24
HAZİRAN SONRASI: IMF’Lİ YA DA IMF’SİZ
KEMER SIKMAYA DEVAM!
Mustafa
Durmuş
10
Haziran 2018
Geçenlerde ünlü bir grup ekonomist yazdıkları bir
makalede, dış borç stokları ve kısa vadeli dış borç geri ödemeleri artık
çevrilemez boyutlara ulaşan ve ekonomik büyümesi yavaşlayan bir ülkede faiz
oranları sürekli yükseliyorsa ve bütün bunlar olurken ülke hızla popülist bir
otoriterleşmeye doğru kayıyorsa bu ülkenin bir mali krize girmesinin kaçınılmaz
olduğunu ileri sürdüler[1].
Böyle bir durumun ardından gelecek olanın kaçınılmaz
olarak kemer sıkma olduğunu da biz belirtmiş olalım ve bu tespitlerimizden
hareketle Türkiye ekonomisinin mevcut durumuna bir bakalım.
FAİZ ORANI BİR HAFTADA YÜZDE 4,25 ARTTIRILDI
Ülkede döviz kurundaki hızlı yükselişin durdurulması (en
azından 24 Haziran seçimlerine kadar) ve enflasyonun dizginlenebilmesi için
faiz oranları 1 haftada 425 puan (yani yüzde 4,25) artırıldı. Böylece TCMB
faizi yüzde 18,25’i bulurken, kredi faizi yüzde 21’e ve SWAP maliyeti yüzde
19’a yükseldi[2].
BORÇ STOKU SON 15 YILDA 10 KAT ARTTI
Borç stokları alarm veriyor. Son 10 yılda toplam borç
stoku 10 kat artarak 3,6 trilyon lirayı buldu. Bu haliyle milli gelirin yüzde 141’ine
ulaştı. Bu borçların yarısı döviz cinsinden borçlar. IIF’nin verilerine göre toplam
borç stoku sadece 2016’dan 2017’ye milli gelirin yüzde 10’u oranında bir artış
gösterdi. Bu haliyle Türkiye, yükselen ekonomiler içinde Mısır’dan sonra en
yüksek borç artış hızına sahip ülke[3].
Ancak bu borçlar içinde en riskli olanı özel sektörün
dış borçları. Geçen yılın sonu itibariyle 453 milyar doları aştı. Cari açığın
finansmanı için gerekli olan 50 küsur milyar dolarlık finansman ile birlikte
özel sektörün 12 ay içinde ödemesi gereken borç miktarı 220 milyar doları aşıyor.
Ülke kredi puanının sürekli düşürüldüğü, bu nedenle de risk priminin (CDS)
sürekli yükseldiği bir ortamda özel sektör açısından dışarıdan yüksek
maliyetlerle borçlanmak çok riskli. Ayrıca borcu borçla çevirme oranı demek olan
roll over yüzde 140’ı buldu.
BÜYÜMEYE SERT FREN
Tüm bunlar olurken ekonominin büyümesi çok yavaşlayacak
gibi görünüyor. Her ne kadar bugün açıklanan büyüme verisi bu yılın ilk
çeyreğinde ekonominin yüzde 7,4 oranında büyüdüğünü gösterse de, bu büyümenin
en önemli faktörlerini artan cari açık ve kredilerle pompalanmış özel tüketim
harcamaları olduğu anlaşılıyor (yüzde 11,1 oranında).
Yani kredi pompalaması ile sağlanan böyle bir
genişleme özellikle de 24 Haziran sonrasında sürdürülemez bir hal alacak. Nitekim
Moody’s Türkiye ekonomisinin bu yıl ki büyüme hızına ilişkin tahminini yüzde
2,5’a kadar düşürdü[4].
Bu öngörüyü haklı çıkartır bir biçimde, Başbakan Yardımcısı M. Şimşek de “bu
yıl ikinci yarısından itibaren cari açığın daralacağını” söylerken[5], aslında ekonomik
büyümenin çok cılız olacağını anlatıyordu.
Büyümenin yavaşlaması demek şirketlerin daha az kâr
etmesi, gelirlerinin düşmesi, hatta zarar etmesi demek. Bu da böyle yüksek faiz
ve döviz kurunda borçlarını geriye ödemekte çok zorlanacaklar demek ki birkaç
haftadır ülkenin en büyük holdinglerinin borç yapılandırmaya başvurduklarına ilişkin
haberler bu savı destekliyor. Bunun sonu belli: İflaslar, toplu işçi
çıkartmaları vs.
POPÜLİZM İLE DESTEKLİ SÜRGİT BİR OTORİTERLEŞME
Ayrıca ülkede bir yandan OHAL altında sürgit bir
otoriterleşme devam ederken, seçim atmosferi altında siyasal iktidar tam gaz
popülizmi körüklüyor. KGF kredileri bir kez daha artırılırken, özel sektöre
verilen teşvikler devam ediyor, yani seçim ekonomisinin gereği olarak hemen her
kesime dağıtılan kaynaklar artık neredeyse kontrolden çıktı. Bu kaynaklardan
sermaye kepçe ile bol bol yararlanırken, emekçiler kaşığın ucu ile yetinmek
durumunda.
Bu tabloya bir de siyasete endekslenmiş savaş
harcamaları, yeni askeri operasyonlar ve devletin bir türlü azaltılamayan lüks
tüketim harcamaları eklendiğinde sonucun özel sektör borç krizinin tetiklediği
bir mali kriz olacağı görülüyor. Yani krizsiz bir tek kamu sektörü vardı, artık
o da krizin kapsama alanına girdi.
DIŞARIDA FAİZLER ARTIYOR, SICAK PARA YUVAYA DÖNÜYOR
16 yıldır bu ülkeyi, üstelik de şu ana kadar hiçbir
siyasal partiye kısmet olmamış bir biçimde, koalisyonsuz, tek başına yönetenler
bu sorunu aşabilirler mi, öyleyse nasıl aşabilirler?
Ülkenin yabancı kaynağa (özellikle de sıcak paraya)
olan bağımlılığı çok açık. Bu bağımlılık son 10 yıldır daha da arttı. Ancak
ülkeye artık AKP iktidarlarının ilk yıllarındaki kadar bol yabancı kaynak
gelmiyor. Gelen ise fazla uzun kalmıyor.
Çünkü günümüzde dünya ekonomisinde 2000’li yıllarındaki
kadar bol likidite, göreli olarak ucuz
kredi yok. Dışarıda faiz oranları giderek yükseliyor, bu da dışarıyı daha cazip
hale getiriyor. Bu hafta FED’in bir kez daha faiz artırımına gitme olasılığının
yüksekliği Türkiye’ye gelen kaynağın daha da azalacağını ve çıkışların
artacağını gösteriyor.
GÜVEN YOKSA SICAK PARA DONUYOR
İçerden kaynaklı olarak da artık Türkiye,
ekonomisiyle, siyasetiyle, kurumsal yapısıyla batılı ülkelere ve uluslararası
sermayeye yeterince güven vermiyor. Devletin başının söylediklerini düzeltmek
için finans kapitalin merkezine piyasaların yakından tanıdığı bir bakanın ve Merkez
Bankası başkanının yaptığı çıkartma da yeterli olmuyor. Para artık güvenli
limanları tercih ediyor. Çünkü yabancı sermaye ülkede hem ekonomik hem de
siyasal istikrarı (mutlaka demokrasi olması gerekmiyor) önemsiyor. Aksi halde
yatırdığını, elde ettiği kârı dışarı çıkartamama ya da hesaplarının alt üst
olması endişesini yaşıyor.
Bu durumu finansal piyasaların içinden bir yatırımcı
yorumlarken, bundan sonra olacakların da işaretini veriyor:
“Kısa vadeli dış borçları ve cari açıkları çok yüksek
olan ülkeler ciddi bir satış baskısı altına girdiler. Uluslararası yatırımcılar
bu ülkelerdeki portföylerini boşaltarak fonlarını ABD varlıklarına kaydırmaya
başladılar.”[6]
“2001 krizinden
sonra bir kez daha bu hale nasıl getirildiğimiz” sorusunu akılda tutarak, artık
“bir kez daha IMF kapısına gidilecek mi”
sorusunu sormalıyız.
20. KEZ IMF KAPISI MI?
IMF kapısına, bu kurum sadece acilen doğrudan milyarlarca
dolarlık kredi sağlasın diye değil, özel sektörün dış borçlarının yeni
borçlarla çevrilebilmesi için uluslararası bankalara “yeşil ışık” yaksın diye gidilir.
Çünkü bu yeşil ışık yakma ya da yakmama işi IMF’nin
işi. Adeta trafik polisi gibi “geç” derse bankalar bir ülkeye kredi verirler,
geçici olarak rahatlatırlar. Üstelik bu kredilere rağmen 2010 Avro Bölgesi
krizi (Yunanistan ve İrlanda) ve geçen
hafta Arjantin krizinde olduğu gibi bir süre sonra ekonomilerin tekrar krize
girmesi ihtimali hayli yüksektir. Hem de
kendi halklarına kemer sıktırarak ağır bedeller ödetmek pahasına.
IMF’nin garantörlüğünü yaptığı, yeşil ışık yaktığı kreditörler
(uluslararası bankalar vs), verdikleri krediler karşılığında ülkenin ağır bir
kemer sıkma politikası uygulamasını talep ederler. Yani hükümetlerin vergileri
artırmasını ve halka dönük kamu harcamalarını kısmasını isterler. Böylece
hükümetlerin borç anapara ve faiz ödemesi yapabilmelerini, bu yolla da
verdikleri kredileri faizleriyle birlikte geri almayı isterler.
Kemer sıkma politikası uygulamayanlar ya yeni borç
alamazlar ya da daha yüksek faiz oranlarından borçlanmak zorunda kalırlar ki bu
onlar açısından mevcut borç yükünün daha da ağırlaşacağı anlamına gelir. Yani
“kemer sıkma” kapitalist krizin dünya ekonomisine işsizlik ve dünya ticaretinde
daralma biçiminde getirdiği yüke eklediği bir diğer ağır yüktür.
Diğer yandan bu kemer sıkma önlemleri, kemer sıkma adı
altında değil, daha büyük bir program, “yapısal uyarlama programı” adı altında
borçlu ülkeye dayatılır ve sonuna kadar uygulatılır.
YAPISAL UYARLAMA PROGRAMLARI
Bu programlar neo liberal iktisadi öğretiye göre
hazırlanmış olan ve IMF’nin ‘Şartlılığı’nın (conditionality) olmazsa olmazı
niteliğindeki orta ve uzun vadeli programlarıdır.
IMF’nin 1980’lerin başından itibaren böyle programlar uygulamasının
nedeni, 1970’lerin borç krizlerinin küresel
finans piyasalarının başarısızlıklarını ortaya çıkartması ve bu nedenle de IMF’nin
iflasın eşiğine gelmiş ülkeleri kurtarma görevini üstlenmesiydi.
Yani ABD, “son borç verici kurum” olarak belirlediği
IMF’nin yeni rolü, özel kredi kurumları risk almak istemediklerinde aracı
olarak ya da son borç verici kurum olarak bu ülkelere kredi vermekti. Bu adeta,
küresel çapta özel bankalar ile merkez bankalarının ilişkisine benzer bir
ilişkiydi.
Nitekim IMF, 1982 Meksika borç krizinin ardından ‘concerted
lending’ adı verilen bir program aracılığıyla büyük Amerikan bankalarını
devreye soktu. Bu program çerçevesinde bu
bankalar vadesi gelen borçların anaparalarının ertelenmesine ve kısa
vadelilerin uzun vadeye çevrilmesine (roll-over) imkân tanıdılar, ekstra faizler
karşılığında borçlu ülkelere yeni krediler açtılar. Burada amaç borçlu ülkelerin
iflasını önleyerek yeniden, borçlarını geri ödeyebilir ve uluslararası sermaye
piyasalarından yeniden borçlanabilir bir duruma getirmekti[7].
Bu uygulama her ne kadar borç çevirmeyi kolaylaştırsa
da, borçlu ülkelerin giderek daha fazla borçlanmalarına ve borç stoklarının
ağırlaşarak borç tuzağına düşmelerine neden oldu. Öyle ki Türkiye dâhil
günümüzün çok sayıda azgelişmiş ülke IMF kaynaklarının sürekli kullanıcısı
haline geldi.
KÖPRÜ KREDİSİ ALMA KOŞULU: İSTİKRAR TEDBİRLERİNİ VE YENİDEN
YAPILANDIRMA POLİTİKALARINI UYGULAMAK
Diğer yandan IMF, borçlu ülkelerin borçlarını geriye
ödeyebilmelerini kolaylaştırmak ve onlara uluslararası özel bankalarca verilmiş
olan kredileri yeniden yapılandırmak amacıyla köprü kredileri verirken bu
kredileri belli şartlara bağlamaya başladı. Bu şartlar ülkenin IMF kredilerini
kullanabilmek için devalüasyon yapmak, faiz oranlarını serbest bırakmak gibi ekonomik
istikrarı sağlamaya dönük olduğu ileri sürülen acil önlemlerdi[8].
Normalde hiçbir özel bankanın önermeye dahi cesaret
edemeyeceği bu koşulları IMF, sağladığı kredilerin büyüklüğü, uluslararası
kreditörler için garantör olma pozisyonu ve ABD emperyalizminin gücüyle
ilişkisi nedeniyle borçlu ülkelere dayatabiliyordu ve bu konuda ikizi Dünya
Bankası’nın (DB) da tam desteğini alıyordu.
Diğer taraftan ‘yapısal uyarlama politikaları’ (YUP)
adı verilen ve Ortodoks IMF politikalarının özünü oluşturan politikalar ise borçlu
ülkelerin orta ve uzun vadede uygulaması zorunlu politikalar. Bu politikaların
belirlenmesinde normalde borçlu ülkelerin herhangi bir inisiyatifi bulunmuyor.
ORTA VE UZUN VADELİ KEMER SIKMA POLİTİKALARI
Bu programlar altında, hem IMF hem de DB, verilen
kredilerin geri ödenebilmesini sağlayabilmek için borçlu ülkelerin kamu
işletmelerini özelleştirmelerini; kamu harcamalarını kısıp, kamu gelirlerini
artırmalarını, mali disiplin ve faiz dışı fazla vererek ve para ve kredi
hacminin daraltarak bütçe açıklarının kapatılmasını; eğitim, sağlık, emeklilik
ve çocuk yardımları gibi sosyal harcamaları kısmalarını; ulusal sanayilere ve
tarım kesimine verdikleri sübvansiyonları azaltarak ve tarife ve diğer ithalat
engellerini ortadan kaldırarak ekonomilerini düzenlemekten vazgeçmelerini şart
koşuyor. Ayrıca, talep fazlasını ve
enflasyonu dizginleyebilmek için serbest piyasa mekanizmasına işlerlik
kazandırılması, kamu iktisadi teşebbüslerinin ürettiği mal ve hizmetlerin
fiyatlarının serbest bırakılması, faiz oranlarının yükseltilmesi şart oluyor[9].
HASTAYI İYİLEŞTİRMEYEN ACI İLAÇ
Diğer yandan bu programlar aşağıdaki politikaların
hayata geçirilmesini gerektirdiği için sınıfsal olarak emekçi sınıfların
durumlarını kötüleştiren, krizin faturasını bu sınıflara çıkartan politikalar.
(i) Bütçe
açığını azaltmaya dönük maliye politikası önlemleri sırasıyla; özelleştirmeler,
vergi düzenlemeleri kamu çalışanlarının ücretlerinin dondurulması, istihdam
kısıtlamaları (emekliliğe sevk etme) ve sıkı gelir politikaları, eğitim,
sağlık, sosyal konut, alt yapı gibi sosyal harcamalarda tasarruf politikalarından
oluşuyor.
ÖZELLEŞTİRMELER
IMF kamu işletmelerinin özelleştirilmesini bu
işletmelerin verimsiz çalıştırıldıkları ve kamu müdahalelerinin zararlarından
hareketle savunuyor. Ayrıca KİT satışlarından elde edilen gelirlerin dış
borçları geri ödemede de kullanılabileceğini öngörüyor.
SOSYAL HARCAMALARA BUDAMA
Bütçe açıklarını ve borç stokunu azaltmak amacıyla IMF
ayrıca, sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik gibi sosyal harcamaların da
kısılmasını talep ediyor. Sıkı gelir politikaları altında, özellikle düşük
gelirli gruplara (örneğin çiftçilere verilen tarımsal sübvansiyonların, yoksul
halkın kullandığı elektriğe ve toplu ulaştırmaya verilen desteklerin)
kaldırılmasını şart koşuyor.
(ii) Yapısal
uyarlama programları piyasaların serbestleştirilmesi (deregülasyon) ve ihracat yönlü büyüme stratejisini de içeriyor.
Böylece bu programa uygun olarak her türlü fiyat kontrolü ve küçük üretime
dönük sübvansiyonun kaldırılması, faiz oranlarının serbest bırakılması,
uluslararası sermaye akımlarının serbestleştirilmesi (sermaye kontrollerinin
kaldırılması), döviz kuru düzenlemelerine ilişkin serbestleştirmeler, dış
ticaretin liberalleştirilmesi, kotaların kaldırılması ve tarifelerin
azaltılması gerekiyor.
İhracatın ve yabancı sermayenin teşvik edilmesine
dönük önlem olarak, duruma göre acilen ve büyük çapta bir devalüasyon yapılması
ve ardından serbest dalgalı kur sistemine geçiş ve sermaye hareketlerinin tam
serbestisi ve döviz kontrollerinin kaldırılması öneriliyor. Yani çok yoğun bir
deregülasyon politikası uygulattırarak uluslararası sermayenin de hareket
alanını genişletiliyor.
Böylece programlar ithalatın kısılıp ihracatın
artacağını, bunun da cari açığı
azaltacağını öngörüyor. İhracatı artırabilmek için, ayrıca gıda fiyatlarını
belli bir düzeyde tutan sübvansiyonların da azaltılması ya da tamamen ortadan
kaldırılması gerekiyor.[10]
Diğer taraftan bu önlemler ihracatı özendirse de,
halkın elindeki yerel paranın kıymetini düşürdüğü için yaşam maliyetlerinin
artmasına, dolayısıyla da halkın daha da yoksullaşmasına neden oluyor.
DEVALÜASYON, FAİZ VE SERMAYE HAREKETLERİNE TAM
SERBESTİYET
Ayrıca bir bütün olarak, IMF ve DB’ in bu yapısal
uyarlama politikaları, azgelişmiş
ülkeleri borç ödeme makinelerine dönüştürürken, dünyanın en zengin bankaları ve
kurumları için de kolay kazanılan kârlar yaratıyor.
Türkiye’de ise ihracatın, hammadde, ara malı, girdi, enerji ve sermaye malı anlamında yüzde
80’e varan oranlarda ithalata bağımlı olduğu gerçeği Türkiye için bu öngörünün
tutmamasıyla sonuçlanacak. İthalat, yüksek kur nedeniyle daha pahalı hale
geleceği için, bu hem enflasyonu, hem de ihracattaki beklenen fiyat avantajını
ortadan kaldıracak. Bunu telafi edebilmek için reel ücretlerin çok düşük
tutulması ise ülkede yoksulluğun artmasıyla sonuçlanacak.
Faiz oranlarının serbest bırakılması ise Türkiye’de
bir süredir “Merkez Bankası bağımsızlığı” olarak tartışılıyor. Pratikte bu
aslında enflasyonun üzerinde, yani yüksek faiz politikası anlamına geliyor.
Böylece yabancı sermayenin özendirildiği ileri sürülüyor. Merkez Bankası
bağımsızlığı ise çok tartışmalı bir konu. Çünkü MB’nin bütünüyle uluslararası
finans kapitalin emrine girmesiyle sonuçlanabilecek riskleri içeriyor.
Diğer yandan yüksek faize gelen yabancı sermaye kısa
vadeli spekülatif sermaye. Ayrıca yüksek faiz ekonomiyi daralttığı gibi,
işsizliğe ve yoksulluğa neden oluyor.
Uluslararası sermaye akımlarının serbestleştirilmesine
dönük sermaye kontrollerinin kaldırılması ise azgelişmiş ülkeleri vuran
finansal krizlerin temel nedenlerinden biri olduğu gibi, buna dönük engellerin
kaldırılması spekülasyonu da teşvik ederek kırılgan azgelişmiş ekonomileri
krizlere sürüklüyor.
İthalatın serbestleştirilmesi, halkın daha ucuz mal
tüketimini sağladığı için savunulsa da, kısa vadede fiyatları düşürse de,
ithalata bağımlılık hem yerli üretimi baltalıyor, hem de dövize olan
bağımlılığı artırıyor.
YABANCI SERMAYEYE KÂR TRANSFERİ GARANTİSİ
Keza, yapısal uyarlama programları altında, azgelişmiş
ülkeler ekonomilerini yabancı sermayeye daha fazla açmak, yabancı yatırımlar
üzerindeki kısıtları kaldırmak ve yabancı şirketlerin ülkenin doğal kaynaklarını
ve işçilerini en düşük fiyatlardan kullanmalarına izin vermek zorundalar. Bunun
için ayrıca kârın çok büyük bir kısmının bu çok uluslular şirketlerce kendi
ülkelerine transfer edilmesine de engel konulmamalı. Böyle bir durum ise ülkenin emperyalizme olan
bağımlılığını daha da pekiştiriyor.
TEPEDEN TIRNAĞA TÜM EKONOMİ POLİTİKALARI ÜZERİNDE
DENETİM
Böylece IMF sadece ödemeler bilânçosunu düzeltmeye
yönelik politikalar uygulamıyor, kredi verilen ülkelerin neredeyse tüm
politikaları üzerinde belirleyici oluyor. Para ve maliye politikaları, IMF’nin
azgelişmiş ülkelerin büyüme ve kalkınma hedefleri üzerinde etkili olabileceği
alanlardan sadece ikisi ve en çok bilinenleri. IMF daha ziyade “yeşil ışığı”
yakmak için bunları şart koşuyor. Ancak
IMF aynı zamanda dış ticaret, finansal serbestleşme, özelleştirme, kamu
kesiminin büyüklüğü ve rolü gibi çok sayıda başka alanlar üzerinde de etkili
olabilecek politikalar ya da uyarlamaları dayatıyor.
(iii)
Program son olarak, kaynak tahsisinde
etkinlik, verimlilik ve milli hasılayı artırmaya dönük olarak sektörel
reformları, mikro reformları ya da yapısal reformları şart koşuyor.
MİKRO REFORM YA DA YAPISAL REFORMLAR
IMF’ye göre, bu programlar, krizdeki bir ekonominin
üretken kapasitesini harekete geçirerek uzun vadeli, sürdürülebilir bir
büyümeyi mümkün kılacak etkin kaynak tahsisini sağlamaya dönük mikro yapısal
reformları ya da piyasalara dönük yapısal reformları içeriyor.
Türkiye’de bunun paralelinde, son faiz artırımının
ardından enflasyonun, ileri faiz artırımlarının ve liranın değer kaybının
önlenebilmesi için bazı iktisatçılar vakit geçirmeksizin yapısal reformların
hayata geçirilmesi gerektirdiğini yazmaya başladılar. Aslında önerdikleri özünde
IMF’nin önerdiği ya da şart koştuğu yapısal uyarlama politikalarından farklı
değil.
Türkiye’ye ilişkin olarak bu kesimlerden bazılarının
önerdikleri siyasal ve sosyal reformlara karşı çıkılabilmesi mümkün değil. Örneğin
Türkiye için siyasal (kuvvetler ayrılığına dönüşü, daha fazla demokratikleşmeyi
ve özgürlükleri sağlayan anayasa değişiklikleri, seçim ve siyasal partiler kanununun
demokratikleştirilmesi, seçim barajının kaldırılması gibi) ve sosyal alandaki yapısal reformların
(bilimsel, laik ve demokratik bir eğitim sistemine geçiş gibi) yanı sıra temel
ekonomik reformlar da öneriliyor[11].
Bu reform önerilerini IMF’nin yapısal uyarlama
programlarında görebilmek çok zor. Ya da birer cümle ile geçiştiriliyorlar.
Diğer taraftan bu öneriler ekonomik reformlarla birlikte ele alındığında konu
tartışmalı bir hal alıyor.
Öyle ki yapısal ekonomik reformların başında; ekonomik
büyümenin ithalâta bağımlı yapıdan kurtarılması ve cari açığın düşürülmesine
dönük reformlar (kısmi ve geçici ithal ikamesi, yerli üretimin teşvik edilmesi
gibi); bütçe gelirlerinin sürdürülebilirliğini sağlayan reformlar (KDV ve
ÖTV’nin payını azaltan Gelir Vergilerinin payını artıran bir vergi reformu
gibi); sosyal güvenlik ve sağlık harcamalarının payını azaltan (sosyal güvenlik
reformu gibi); enerji faturasını azaltan önlemler; reel sektörün gerçek
durumunu yansıtmayı sağlayacak düzenlemeler (sektörel reformlar gibi); Merkez
Bankası’nın ve TÜİK’in bağımsız çalışmasını sağlayacak kurumsal reformlar gibi
düzenlemeler geliyor[12]. Bu önerilerin, sınıfsal
çıkarları karşı karşıya getirmek anlamında birbiriyle çatışan yanları olduğunu
söylemek gerekiyor.
BÜYÜME VE ETKİNLİK HEP ÖN PLANDA
Bu programlarda “etkinlik”, “verimlilik” ve “büyüme”
gibi hedefler hep ön planda tutuluyor. Toplumun bir bütün olarak ekonomik refahı
bu kavramlara indirgendiğinde “adaletli, hakkaniyetli bölüşüm”, “gelir dağılımı
eşitsizliği ile mücadele” gibi kavramlara yer verilmiyor ya da bu kavramlar
ikinci planda yer buluyor.
Kuşkusuz kaynakların insan ihtiyaçlarına göre
kıtlaştığı, sosyal olarak faydalı emeğin giderek azaltıldığı bir durumda
kaynakların verimli kullanılması ya da etkinlik israfa tercih edilmelidir. Ancak
bu programları hazırlayan burjuva iktisatçılarının aksine, bizler, onların
görmezden geldikleri ekonomik adalet ve ekonomik demokrasi gibi konuları
etkinlik sağlamak için feda etmek zorunda değiliz.
Kaldı ki toplumsal iyiliği, ekonomik ve sosyal refahı
GSYH büyümesine indirgemek ve onun büyüme hızı ile açıklamak artık ana akım
iktisatçıların bir kısmı tarafından dahi giderek terk edilen arkaik bir yöntem
haline gelmeye başladı.
Örneğin bir çalışmaya göre[13], toplumun iyilik hali
milli gelirin yüksekliğinin yanı sıra bu gelirin adaletli dağılımı, yaratılan istihdamın kalitesi, kimlik ve
inançların özgürce var olabilmeleri ve haklardan eşitçe yararlanabilmeleri ve
yoksulluğun ortadan kaldırılması ile ilişkilendirilmeli.
Çünkü biz verimli ve adaletli bir ekonomiden şunları
bekleriz: Ekonomi, sosyal emeğin fayda ve maliyetlerini adilce dağıtmalı,
adaletli bir ekonomi olmalı, insanların kendi ekonomik yaşamlarını etkileyen
kararların alınmasında etkili olabilmelerine izin vermeli, insani yaratıcılığı,
işbirliği ve empatiyi güçlendirmeli, insani ve doğal kaynakları etkince, israf
etmeden kullanmalı ve kavramda tam olarak uzlaşmasak da, sürdürülebilir bir
gelişme ve büyümeye olanak sağlamalıdır[14].
IMF’Lİ KEMER SIKMA PAKETLERİNDE NELER VAR?
Yapısal uyarlama programları ve buna uygun yapısal
reformlar ya da sektörel-mikro reformların aslında halk için kemer sıkma
program ve politikaları olduğunu vurguladık şu ana kadar. Bunun için yakın
zamanda uygulanmış bazı IMF’li bu türden programlara bakmak yeterli.
YUNANİSTAN
2010 yılında IMF ve AB, krizdeki Yunanistan’a 110
milyar avroluk birinci destek kredisi karşılığında bu ülkeye şunları
dayatmıştı: 2014 yılına kadar kamu sektöründe çalışanların ücretleri
dondurulacak[15],
kamusal istihdam ve halka dönük kamusal harcamalar ciddi biçimde azaltılacak,
erken emeklilik uygulamasına son verilerek emeklilik yaşı önce 65’e, daha sonra
da 67’ye çıkartılacak.
Bu çerçevede kamu çalışanlarının ücretleri yüzde 15–20
oranında düşürüldü, KDV ve ÖTV oranları artırıldı, kamu harcamaları yüzde 10
azaltıldı. Çocuk ve yaşlılara dönük kamu harcamaları yüzde 35 oranında
düşürüldü. Toplu sözleşme görüşmeleri rafa kaldırıldı, işten çıkartmalar
kolaylaştırıldı ve kamusal eğitim harcamaları daha da kısıldı[16].
İRLANDA
Yunanistan’ın ardından krize giren İrlanda’da ise
dönemin hükümeti, Kasım 2010’da IMF ve AB tarafından onaylanan 85 milyar avroluk
kurtarma paketinin karşılığında, bütçe açığını AB’nin belirlediği seviyeye indirebilmek
için, dört yıllık kemer sıkma programı açıkladı. Hedef 15 milyar avroluk
tasarruf yapmak olarak belirlendi. Bunun için kamu harcamalarında 10 milyarlık
bir kesintiye ve vergi gelirlerinde 5 milyarlık bir artışa gidilecekti. Program
hedeflerinin yüzde 40’ının 2011 yılında gerçekleştirilmesi öngörüldü. Bu çerçevede kamusal sağlık harcamalarından
1,4 milyarlık bir kesinti yapılacak ve standart katma değer vergisi oranı olan yüzde
21 kademeli olarak yüzde 23’e yükseltilecekti[17]. Asgari ücret düşürülürken,
yüzde 12,5 oranında uygulanan kurumlar vergisi oranına dokunulmayacaktı[18].
Kısaca İrlanda’da uygulanacak olan kemer sıkma
politikalarıyla aralarında öğretmenlerin, hemşirelerin de olacağı binlerce kamu
çalışanı işsiz kalacak, binlercesinin ücretleri azaltılacaktı. IMF bankacılık
sektöründe güveni tesis etmek için zor durumdaki bankalara nakit yardım
yaparken, emekçiler ise daha fazla vergi ödeyeceklerdi[19]. Bunların hepsi
gerçekleştirildi.
Aslında kemer sıkma önlemleri krizde olan ülkelerle de
sınırlı kalmadı. Krizi fırsat bilen G–20 ülkelerinin hükümetleri, G-20 toplantılarında
alınan kararların ardından, Portekiz’den Letonya’ya, Kanada’dan Fransa’ya ve
ABD’ye kadar başta Avrupa ülkeleri olmak üzere pek çok ülke hükümeti çok sert
kemer sıkma tedbirleri uygulamaya başladılar.
ALMANYA
Örnek olarak Almanya 2010 yılında 80 milyar avroluk
kamu harcama kısıntısı ve vergi artışını onaylarken, Fransa emeklilik yaşının
artırılacağını ilan etti. İtalya ilk paketle 25 milyar avroluk, İspanya 15 milyar
avroluk kemer sıkma programı ve Portekiz ise 2011 yılına kadar bütçe açığını yüzde
4,6’ya indirecek önlemler alacağını ilan etti[20].
ARJANTİN
Arjantin önce 2001 ve
ardından 2015 yılında, yani 13 yılda ikinci kez dış borçlarıyla ilgili olarak borç
geri ödeme güçlüğüne (temerrüde) düşmüştü. İlk krizde ödenmesi gereken dış borç
miktarı 100 milyar doları aşarken, ikinci krizdeki borç miktarı bunun altıda
biri yani 15 milyar dolardı. İlkinde hükümetin moratoryum ilan etmekten başka
çaresi yoktu, zira bu borçların faizini dahi ödeyebilecek gücü yoktu. İkincisi
ise biraz farklı gelişti. Faizi ile birlikte yaklaşık 15 milyar dolarlık ve
oldukça tartışmalı bir borcu Hükümetin reddetmesiyle ülke teknik olarak
temerrüde düştü[21].
Arjantin son krizden 3
yıl sonra, geçen ay ulusal para birimi bir gecede dolar karşısında yüzde 15
değer kaybedince, bunun üzerine faiz oranı yüzde 40’a fırlayınca, tekrar
krize girdi. Bunun sonucunda dış borç ödemelerini yapabilmek için IMF ile
masaya oturdu ve 3 yıl süreli 50 milyar dolarlık bir standby kredisi aldı.
IMF’nin yeşil ışığı ile beraber diğer uluslararası bankalar önümüzdeki yıl 6
milyar dolarlık bir kredi vereceklerini açıkladılar.
IMF anlaşmasının içinde
Arjantin hükümetinin yüzde 2,7 civarındaki faiz ödemeleri dışındaki bütçe
açığını gelecek yıl yüzde 1,3’e düşürmesi, mevcut yüzde 28’lik enflasyonun 2021
yılına kadar kademeli olarak yüzde 9’a düşürülmesi, Merkez Bankası’nın
bağımsızlığı, şartı var. Bu da bu yılki
büyüme oranının yüzde 1,3’e kadar düşeceği, bu tedbirlerle halkın daha fazla
kemer sıkacağı anlamına geliyor. Yani sosyal yardımlar ve sübvansiyon
biçimindeki destekler azaltılacak.[22].
TÜRKİYE: OLASI BİR PROGRAM SERMAYEYE DESTEK SAĞLARKEN,
HALKA KEMER SIKTIRACAK
IMF’ye gitmek Türkiye açısından, borçlarını
döndürebilmek ve döviz sorununu aşabilmek için bu kurumdan doğrudan ve dolaylı
bir biçimde yüksek miktarda kredi almak anlamına geliyor.
IMF açısından ise Türkiye’nin, alacağı acil önlemlerin
yanı sıra, yapısal uyarlama programlarının (ya da yapısal reform adı altında
yukarıda sayılan önlemleri) hayata geçirilmesi demek.
Ancak şu ana kadar Türkiye IMF ile 19 kez standby
imzalayıp bu programları uyguladı. En son 2005 yılında anlaşma sağlandı ve
destek alındı. Sonrasında malum “IMF’ye borcumuz sıfırlandı” söylemi
yaygınlaştı. IMF’ye olan az miktardaki dış borç kapatılırken toplam dış
borçların 130 milyar dolardan 453 milyar dolara yükselmesini AKP seçmeni ya
anlamadı ya da anlasa da dert etmedi. Sonuçta son standby’ın üzerinden 13 yıl geçti ve biz
tekrar IMF’ye kredi için başvuracak bir duruma geldik
ya da getirildik.
YILLARDIR IMF’SİZ KEMER SIKIYORUZ, YENİ PROGRAM NE İŞE
YARAYACAK?
Diğer taraftan IMF’nin öngördüğü programa bakıldığında
aslında son 15 yıldır, IMF’siz bu programları uygulamakta olduğumuz ya da daha
doğru bir deyimle kemer sıktığımız görülüyor.
Yıllardır mali disiplin adı altında sosyal harcamalar
kısılırken, vergilerin yükü ÖTV ve KDV ile halkın sırtına bindirildi. Gelir
vergisinin dahi üçte ikisi emekçiler tarafından ödeniyor.
Reel ücretlerde gerçek anlamda bir artış olmadığı gibi,
özellikle de OHAL altında ücret artışları enflasyonun gerisinde bırakıldı.
Emekçiler sendikasızlaştırıldı. Büyük sermaye dışında ülkedeki değişik toplumsal
kesimlerin gelirlerinde gerçek anlamda bir artış olmadı.
Ülke sanayisizleştirilirken aynı zamanda da tarımsızlaştırıldı.
Tarımda uygulanan neoliberal politikalar sonucunda (ithalatın
serbestleştirilmesi, kota ve gümrüklerin kaldırılması) ülkede tarım bitme
noktasına geldi.
Uygulanan serbest kur politikasıyla dolar ve avro
tarihlerinde görülmeyecek kadar değer kazanırken lira değersizleşti.
Uluslararası sermaye hareketlerinin önündeki bütün engeller kaldırıldı. Yabancı
sermayeye ve sıcak para yatırımcısına her türlü bürokratik destek verilirken,
borsalarda ve tahvil piyasalarında elde ettiği gelirler vergi dışı bırakıldı.
Bu dönemde 51 milyar dolarlık bir özelleştirme yapıldı
ve devlet (zor aygıtları dışında) iyice küçültüldü.
Başta tütün, çay sektörleri olmak üzere önemli sektörlere ilişkin yapılan sözde
reformlarla bu sektörler yerli-yabancı sermayenin kontrolüne bırakıldı.
Ulusal İstihdam Stratejisi altında emek gücü
piyasalarına dönük olarak her türlü serbestleştirme, esnek çalışma, güvencesiz
istihdam ve sendikasızlaştırma pratiğine
ve taşeronlaştırmaya izin verildi.
Kısaca AKP iktidarları, son 15 yıldır IMF olmaksızın
IMF programını ve ilgili politikaları hayata geçiriyor. Gelinen nokta ise 2001
krizinden daha kötü bir krize doğru hızla giden bir ekonomi. OHAL, feda edilen kuvvetler
ayrılığına dayalı parlamenter demokrasi, hak ve özgürlükler de işin cabası.
Hükümetin çok uzak olmayan bir tarihte IMF’nin kapısını
çaldığında, ihtiyaç duyduğu desteği, krediyi alabilmek için “sosyal güvenlik
reformu” ve “kıdem tazminatlarının kaldırılması” dışında elinde IMF’ye
sunabileceği her hangi sözü ya da önerisi yok.
Çünkü bunların büyük bir kısmı son 15 yılda tüketildi.
Aynı sorun 24 Haziran sonrasında olası bir muhalefet
koalisyon hükümeti için de geçerli.
Muhalefet partilerinin kuracağı olası bir koalisyon
hükümeti, ekonomideki bu büyük tahribatı yönetmeyi amaçlayan, IMF’li ya da
IMF’siz bir programı hayata geçirirken, kemer sıkmayı sürdürüp, bazı kesimlerin
kendilerinden beklediği “kestaneleri ateşten almak” görevini mi yerine
getirecek, yoksa “siyaset tercih
yapmaktır” ilkesinden hareketle, halka değil, devlete, büyük sermaye
gruplarına, rantiyeye mi kemer sıktıracak bir program uygulayacak? Böylece
faturayı bu krize neden olanlara ödetirken, toplumun büyük bir kesimine ve
ekonomiye nefes almasını sağlayabilecek mi?
Şu anda geniş kitlelerin merak ettikleri asıl konu bu.
KAYNAKÇA
KAYNAKÇA
Blanchard Olivier,
Merler Silvia and Zettelmeyer
Jeromin, “How Worried Should We Be about
an Italian Debt Crisis?”, https://piie.com/blogs/realtime-economic-issues-watch/how-worried-should-we-be-about-italian-debt-crisis,
(24 May 2018).
Brendan Keenan,
Anne Marie Walsh and Fionnan Sheahan, “Public servants face pay and jobcuts as
the IMF moves in”, http://www.independent.ie, (19 November 2010).
Durmuş Mustafa, “IMF Üzerine Söyleşi”, Gelenek Sayı
110 (Mart 2010).
Durmuş Mustafa, Maliye Politikaları, Teori ve
Uygulamalarının Değerlendirilmesi, Doçentlik Tezi, 2003.
Eğilmez Mahfi, “Güncellenmiş Yapısal Reformlar
Rehberi”, http://www.mahfiegilmez.com/2015/10/guncellenmis-yapsal-reformlar-rehberi.htmlhttp://www.paraanaliz.com/2018/ekonomi/gelisen-piyasalarda-panik-ve-turkiye,
(10 Haziran 2018).
Hahnel Robin, The ABCs Of Political Economy, A Modern
Approach, Pluto Press, 2002.
http://mustafadurmusblog.blogspot.com/2015/03/arjantin-dis-borc-krizi-kapitalizm-ici.html.
http://www.paraanaliz.com/2018/guncel/moodysden-bir-inceleme-karari-daha,
(7 Haziran 2018).
http://www.businessht.com.tr/piyasalar/haber/2005453-simsek-ten-enflasyon-ve-cari-acik-yorumu,
(7 Haziran 2018).
https://www.bloomberg.com/news/articles/2018-06-08/first-argentina-then-turkey-brazil-now-south-africa-reels.
https://www.independent.co.uk/news/world/americas/imf-standby-loan-inflation-argentina-economic-crisis-mauricio-macri-a8388906.html.
IIF, Global Debt Monitor, Hidden vulnerabilities, (4
January 2018).
League for the Fifth International, “Greek workers are
the vanguard of resistance”, http://www.fifthinternational.org, (30 April 2010).
David Oakley and Peter Garnham, “Austerity pros and
cons preoccupy markets”,www. ft.com, (28 June 2010).
Şenkul Osman, “Kaplan, kuyruğunu bankalara kaptırdı”,
Radikal Gazetesi,
www.radikal.com.tr, (25 Kasım 2010).
Wellbeing and the Role of Government (Edt. Philip
Booth), and the Pursuit of Happiness, The Institute of Economic Affairs (IEA),
2012.
DİP NOTLAR:
[1] Olivier Blanchard,
Silvia Merler and Jeromin Zettelmeyer, “How
Worried Should We Be about an Italian Debt Crisis?”, https://piie.com/blogs/realtime-economic-issues-watch/how-worried-should-we-be-about-italian-debt-crisis,
(24 May 2018).
[7] Mustafa
Durmuş, “IMF Üzerine Söyleşi”, Gelenek Sayı 110 (Mart 2010), s. 63-89.
[8] Mustafa
Durmuş, Maliye Politikaları, Teori ve Uygulamalarının Değerlendirilmesi,
Doçentlik Tezi, 2003, s. 138.
[9] Durmuş,
IMF Üzerine ags.
[10] Ags.
[11] Mahfi
Eğilmez, “Güncellenmiş Yapısal Reformlar Rehberi”, http://www.mahfiegilmez.com/2015/10/guncellenmis-yapsal-reformlar-rehberi.html
[12] Agm.
[13] Wellbeing
and the Role of Government (Edt. Philip Booth), and the Pursuit of Happiness,
The Institute of Economic Affairs (IEA), 2012.
[14] Robin
Hahnel, The ABCs Of Political Economy, A Modern Approach, Pluto Press, 2002, s.
20.
[15] Eylül ayında alınan bir kararla
kamu çalışanlarının yılda bir aylık maaşlarına el konuldu.
[16]League
for the Fifth International, “Greek workers are the vanguard of resistance”, http://www.fifthinternational.org, (30 April 2010).
[17]
Anlaşmanın yapıldığı günlerde Microsoft, Hewlett-Packard, Bank of America,
Merrill Lynch ve Intel gibi dev tekeller yüzde 12,5’luk
kurumlar vergisi oranı ile Avrupa’nın
en düşük kurumlar vergisi oranına sahip bulunan
İrlanda’yı bu oranı yükseltmemesi konusunda
uyardılar.
[18] Osman
Şenkul, “Kaplan, kuyruğunu bankalara kaptırdı”, Radikal Gazetesi,
www.radikal.com.tr. (25 Kasım 2010).
[19] Keenan
Brendan, Walsh Anne Marie and Sheahan Fionnan, “Public servants
face pay and jobcuts as the IMF moves in”,
http://www.independent.ie, (19 November 2010).
[20] Oakley
David and Garnham Peter, “Austerity pros and cons preoccupy markets”,
www. ft.com. (28 June 2010).
[21] http://mustafadurmusblog.blogspot.com/2015/03/arjantin-dis-borc-krizi-kapitalizm-ici.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder