi sınıfı kapitalizmin sosyal krizine karşı diğer sınıf ve katmanları yanına alacak bir alternatif program hazırlamalıdır. Bu programı grevler, genel grev, iş bırakma eylemleri, sivil itaatsizlik eylemleri ve daha fazlasını içeren büyük ama şiddet içermeyen eylemlerle ve mümkün olduğunca çok sayıda insanı katarak uygulamak gerekir.

Sınıfın birliği

Bu nedenle de partili, sendikalı farklılığına bakılmaksızın tüm işçileri otokrasiye karşı örgütlemek gerekiyor. Tüm görüşlerden işçilerin bu mücadeleye katılmaları sağlanmalıdır. İşçi partileri, sendikalar ve diğer kitle örgütleri ortak savunma birlikleri örgütleyerek Demokrasi Cephesinin (ya da Birleşik Cephenin) omurgasını oluşturmalıdırlar. Ayrıca bu mücadelede uluslararası işçi sınıfı örgütlerinin desteği de mutlaka sağlanmalıdır.

Kısaca artık sınıf 1960'larda ve 1970'lerin başında olduğu gibi örgütlü olmasa da ve o zamanlar var olan şey aynı şekilde geri gelmeyecek olsa da işçi sınıfının yeniden örgütlenmesi hala hayati önem taşıyor. Bugünün işçi sınıfının ne olduğu, kapitalizmin nasıl işlediği, örgütlenmenin nasıl inşa edilebileceği konusunda sarsıcı bir tartışmaya ihtiyaç var. Eğer gidişatı tersine çevirmek istiyorsak bu tartışmayı başlatmak çok önemli.

Son olarak faşizmin, emperyalizmin kapitalist sistemin bir ürünü olduğu da unutulmamalıdır. Özellikle de günümüz yeni faşizminin neo-liberalizmle olan sıkı bağları göz ardı edilmeden otokrasi ve faşizm ile mücadele ederken, neo-liberalizmle de mücadele edilmelidir.

Faşizm örneklerinden çıkartılacak dersler

Gerek klasik faşizm (gerekse de yüzyılımıza ait yeni faşizm) örneklerinden çıkartılacak çok önemli dersler var:

Öncelikle, otokrasi ve faşizm hiçbir zaman yıkamayacağımız granit bir mermer gibi bir şey değildir, doğası gereği çatışmalıdır. Yani farklı içsel çelişkileri onun parçalanmasına, çözülmesine yardımcı olur. Bu bağlamda zayıflıklarını anlamak, ittifakları dağıtmak ve sendikaların desteğiyle siyasi gücü harekete geçirerek seçimleri kazanmak gerekir. Ayrıca otokrasiyi meşruiyetinden mahrum bırakmak ve İktidar Blokunun neden olduğu toplumsal zararı insanlara göstermek gerekiyor.

Ancak buradan, “faşizm kendiliğinden yok olana kadar kenara çekilip beklemenin ya da hiçbir şey yapmamanın en iyi yol olacağı” gibi bir sonuç çıkartılmamalıdır. Aksine bu yapılacak en kötü şeydir zira bu tür rejimler kendiliğinde yok olmazlar, ancak mücadele edilerek yok edilebilirler.

Keza otokrasinin ve faşizmin ideolojik ve politik olarak çürümesi askeri yönden de zayıflayacağı anlamına gelmez. Bu uzun zaman alan bir mücadeleyi gerektirir. Yani bu rejimler milis terörünün yanı sıra devlet terörünü ve şiddeti kullandığından buna karşı hazırlıklı olunmalıdır.

Demokrasi Cephesi

Faşizme karşı mücadelede en geniş Demokrasi Cephesi kabaca iki temel hat üzerinde yürür: Faşizmi ideolojik ve politik olarak yenmek ve faşizmi askeri olarak yenmek.

Bu bağlamda faşizm ve anti-faşizm konusunda, sadece siyasal partiler tarafından değil, işçi sendikaları tarafından da kitlelere yönelik eğitsel malzeme hazırlanmalıdır (gazete, dergi, poster, sosyal medya, dijital içerikler, görseller, kısa videolar gibi). Özellikle de giderek yoksullaşan işçilere ve işçileşen orta sınıflara yönelik olmak üzere tekelci finans kapitalizminin savunucusu olan faşizmi eğitsel malzemelerle teşhir etmek gerekir.

Bu yönde Avrupa’da bazı örgütlenmeler söz konusudur. Alman sendika hareketi Deutscher Gewerkschaftsbund (DGB) tarafından hazırlatılan 2022 tarihli bir rapor, Avrupa işçi federasyonları ve konfederasyonları tarafından aşırı sağın tehdidine ilişkin farkındalığı artırmak için yüksek düzeyde eğitim çalışmaları yürütüldüğünü ortaya koyuyor. (1)

Faşizmin sosyolojik tabanı

Faşizmin sosyal taban olarak, açların, yoksulların geçim sıkıntısı içinde yaşamlarını sürdürenlerin, hayal kırıklığı içinde olanların ve geleceği olmadığına inanan gençlerin yöneldikleri bir hareket olduğunu unutmamak gerekir. Bu kesimleri faşizmin etkisinden kurtarıp anti faşist Birleşik Cepheye (Demokrasi Cephesi) katabilmeliyiz. Bu kesimleri en azından nötr tutabilmeliyiz.

Bu kesimlere kaypaklıkları bilinen entelektüeller de dâhildir: insanların sadece karnını doyurmak yetmez, onların yaralı ruhlarına da merhem olabilmeliyiz. Çünkü böyle dönemlerde bu kesimler kaçıp bir yerlere sığınmak ihtiyacı duyarlar. Faşist harekete katılanların sadece lümpenler değil, son derece kapasiteli ve eğitimli olanlar da olduğunu bilmeliyiz.

Bu bağlamda en geniş Demokrasi Cephesi için böyle kitlelere ulaşarak en geniş geniş kitle tabanını oluşturmanın yollarını bulmalıyız: “eğer dağ Muhammed’e gelmezse, Muhammed’in ona gitmekten başka çaresi yoktur.” Eğer kitleler bizlere gelmiyorsa biz onları bulmalıyız. Onların dilinde, onların dünyaya baktıkları pencereden onlarla konuşmalıyız. Bunu yaparken de sosyalist ideallerimizden asla vaz geçmemeliyiz. Bu anlamda bugün liberal sağ partilerin ve CHP’nin kitle tabanı, en az Kürtler, kadınlar ve gençler kadar ulaşılması gereken bir tabandır.

Faşizme karşı öz savunma haktır

Faşizm ile geçen yüzyılda İtalya’daki reformistlerin yaptıkları gibi mücadele edemeyiz. Reformistler “onlar bizi rahat bıraksınlar biz de onlarla uğraşmayalım” davranışı içindeydiler. Tam tersine şiddete karşı öz savunma oluşturmak gerekiyor. Ama bu öz savunmanın başarısızlığa mahkûm olacağı kesin olan bireysel terör biçiminde olmaması gerekiyor. Bu örgütlü sınıf mücadelesinin ortaya koyacağı devrimci bir öz savunma olmalıdır. Bu faşizme karşı fiziksel mücadele yürütmek anlamına gelir.

Kısaca işçi sınıfının öz savunma güçlerini inşa etmesi giderek önem kazanıyor. Tehlikede olan işçi sınıfının güvenliği, varlığı, hakları, istihdamı, örgütlerinin geleceğidir. Bu yüzden Demokrasi Cephesinin en önemli unsuru olarak işçi sınıfının öz savunma birlikleri şimdiden oluşturulmalıdır. Diğer yandan bu güçler ancak en geniş Demokrasi Cephesi içinde olurlarsa başarıya ulaşabilirler.

Dip notlar:

(1(1)  https://mronline.org/labor-movement-in-fight-for-its-life-against-neofascist-threat (15 September 2025).

 

6 Ekim 2025 Pazartesi

Sumud Filosu

 

Haydut İsrail devletine karşı iki farklı hükümetin iki farklı cevabı

Mustafa Durmuş

6 Ekim 2025



Geçtiğimiz haftanın küresel çaptaki en önemli konusu kuşkusuz İsrail işgali nedeniyle Gazze’de açlık çeken insanlara insani yardım ulaştırabilmek amacıyla yola çıkan Sumud Filosu’na uluslararası sularda İsrail donanmasının haydutça saldırması ve aktivistleri gözaltına alarak İsrail’e kaçırmasıydı. Dünya genelinde 44 ülkenin aktivistlerinin fiilen desteklediği, onlarca gemiden oluşan bu filo İspanya’nın Barcelona kentinden yola çıkmıştı.

Dünya ayağa kalktı

Bu saldırı dünyayı ayağa kaldırdı. Dünyanın her yerinde halklar büyük protesto mitingleri düzenleyerek buna karşı çıktılar. İsrail devletinin bir “haydut devleti” olduğu dünya kamuoyunda teşhir edilerek lanetlendi. Sadece ABD, Almanya ve Japonya hükümetlerinin kınamaktan kaçındığı İsrail devletinin bu vahşeti dünyanın geri kalan kısmı tarafından sert biçimde kınandı.

İsrail’e karşı tavır alma konusunda Arap devletleri, daha önce de yaptıkları gibi büyük ölçüde sessizliklerini korudular. ABD emperyalizmine karşı bir alternatifi gibi sunulan BRICS ülkeleri (Rusya, Çin, Hindistan gibi) ise tıpkı Türkiye gibi İsrail ile olan ticaretlerini sürdürdüler.

Emperyalizme ve siyonizme karşı gerçek mücadeleyi sosyalistler verdiler

Bu durum da emperyalizme ve siyonizme karşı asıl mücadelenin dünya halkları tarafından ve sosyalist devrimciler öncülüğünde verilebileceğini bir kez daha ortaya koydu. Nitekim 1970’li ve 1980’li yıllarda başta Türkiyeli devrimciler olmak üzere, dünyanın birçok yerinden devrimciler Filistin’e gelerek İsrail’e karşı savaştılar ve bu uğurda canlarını verdiler.

Türkiye’nin tavrı

Cumhurbaşkanı Erdoğan yardım filosuna saldıran İsrail'i “vahşilikle” suçladı ve Tel Aviv'in son eylemlerine ilişkin acil bir soruşturma başlatma sözü verdi. Diğer yandan, İsrail ile ticareti kesmek de dahil olmak üzere yaptırımlar uygulayabilir durumdayken, herhangi bir somut adım atmadı. Dahası ABD dönüşü çıkardığı bir kararname ile İsrail ve ABD’nin hedefinde olan İran’a yaptırım uygulama kararı aldı.

Böylece, 1 Ekim'de bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Türkiye, İran'ın nükleer programını hedef aldı ve bu programla bağlantılı ve aralarında İran Atom Enerjisi Kurumu, Bank Sepah & Bank Sepah International, İsfahan Nükleer Yakıt Araştırma ve Üretim Merkezi, Karaj Nükleer Araştırma Merkezi, çok sayıda enerji, nakliye ve araştırma şirketinin de bulunduğu 18 İranlı kuruluş ve 20 İranlının mal varlıklarını dondurdu. (1)

Türkiye’nin bu hamlesi, İran'ın silah tedarik ağlarına yönelik yeni ABD yaptırımlarını yansıtıyor ve İran'ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerine yönelik daha geniş kapsamlı uluslararası “geri adım” baskı kampanyasının bir parçasını oluşturuyor.

Kolombiya’nın yüz akı tavrı

Buna karşılık bir başka ülke haydut İsrail Devletiyle karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiğinin somut bir örneğini verdi: Kolombiya.

İsrail'den, Washington'dan (hem Biden hem de Trump yönetimindeki), Yahudi toplumundan ve yerel ve küresel medyadan gelen yoğun baskı ve eleştirilere rağmen, Kolombiya'daki Gustavo Petro Hükümeti en başından beri İsrail'in Gazze'deki açık suçlarına karşı çıkmakla kalmadı, bu sözlerini sürekli olarak eyleme dönüştürdü ve bunu yaparken de dünyanın geri kalanının çoğunu utandırdı.

Öyle ki Petro Hükümeti Mayıs 2024'te İsrail ile resmi bağlarını kopardı. Ardından aynı yılın ağustos ayı sonunda Kolombiya kömürünün İsrail'e ihracatına ve İsrail silahlarının satın alınmasına yasak getirerek, soykırımın başlamasından bu yana İsrail'e tek taraflı yaptırım uygulayan ilk ülkelerden biri oldu. (2)

Kısaca, çoğu meslektaşının aksine Petro, güçlü sözlerini sürekli olarak anlamlı eylemlere dönüştürdü. Tel Aviv ile diplomatik ilişkilerin kesilmesi, İsrailli diplomatların sınır dışı edilmesi ve Kolombiya'nın İsrail ile serbest ticaret anlaşmasının askıya alınması bu adımlar arasında yer alıyor.

Latin Amerika'nın orta ölçekli bir ülkesi, dünyanın en tehlikeli haydut devletine karşı böylesine güçlü tek taraflı adımlar atabiliyorsa, başta Türkiye ve bölgedeki Arap devletleri olmak üzere, daha güçlü devletlerin neden aynı tepkiyi vermediklerini sorgulamak gerekiyor.

Özcesi, dışarıda farklı içeride farklı konuşan ama asla somut adımlar atmayan siyasal iktidarların Filistin meselesindeki tavırları ABD emperyalizmi ile sıkı bağları, iktidarlarını korumak istemeleri ve kendi sınıfsal çıkarlarıyla yakından ilişkilidir. Bunlar için katledilen, soykırıma uğratılan halklar iç politika malzemesi olmaktan öteye gitmez.

Dip notlar:

(1)  https://x.com/TheCradleMedia/status, (5 Ekim 2025).

(2)  https://www.nakedcapitalism.com/2025/10/colombias-gustavo-petro-government-once-again-shows-rest-of-world-how-to-respond-to-israels.


2 Ekim 2025 Perşembe

Cumhuriyet Halk Partisi

 

Cumhuriyet Halk Partisi ve Demokrasi Cephesi

Mustafa Durmuş

2 Ekim 2025


Bir tespitle başlayalım: Yargıtay’a göre, Türkiye’de kendilerine sol, sosyalist diyen siyasal partilerin tamamının üye sayısı toplamda 50 bini zor buluyor.

Dahası bu sosyalist partiler ne işçi sınıfı ne de geniş halk kitleleri içinde örgütlüler. Bunlardan bazılarının sınıf içindeki çalışmaları (takdire şayan olsa da) sonucu değiştirecek büyüklükte değil.

Bugün gündem sosyalizm değil, demokrasidir

İkinci bir tespit: Şu an verilen mücadele sosyalizm mücadelesi değil, “seçimli otokrasiden faşizm gibi bir açık diktatörlüğe dönüşmekte olan tehlikeli süreci durdurma” mücadelesidir. Trump yönetimindeki ABD emperyalizminin bu gidişatı açıktan destekliyor olması nedeniyle, acil olarak faşizmin yükselişini önlemek ve aynı zamanda kalıcı bir barışı inşa etmek için iktidarı zorlamak gerekiyor.

Kısaca anti-faşist mücadele ile sosyalizm ve devrim mücadelesini birbirine karıştırmak çok büyük bir hata. Bu hataya düşenler, kaçınılmaz olarak, ittifaklar politikasını da yanlış değerlendirirler.

Öncü?

Faşizme karşı birleşik cephenin öncüsünün sosyalist parti/hareket ve işçi sınıfının örgütleri olması elbette arzu edilir. Ancak, maalesef, sosyalistlerin bugün bunu yapabilecek yeterlilikte bir vizyonu ya da bağımsız örgütlü gücü yok.

Gerçekçi olmak gerekiyorsa; verili koşullar altında sosyalistler böyle bir cepheye öncülük etmekten ziyade, katkıda bulunabilirler. Daha ziyade uzun vadeli devrimci dönüşümlerin tohumlarını atmak ve kitlelerle buluşmak için bu kavgaya katılabilirler. Bu bağlamda Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile herhangi bir örgütsel bağı ya da gönül birliği olmayan sosyalistlerin, bir yandan sosyalistlerin birliğini oluşturma çabalarını sürdürürken, CHP’nin yürütmekte olduğu mücadeleyi desteklemesi, koşulların gerekli kıldığı bir anti-faşist görevdir.

Birçoğumuz eski alışkanlıklarla gerçek değişimin tamamen sistemin dışından, üçüncü taraf hareketlerden, taban aktivizminden veya devrimci ayaklanmalardan gelmesi gerektiğini savunabiliriz ama şu anda ülkede bunun bir gerçekliği yok. Bu çerçevede antifaşist cephenin kitle tabanını oluşturma potansiyeline sahip bulunan CHP’yi (ve DEM Parti’yi) terk etmek stratejik bir hata olur. Çünkü:

İktidarı aşırı sağa teslim edemeyiz

Bu partiler parlamentoda anti demokratik düzenlemeleri engellemeye çalıştıkları gibi yerel yönetimlerde etkili siyaset yapıyorlar, halkla buluşuyorlar. Eğer demokrasi güçleri bu partilerden ve alanlardan elini çekerse, bu faşizan güçlerin ekmeğine yağ sürmek demek olur. Aşırı sağ bu alanlardaki kontrolünü daha da pekiştirir.

Merkezi yönetim ve/veya yerel yönetimler düzeyinde kararların şekillendirilmesine katılmayı reddettiğimizde ise karar alma süreçlerini tamamen demokrasiyi yok etmek isteyen aşırı sağın tekeline bırakmış oluruz.

Yani eğer merkezi ve yerel iktidar için mücadele etmezsek demokrasi karşıtı güçler bu alanları kuşatır. Çünkü aşırı sağcı otokratlar siyasi partilerden vazgeçmezler, aksine onları ele geçirirler. Bu yüzden de demokrasi güçleri olarak bizler kaçmak yerine, oralarda kalıp mücadele etmeliyiz.

Değişim sistemin içinden gelir

CHP’nin yönetimine ve kitle tabanına hâkim olan değerler bellidir. Bu değerler, devletin kurucu partisi olarak statükoyu temsil etmesi ve Kemalizm ile olan sıkı bağları ile ilişkilidir.

Böyle bir siyasal parti otoriter bir dönüşüme uğrayabilir, hatta aşırı sağ güçler tarafından ele geçirilebilir. Ağırlıklı olarak bir sermaye partisi haline dahi gelebilir, sermaye şirketlerinin, iklim değişikliği krizinin, küreselleşmenin ulusal egemenlik konusunda neden olduğu zorlukların, derin yapay zekâ odaklı otomasyon dalgalarının etkisiyle ve bu değişikliklerin yaratması muhtemel şiddetli çatışmalar bağlamında, güçlerini pekiştirmek için aşırı sağcı otoriterliğe yönelebilir. Demokrasi yanlısı güçlerin, solcuların CHP’den vazgeçmesi ise böyle bir aşırı sağa kaymayı kolaylaştırır.

Siyasal partiler sabit ideolojik varlıklar değildir

Diğer taraftan CHP’nin 19 Mart’tan bu yana yürütmekte olduğu mücadele göz önüne alındığında, bu tür partiler rahatlıkla demokrasi cephesi içinde yer alabilirler, hatta bu mücadelenin omurgasını dahi oluşturabilirler.

Bu noktada, “CHP gibi legal siyasi partileri, yeniden şekillendirilebilen iktidar araçları olarak değil de sabit ideolojik varlıklar olarak görme hatasına düşmemek gerekiyor”. Siyasal partiler politik mücadele araçlarıdır ve içinde kimlerin örgütlendiğine göre değişebilirler. Yani bu tür siyasal partiler, biz onları zorladığımızda değişebilirler. Soru, onların “iyi” ya da “kötü” olup olmadığı değil, bizim onları kontrol için mücadele etmeye istekli olup olmadığımızdır.

Sonuç olarak

Kendi bağımsız siyasal örgütlenmesini inşa etmeden böyle partilerden bütünüyle uzaklaşmak onların günahlarından bizi arındırmaz; sadece onları siyasetin en kötü figürlerine teslim eder. Gerçekçi olalım ve “barış ve demokrasi yanlısı güçler böyle partileri terk ederse ne olur” sorusunu kendimize soralım.

CHP’nin “kurtarıcı” olmadığını ama demokrasi mücadelesinde önemli bir aktör olabileceğini unutmayalım. Demokrasi mücadelesinde onu desteklemekten vazgeçersek, iktidarı da bütünüyle bize karşı kullanacak olanlara teslim etmiş oluruz.

İlerici değişim kaçarak değil, sistemi zorlayarak gelir. CHP’nin altyapısını değerlendirerek, ancak onun kontrolü altında kalmadan bağımsız sol-sosyalist bir damar oluşturalım, sosyalistlerin birliğini sağlayalım ama en geniş demokrasi cephesinde onunla birlikte savaşmaktan da vazgeçmeyelim. Unutmayalım: “ideolojik, politik etkiyi kullanmak önemlidir, etkiyi kullanmaktan kaçınmaksa yenilgiye neden olur”.

 

 

 

 

 

1 Ekim 2025 Çarşamba

Toprağımızı vermiyoruz

 

 “Toprağımızı Vermiyoruz Mitingi” ve Demokrasi Cephesi

Mustafa Durmuş

1 Ekim 2025


Muğla'da gerçekleştirilen “Toprağımızı vermiyoruz” mitingine coşkulu, kitlesel bir katılım sağlandı. Mitinge CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Muğla Büyükşehir Belediye Başkanı, DEM Parti, TİP, EMEP, SOL Parti gibi siyasi partiler ve KESK gibi demokratik kitle örgütleri ve çevre örgütleri de destek verdiler.

Mitinge katılanlar, 7554 sayılı Torba Yasa'ya ile maden çıkartılabilmesi için binlerce zeytin ağacının kesilmesine karşı çıkarken, aslında hava, su ve toprak gibi müştereklerimize de sahip çıktıklarını ortaya koydular.

Sadece çevreci değil, aynı zamanda demokratik

Aslında eylem sadece doğaya sahip çıkmakla sınırlı değil, aynı zamanda demokrasiyi savunmakla da ilgiliydi. Çevreci bir eylem gibi görünse de bu eylem, rejimin seçimli bir otokrasiden açık bir diktatörlüğe doğru ilerlediği bir konjonktürde bunu durdurabilecek bir “demokrasi cephesinin” ya da eski jargonla “faşizme karşı birleşik cephenin” oluşturulması anlamında son derece önemli bir eylem olarak görülmelidir. Çünkü bu eylemde gençler, kadınlar, köylüler ve işçiler hep birlikte yer aldılar.

Rejimin adını doğru koymak gerekiyor!

Bugün artık Türkiye’deki rejimi “neo-liberal otoriterlik” olarak tanımlamak, özellikle de muhalefete karşı 19 Mart’tan bu yana devam eden operasyonlardan sonra, yeterli değil. Bu nedenle de rejimi “seçimli-seçimsiz otokrasi” ve/veya “yeni faşizm/geç faşizm” gibi bir açık diktatörlük olarak adlandırmak daha doğru olabilir.

Eğer karşı karşıya olduğumuz şey bir sıradan otoriterlik değil de açık bir diktatörlükse başta işçi sınıfının ekonomik-demokratik ve politik örgütleri olmak üzere, rejimle çelişkisi olan her sınıf, her kesim ve her bireyin bu olgu ile nasıl mücadele edeceği ve bunun yöntemlerinin neler olabileceği üzerinde yeniden düşünmesi ve buna göre yeni örgütlenme biçimleri arayışı içinde olması gerekiyor.

İşçi sendikalarına düşen görev

Gördüğümüz kadarıyla bu mitinge kamu emekçilerinin örgütü olan KESK dışında özel sektörde örgütlü sendikalar katılmadı. Bu nedenle, açık diktatörlüğe etkili bir şekilde karşı koyma konusunda işçi sendikalarına düşen önemli görevler olduğunu hatırlatmak gerekiyor.

İşçi sendikaları ekonomik mücadelelerindeki özerkliklerinden taviz vermeksizin, toplumun diğer kesimleriyle sürdürülebilir koalisyonlar kurarak ekonomik, ekolojik ve siyasi talepleri birbirine bağlayabilir ve böylece mücadeleye öncülük edebilir. Hayatı durduracak grevler, iş bırakmaları ve genel grev gibi eylemlerle yoksul köylülere verebilecekleri bir destek hem iktidarı hem de toprağımıza, ormanlarımıza ve su kaynaklarına saldıran yerli ve yabancı sermayeyi durdurabilir.

Toplumsal Hareket Sendikacılığı

Hatta böyle bir strateji aynı zamanda işyerindeki sorunlarla ülke genelindeki demokratik gerileme arasında yeni bir köprü kurabilir ve tıpkı Tunus veya Mısır'daki demokratikleşme mücadelelerinde görüldüğü gibi, potansiyel bir toplumsal hareket sendikacılığının da önünü açabilir.

Bu çerçevede işçi sendikalarının günlük sendikal meselelerle daha geniş sosyal ve siyasal meseleler arasında net bağlar kurması gerekiyor. Bunun gerçekleşebilmesi için, merkez sol (hatta liberal sağ partiler), sosyal demokrat ve sosyalist partiler ve hareketler, demokratik kitle örgütleri ve sivil toplum örgütleri ile olan iş birliği yenilenmeli, böyle iş birliği yoksa derhal oluşturulmalıdır.

Sonuç olarak

Kapalı ya da açık diktatörlüğün konsolidasyonunu önlemek acil bir gerekliliktir. Ekonominin farklı sektörlerindeki işçi örgütleri, toplumsal hareketlerle sıkı bir iş birliği içinde çalışarak, ihtiyacımız olan en geniş demokrasi cephesini oluşturmaya yardımcı olmalı ve aynı zamanda böyle bir cephe içinde neo-liberalizm karşıtı bir öncü oluşum yaratmalıdır.

Böyle bir oluşum, sadece müzakerelerle (yaklaşan asgari ücret müzakereleri ve bütçe süreci gibi) ilgili çalışmalarda değil, aynı zamanda kitlesel doğrudan eylemlerde ve seçim kampanyalarında da öncülük edebilir ve iletişim kuramadığımız milyonlarca insanı da kapsamasını sağlayabilir.

Özetle, geçen yüzyılda olduğu gibi faşizm ile mücadelede reformistlerin düştüğü hataya düşmemek gerekiyor. Çünkü o dönemin reformist partilerine göre, “işçi sınıfı faşizmle kavga etmek işini üstlenmemelidir zira başarısız kalır. Kenara çekilmeli ve mütevazı bir biçimde ve sessizce beklemeli, burjuva sınıf egemenliğinin kaplan ve aslanlarını provoke etmemelidir. Sabırla, demokratça yol ve reformlarla ne kazanacağını hesaplamalıdır”.

CHP’nin şu an ki görüntüsü, taktir edilecek bir tarzda, kenara çekilmek ve seyretmek biçiminde değildir. Çünkü ülke genelinde 60’a yakın kitlesel miting düzenleyerek bu kavgayı sürdürmeye çalışıyor.

Ancak bu mücadelede CHP’yi yalnız bırakmamak için başta işçi sendikaları olmak üzere tüm ekonomik- demokratik sınıf ve kitle örgütlerinin ve DEM gibi siyasal partilerin bu mücadeleye daha açık ve daha aktif olarak katılması da gerekiyor.

Çünkü bu artık herkesi ilgilendiren bir demokrasi mücadelesidir. Bu sağlandığında kötü gidişatı tersine çevirmek mümkün olabileceği gibi sadece demokratikleşme değil de kalıcı bir barış da sağlanabilecektir.