“Barış” ve “demokrasi”: ekonomik ve sosyal
kalkınmanın alt yapısı
Mustafa Durmuş
12 Kasım 2025
Türkiye ekonomisinin birçok yapısal problemi var.
Bunların başında onlarca yıldır ekonominin yılda ortalama %4-5 büyümesine
rağmen, ülkenin ekonomik ve sosyal olarak kalkınamaması ve gelişememesi
geliyor. Hatta son 22 yıldır ülkenin ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda
gerilediği bir gerçek.
Bu neden böyle?
Öncelikle ekonomik ve sosyal kalkınmadan ne
anladığımızı açıklayalım. Bu, “toplum refahının artırılmasını hedefleyen ekonomik
ve sosyal dönüşümü ifade eden bir
kavram. Yani kişi başı milli gelir büyümesini ve kalkınmayı da (sanayileşme
dahil) içeren sosyoekonomik yapısal bir dönüşümü anlatıyor. Öyle ki büyüme
olmadan kalkınmanın gerçekleşmesi mümkün olmazken, kalkınmaksızın
bir ekonomiyi büyütebilmek mümkün.
“Ekonomik ve sosyal kalkınma; üretici güçlerde
kesintisiz bir gelişme ve dinamizm, ekonomik, sosyal, toplumsal ve siyasal
yapıların değişerek insan yaşamının maddi ve manevi alanlarda ilerlemesi, birey
ve toplum refahının artması, yani sosyoekonomik yapısal bir dönüşümü” anlatır. Buna
karşılık “ekonomik büyüme” bu kalkınma sürecinin ilerleticisidir ve kişi başı
milli gelirdeki artışla ifade edilir. Kısaca Türkiye örneğinde olduğu gibi, tek
başına yüksek ekonomik büyüme bütüncül bir kalkınmayı sağlamazken, ülkedeki
başta gelir ve servet eşitsizlikleri olmak üzere eşitsizlikleri daha da artırabilmektedir.
Kapitalizm altında kalkınabilmek mümkün
mü?
Daha somut bir ifadeyle, ekonomik ve sosyal kalkınma;
sanayileşme, kişi başı gelir artışı (büyüme), adil bir gelir dağılımı, etkin
bir kaynak tahsisi, ileri teknoloji, sosyokültürel ilerleme, demokrasi ve insan
hakları, nitelikli eğitim, sağlık, barınma ve sosyal güvenliğin insan hakkı
olarak kabul edilmesi, çevre bilincinin gelişmesi, kadının güçlendirilmesi, hakkaniyetli
bir kamu yönetimi, eşit yurttaşlık, engelli haklarının tanınması, ekolojik
olarak sürdürülebilir bir ekonomi ve bir bütün olarak adaletli bir toplum
kurmayı anlatır. (1)
Bu tanım, günümüzde kapitalizm altında bu içerikte bir
kalkınmanın sağlanmasının artık imkânsız olduğu gerçeği ile yüzleşmemizi
gerektiriyor. Nitekim Türkiye dahil azgelişmiş ülkelerin kapitalist sistem
içinde ekolojiyi koruyarak sanayileşebilmesi ve ekonomik anlamda dahi
kalkınabilmesi artık kapitalizmin hem asıl olarak kâr amaçlı bir sistem olması
hem de uzun süreli krizleri ve durgunlukları nedeniyle oldukça zordur.
Kalkınmanın barış ve demokrasi ile
ilişkisi
Ünlü kalkınma iktisatçısı Amartya Sen iktisadi
kalkınmayı, öz itibarıyla “insani kapasitenin ve özgürlüklerin geliştirilmesi”
olarak tanımlar. Ona göre, “asıl kalkınma unsuru, insanların tercih yapabilmeleri
anlamında kapasiteleridir”. Bu kapasitelerin varlığı, insani gelişimin odağında
yer alır. Kapasiteler koşullarla, değerlerle değişir ve arzularla gelişir.
Aşırı yoksunlukla sınırlandırılmış olan temel kapasitelere sahip bulunmak bugün
artık yeterli değildir. İnsanların kendi yaşam öyküleri için geliştirilmiş
kapasiteler giderek zorunlu hale gelir. Sen, herkesin daha uzun ve refah içinde
yaşamak, iyi sağlık, eğitim, toplumsal yaşama aktif katılım gibi temel
kapasitelere erişme hakkının kabul edilmesini kalkınmanın ilk koşulu olarak
kabul eder. (2)
“Özgürleşerek kalkınmak”
Bir başka anlatımla, A. Sen’e göre, kapitalizmin neden
olduğu sorunlarla baş edebilmenin ve sosyoekonomik kalkınmanın yolu “bireyin
özgürleştirilmesi konusunu işin merkezine almaktan” geçiyor. Ancak bireysel
özgürlükleri belirleyen ya da kısıtlayan sosyal, politik ve ekonomik koşullar
ve fırsatlar da çok önemlidir. Dolayısıyla birey ve sosyal düzenlemeler
birbirini tamamlayan şeylerdir, birbirinden kopuk değildir. Kalkınma için
sosyal ve kurumsal düzenlemeler yapılması da şarttır.
Özetle, eş anlı olarak bireyin özgürleşmesini merkeze
aldığımız kadar, sosyal etkilerin bu bireysel özgürleşmeyi etkilediği
gerçeğini de kabul etmek durumundayız. Bu yüzden bireysel özgürlük toplumsal
bir taahhüt olarak görüldüğünde, sözü edilen yoksunluklarla mücadele etmek
mümkün olabilir.
John Rawls’a göre ise kalkınma, “tüm bireylerin temel
haklara, özellikle de herkesin potansiyelini mümkün olduğunca gerçekleştirmesini
sağlayacak bir çerçevede faaliyet gösterme hakkına sahip olduğunun kabul
edilmesi” olarak tanımlanabilir. Bu anlayış, salt ekonomik bakışa kökten karşı
çıkan ve kalkınmayı sosyal, politik ve ekonomik düzende özgürlükle
özdeşleştiren bir tanımda en uç biçimini bulur. (3)
Türkiye’de yıllardır insani kapasiteler
yok ediliyor!
Türkiye’nin de aralarında olduğu birçok azgelişmiş
ülke ise bugüne kadar bu kapasiteleri yaratmadan, hatta mevcut kapasiteleri
daha da aşındırarak, vasatı temel alarak, demokrasiyi giderek yok ederek, temel
hak ve özgürlükleri ortadan kaldırarak (hatta daha da kısıtlayarak) ekonomik
büyümesini sağladı.
O halde toplumcu bir ekonomik ve sosyal kalkınma
hedefinden sapmadan, orta vadede kalkınmanın alt yapısını yaratmamız gerekiyor.
Bu beklendiği gibi, beş yıllık kalkınma planlarının ve orta vadeli programların
yapılması, buna uygun olarak seçili sektörlerde yeni yatırımların teşvik
edilmesi gibi araçların kullanımının ötesinde, temel bir alt yapıyı inşa
etmekten geçiyor: “barış ve demokrasinin inşası”. Çünkü bu ikisi bir önkoşul
olarak gerçekleştirilmeden ekonomik ve sosyal kalkınmanın sağlanabilmesi
imkansızdır.
Alt yapı olarak barış
Dünyanın çok çalkantılı bir dönemden geçtiği malum.
Bugün, 1980'lerden bu yana hiç olmadığı kadar çok insan silahlı çatışmalarda
hayatını kaybediyor. Aktif savaşların sayısı tarihsel olarak çok yüksek
seviyede. Bu savaşların etkileri askeri alanın çok ötesine uzanıyor: ölümlerin
yanı sıra, milyonlarca insan yerinden ediliyor, gıda ve enerji üretimi sekteye
uğruyor, doğa tahrip ediliyor, iklim değişikliği ile mücadele programları ve
kalkınmaya yönelik sosyoekonomik çabalar bir kenara itiliyor. Öncelik, başta
ABD ve Avrupa’da olmak üzere, silah sanayine ve askeri harcamalara veriliyor.
Son 75 yılda 145 ülkede yaşanan 115 çatışmaya ait
verileri kullanan bir makale savaşların ekonomilerde derin ve kalıcı izler
bıraktığını, savaşların başlamasının ardından üretim, yatırım ve ticaretteki
büyük ve kalıcı düşüşleri belgeliyor ve 10 yıl sonra bile toparlanma belirtisi
görülmediğini ortaya koyuyor. Devlet gelirleri dibe vururken, harcamalar sabit
kalıyor ve bu da iktidarları enflasyonist finansmana ve kısa vadeli borçlara
bağımlılığa zorluyor. Bulgular, savaşın gerçek maliyetinin savaş alanının çok
ötesine uzandığını ve gelecek yıllar için mali ve parasal istikrarı yeniden
şekillendirdiğini gösteriyor. (4)
Toplumsal barış olmadan kalkınma olmuyor!
Oysa barış sadece bir hedef değil, diğer tüm hedeflerin
temelidir, bunların alt yapısı olarak işlev görür. Bu yüzden de barış olmadan,
kalıcı ve kapsayıcı bir kalkınmanın gerçekleşmesi imkansızdır. Barışın olmadığı
yerlerde sürdürülebilirlik her alanda tehlikeye girer. Çatışmalar başta
yatırımlar olmak üzere, ekonomik faaliyetleri aksatır, sağlık sistemlerini
tahrip eder ve eğitime büyük darbe vurur. Toplumsal güveni ve demokratik
kurumları zayıflatır.
Bir başka anlatımla ne dünya ne de Türkiye artık ekonomik
ve sosyal kalkınma ve barışın inşasını ayrı gündemler olarak ele alma lüksüne
sahiptir. Bunlar birbirinden ayrılamaz bir şekilde bağlantılıdır. Barış
kalkınmanın temelidir ve (kuşkusuz) iyi tasarlanmış içermeci, ekolojik kalkınma
müdahaleleri de barışı güçlendirir.
Alt yapı olarak demokrasi
İçinde bulunduğumuz hızlı otoriterleşme ve/veya
otokrasiye yönelim neo-liberal politikaların kaçınılmaz bir uzantısıdır. Şöyle
ki bu politikalar, çalışma-emek rejimini düzensizleştirdi, güvencesizleştirdi. Egemen sınıflar ve onların politik alandaki
sözcüleri, plütokratlar, patriarka ve aşırı sağcı hareketler, aşırı bir servet ve
gelir eşitsizliği yarattıktan sonra, şimdi yapay zekâ, göçe zorlama, kaynak
kıtlığı ve iklim felaketleri gibi felaketlerin neden olabileceği belirsiz bir
geleceğe karşı kendilerini, kusurlu da olsa demokrasiyi yok ederek, güvence
altına almak istiyor.
Bu amaçla, örneğin Macaristan'da sivil toplum grupları
“yabancı ajanlar”, Türkiye’de bir gazeteci ve bir belediye başkanı “siyasi
casus” olarak etiketlenebiliyor. Rusya'da çevre örgütleri “aşırılıkçı” olarak
tanımlanabiliyor. Myanmar'da demokrasi aktivistleri sokak ortasında
öldürülebiliyor. Böyle rejimler altında demokratik- yasal örgütler ve kurumlar
sadece finansal kaynaklarından olmuyor, aynı zamanda yasadışı da ilan
ediliyorlar. Bu örgütlerin yöneticileri sadece tacize uğramıyor, hapse de atılıyorlar.
Demokrasiyi koruma mücadelesi
küçümsenmemeli
Bu yüzden de (kimilerine tuhaf gelebilirse de), bizi
hiçbir zaman tam olarak kucaklamamış bir demokrasiyi korumak için de mücadele
etmemiz gerekiyor. Üstelik, bunu yaparken kusurlu bir demokrasiyi savunmakla,
hatta onun başarısızlıklarını meşrulaştırmakla suçlanabiliriz.
Ancak bu suçlamalar temelsizdir. Öncelikle, demokrasinin
bütünüyle ortadan kaldırılmasına izin vermek, onun başarısızlıklarının
meşruiyetini ortadan kaldırmaz, tersine bunları düzeltmeyi imkânsız hale
getirir. Nazilerin Almanya’da burjuva demokrasisini ortadan kaldırdığında,
toplama kamplarının daha az gerçek hale gelmediği, hatta daha gerçek, daha
yaygın ve daha sistematik hale geldiği unutulmamalıdır.
Yaptığımız şey statükoyu savunmak değil, gerçek
mücadelenin yaşandığı savaş alanını savunmaktır. Mevcut kusurlu demokrasinin
yeterince iyi olduğunu söylemiyoruz, değiştirilebilir olduğunu ve bunun da
savunulmaya değer olduğunu söylüyoruz.
“Kusurlu olanla” “hiç olmayan” arasındaki
bir seçim
Keza “mükemmel demokrasi” ile “kusurlu demokrasi”
arasında bir seçim yapmadığımızı, kusurlu demokrasi ile hiç demokrasi olmaması durumu
arasında seçim yaptığımızı da bilmemiz gerekiyor. Çünkü örgütlenme hakkı,
demokratik protesto hakkı, dava açma hakkı, seçme ve seçilme hakkı, toplantı,
gösteri ve yürüyüş hakkı, ifade ve basın özgürlüğü gibi haklar, kusurlu da olsa
demokrasi sayesinde mevcuttur. Bunlar soyut ilkeler değil mücadelemizi mümkün
kılan araçlardır. Otoriter rejimlerde ve/veya açık diktatörlüklerde bu haklar
sınırlanmaz, bütünüyle suç sayılırlar. (5)
Sonuç
Mükemmelliğin, mümkün olanın karşıtı olmasına izin
vermemek gerekiyor. Mümkün olanı, dönüşüm için bir basamak olarak kullanmak
akılcı olandır. Kaldı ki demokrasi tarihinde her demokratik/reformist hareket
baskıcı sistemleri meşrulaştırdıkları yönünde eleştirilerle karşılaşmıştır.
Bu bağlamda emekten yana olanlar, gerçek demokratlar, sosyalistler
sınıflı bir toplum olan kapitalizmde barış ve demokrasiyi “hedef” olarak
görmekten ziyade, bir “sosyal altyapı” olarak ele alırlar. Kısaca, barış ve
demokrasi; sınıfsız-sömürüsüz- sınırsız-sosyal adaletçi, eşitlikçi ve ekolojik
bir toplum için daha iyi mücadele etmenizi sağlayan zorunlu bir altyapı olarak
görülmelidir.
Marx’ın “toplumlar kendi tarihlerini kendileri
yaparlar, ancak verili koşullar altında…” sözü akıldan çıkarılmamalıdır. Gelecek
için toplumsal barış ve demokrasinin çok ilerisinde (sosyalizm gibi)
hedeflerimiz olabilir ama verili koşullar öncelikli olarak, barış ve
demokratikleşmeyi hayata geçirmeyi gerekli kılıyor.
Bu böyle kavrandığında yine Marx’ın bir başka sözü: “hiçbir
toplum çözemeyeceği sorunları gündemine almaz. Sorun ortaya çıktığında çözüm
yolları da olgunlaşmaya başlar” sözü ete kemiğe bürünür. Türkiye toplumu bu
sorunları gündemine almıştır ve artık geriye dönüş söz konusu değildir. Verili
koşullar altında barış ve demokrasiyi alt yapı olarak kurgulayarak, ekonomik ve
sosyal kalkınma için yeni bir yol açmak mümkün ve gereklidir.
Dip notlar:
(1) Mustafa
Durmuş, Çoklu Krizler Çağında İktisadi Kalkınma, Büyüme ve Ekoloji,
Tez-Koop-İş Sendikası Eğitim ve Araştırma yayınları No.7 (Nisan 2025), s. 17.
(2) Agk,
s. 20.
(3) Agk,
s.21.
(4) https://www.nakedcapitalism.com/2025/11/the-lasting-economic-scars-of-war.html
(4 Kasım 2025).
(5) https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/democracy-as-infrastructure
(2 Kasım 2025).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder