ADALETSİZ
BİR DÜZENDE VERGİLEME ADİL OLABİLİR Mİ?
Mustafa
Durmuş
14
Kasım 2019
18.Yüzyılın ünlü mucit, diplomat ve politikacılarından,
ABD Bağımsızlık Bildirisi ve Anayasasının yazımında ciddi katkıları olan
Benjamin Franklin dünyada iki şeyin değiştirilemez gerçek olduğunu söylemişti:
Ölüm ve vergiler. (1)
BİR
ÖLÜM, BİR DE VERGİ!
Kuşkusuz Franklin kapitalist ABD’nin kurulduğu bir
dönemde kapitalist bir dünyayı tanımlıyordu ve onun ötesine geçen bir ufka
sahip değildi. Franklin devletin, vergileri (tıpkı kamu harcamaları gibi), hem
kendi varlığını sürdürmede hem de kapitalist birikimi hızlandırmada sahip
olduğu en önemli araç olduğunun bilincinde olarak, ölüm gerçeğinin yanına iliştirivermişti.
Antropolojik araştırmalara göre, ölüm yaşamın ortaya
çıktığı 3,5 milyar yıldan, insansılar ise 7 milyon yıldan bu yana var. Buna
karşılık yazılı tarih vergileri sadece 2,500 yıl öncesine (ilk kez
Mezopotamya’da ortaya çıktı) kadar götürebiliyor.(2)
VERGİ
KADER DEĞİL
Yani bir olgu olarak vergileme insan yaşamının çok
küçük bir kısmında mevcut oldu. Bu nedenle de (tıpkı devletlerin kökeninin de köleci
toplumun ortaya çıktığı 2,000-2,500 yıl öncesine kadar gidebildiği ve bir gün
ortadan kalkabileceği gerçeği gibi) insanlık gelecekte vergilerin olmadığı bir
toplumda yaşayabilir. Kısaca vergi kaçınılmaz bir kader değil.
Diğer taraftan en azından kapitalizmin ortaya çıktığı
dönemden günümüze kadar, birlikte yaşamak zorunda olduğumuz vergilerin hiç
olmazsa adaletli olarak alınması gerektiği üzerinde çok kafa yoruldu. Sağ’dan
Sol’a çok sayıda teori ortaya atıldı. Özellikle de emek örgütleri,
sosyalistler, solcular vergi adaletinin sağlanması konusunu çok önemsediler.
Kapitalizmin en vahşi versiyonlarından biri olan ve 1980’lerden
beri içinde yaşamakta olduğumuz neo-liberal dönemde uygulamadaki vergi
sistemlerinin, (üzerinden her türlü demokratik ve adaletçi örtüsünü atarak),
açık bir biçimde nasıl yoksul emekçi sınıfların ve ezilen kimliklerin düşmanına,
buna karşılık zengin kapitalist sınıfların ve egemen kimliklerin koruyucusuna
dönüştüğünü biliyoruz.
VERGİLER
EKONOMİK KRİZİ HALKIN SIRTINA YIKMANIN BİR ARACI
Ekonomik kriz dönemlerinde ise vergiler krizin
faturasını halkın sırtına yıkmanın bir aracı olarak kullanılıyor.
Son 40 yılın en derin ekonomik krizini yaşayan
Türkiye’de de yeni 3 vergi getiren ve en üst gelir dilimine denk düşen gelir
vergisi oranını yüzde 40’a yükselten ve Meclis Genel Kurulunda oylanarak kabul
edilmesi beklenen vergi kanunlarına ilişkin teklifi iki gün önceki ekte linkini
bulabileceğiniz yazımızda (3) değerlendirmiştik.
Kanun teklifi Meclis’te görüşülürken, DİSK, TÜRK-İŞ ve
HAK-İŞ gibi işçi sendikaları “vergi adaleti” talebiyle bir araya geldiler ve Meclisteki
milletvekillerine seslenen bir ortak metin (4) yayımladılar. Bu metin ile Türkiye’deki
vergi sisteminin adaletsizliğine ilişkin tespitlerini paylaştılar ve bu
adaletsizliğin düzeltilmesi için milletvekillerinden bazı taleplerde
bulundular.
EMEKÇİLERİ
EZEN BİR VERGİ SİSTEMİ
Birçoğu yıllardır dile getirilen (asgari ücretin vergi
dışı bırakılması ve verginin ağırlıklı olarak tavana yıkılarak emekçilerin
üzerindeki vergi yükünün azaltılması gibi) bu taleplerin haklılığı konusunda
kuşkumuz yok.
Zira hem ÖTV ve KDV gibi vergi sisteminin neredeyse
yüzde 70’ini oluşturan dolaylı vergileri işçiler başta olmak üzere emekçi halk
ödüyor, hem de dolaysız olarak toplanan gelir vergisinin yüzde 65’i yine
emekçiler tarafından ödeniyor. 2 milyonun üzerinde sermaye geliri (kâr, faiz,
kira gibi, su) elde eden beyannameli mükelleflerin ödediği vergilerin toplam
vergi gelirleri içindeki payının ancak yüzde 1’i bulduğu gerçeği (5) bile tek başına
vergi yükünün kimlerin üzerinde olduğu (ya da olmadığını) gösteriyor.
Yani hem dolaylı, hem de dolaysız vergiler açısından
(kamusal hizmetlere, elektrik ve doğal gaza sürekli yapılan zamlar ve yüksek
miktarlı cezaların ötesinde) halkımızın ciddi bir vergi yükü altında ezildiği
bilinen bir gerçek.
ZENGİNİ
DAHA FAZLA VERGİLEMEK VERGİDE ADALETİ SAĞLAMAYA YETMEZ
Ancak tartışmayı (yaygın bir biçimde yapıldığı gibi) dolaylı-dolaysız vergi tartışmasına
indirgeyerek, örneğin dolaylı vergilerin sistemdeki payını azaltarak, böylece
daha çok dolaysız vergi alarak (gelir ve servet üzerinden) vergilemede adaleti
sağlamış olur muyuz? Ya da sermaye geliri elde eden zenginlerin daha fazla
vergi ödemesini sağlayarak vergide adaleti sağlayabilir miyiz?
Bu sorunun yanıtı ne yazık ki “hayır”. Kuşkusuz bunlar
haklı, bu nedenle de çok değerli ekonomik-politik talepler olarak gündeme
getirilmeli ve gerçekleşmesi için de mücadele edilmeli.
Ancak bunların vergilemede adaleti sağlamaktan ziyade,
emekçi sınıflar üzerindeki vergi yükünü bir miktar azaltmaya yardımcı
olabileceğini unutmamak gerekiyor. Ayrıca ekonomik ve politik sistemde radikal
değişiklikler yapılmadan bu iyileştirmelerin kalıcı olmayacağını sosyal
devletin yıkılışı deneyiminden biliyoruz.
KAMU
HARCAMALARINDAKİ ADALETSİZLİK
İkinci olarak tek başına vergilemede adaleti talep
etmek doğru bir yaklaşım değil. Çünkü toplanan vergilerin (kimlerden ve nasıl
alındığı konusunun dışında) nerelere, kimlere harcandığı da çok önemli.
Örneğin çok adaletli bir biçimde alınmış olsalar dahi
olsa, vergiler son derece adaletsiz biçimde; toplumsal faydası ve toplumsal
katkısı olmayan, egemen sınıfların ve kesimlerin
çıkarlarını korumaya dönük, verimsiz ve israfçı devlet harcamaları biçiminde
harcandığında biz hala adaletli bir vergi sistemimiz olduğunu söyleyebilir
miyiz? Bu noktada verginin kimlerden,
nasıl alındığı kadar; kimler için ve nasıl harcandığı da önemli değil midir?
Kaldı ki tek başına verginin yükünün bir kısmını bir
sosyal sınıfın üzerinden alıp diğerine aktarmak vergilemede adaleti sağlamaya
yetmiyor. Böyle bir operasyonda ancak vergi yükünü sosyal sınıflar arasında daha
adil dağıtmaktan söz edebiliriz.
İşin aslı, vergilemede adalet konusunun vergi yükünü
adaletli dağıtmanın ötesinde bir husus olduğu. Bu nedenle de vergilemede
adaletin nasıl olacağını ya da olamayacağını anlayabilmeniz için kapitalizmin
en temel kanunu olan Emek-Değer Kanunundan işe başlamanız gerekiyor. Çünkü
Meclis’ten çıkartılacak olan kanun emekten yana düzenlemeler içerse dahi (ki mevcut
kanun tam tersi düzenlemelere sahip) kapitalizmin temel kanunun önüne geçemez.
EMEK-DEĞER
KANUNU VE VERGİLEME
Bu nedenle de bu yazımızla birlikte “Artı-Değer Kanunu
Perspektifinden Vergileme” şemasını da sunuyoruz. Yani uzun süredir bazı
Solcuların ve hatta bir kısım Marksist’in dahi unuttuğu (hatta reddettiği) Marksist
Emek-Değer Teorisine atıf yapıyoruz.
Bu şema sadece; değerin yaratıcısının emek olduğunu ve
bu emek üzerinde kapitalistlerin gerçekleştirdiği artı- değer sömürüsünü
anlatmıyor. Aynı zamanda kapitalistlerden kurumlar vergisi ve /veya gelir
vergisi biçiminde alınan vergilerin asıl kaynağının (teknik deyimle verginin matrahının) emekçiden gasp edilen artı değer olduğunu
gösteriyor.
Bir başka anlatımla kapitalistler kendi ürettikleri
bir değer üzerinden her hangi bir vergi ödemiyorlar. Çünkü kendilerinin yarattığı her hangi bir
değer yok. Bu yüzden de patronsuz bir dünyanın mümkün ve gerekli olduğu ileri
sürülüyor.
Ayrıca bu şema kapitalist sınıf ile devlet arasında
nasıl bir organik bağ olduğunu da ortaya koyuyor. Hem vergiler, hem de harcamalar
bu organik ilişkinin ana ayaklarını oluşturuyorlar.
ORGANİK
İLİŞKİYİ GÖRMEK GEREKİYOR
Bu bağlamda örneğin KDV ya da ÖTV gibi vergiler
azaldığında devletin gelirleri de azaldığından devlet gelir ortağını korumak
için sık sık düzenleme yapmak durumunda kalıyor. Buna karşılık kapitalist
sınıfın ise kâra (artı-değer sömürüsüne) dayalı düzenini sürdürebilmek için devlet
aygıtına ihtiyacı var. Bu karşılıklı bağımlılık söz konusu organik ilişkiyi
yaratıyor.
Bir başka anlatımla, devlet ve kapitalistler,
birbirini besleyen bir yapısal bağımlılık ilişkisi içindeler. Ne devlet ne de kapitalistler
bu gerçeklikten kaçınamıyor. Devlet kendini belli sermaye gruplarının
ihtiyaçlarına uyarlamak durumunda kalıyor. Çünkü finansman kaynağı ihtiyacını
asıl olarak bu grupların aracılığıyla sağlanan vergi gelirleriyle karşılıyor. Eğer
bu gruplarla ters düşerse bunlar sermayelerini yurt dışına çıkartıyorlar, bu da
devletin önemli bir mali kaynağının azalmasıyla sonuçlanıyor. (6)
Diğer taraftan, devlet ve sermayenin karşılıklı
bağımlığı anlamında devletlerin işlevi ekonomik ilişkilere indirgenemez. Öyle
ki devletler rakip sermayedarlar arasında arabuluculuk işlevi yürüttükleri gibi,
merkez bankaları aracılığıyla ulusal parayı, bankaları ve finansal sistemi de kontrol
ediyorlar.
Ayrıca halkı sisteme, hem zor aygıtlarıyla, hem de rıza
üretme aygıtlarıyla uyumlu hale getiriyorlar. Bunlardan hangisinin ön planda
olacağı konjonktüre göre değişiyor. Bu yüzden de örneğin 2020 yılı Merkezi
Yönetim Bütçesinde (mutlak olarak) en fazla ödeneği iç ve dış güvenlik
aygıtının ve son yıllarda bütçesi birkaç bakanlığın bütçesinin toplamından
fazla olan bir başkanlığın (göreli olarak) alması tesadüf değil.
Bu tabloda ayrıca alınan vergilerin nerelere ve nasıl
harcandığının izini sürebilmek de mümkün. Şemada devletin kapitalist sınıfa
yönelik olan harcamalarında (hem nicel, hem de nitel olarak) ne kadar cömert
olabildiği, buna karşılık emekçi sınıflara yönelik harcamalarda ne denli cimri
olabildiği çarpıcı bir biçimde görülebiliyor.
KAPİTALİSTİN
EL KOYDUĞUNUN BİR KISMINI GERİ ALMAK GEREKLİ ANCAK…
Sonuç olarak, işçilerin gerçek sınıf sendikaları (en azından),
işçilerden zorla alınan artı değerin (kârın) vergilendirilmesi sırasında, bunun
daha ağır vergilendirilerek ve bu vergilerin kendilerine dönük sosyal
harcamalarda kullanılmasını sağlayarak sömürüyü azaltabilirler, böylece
verginin yükünü bir miktar kapitalist sınıfa kaydırmış olurlar. Ama sadece
bununla vergide adaleti sağlamış olmazlar.
Bu noktada kamu harcamalarının niteliği ve niceliği
göz ardı edilmemeli. Çünkü bu vergiler kamu harcamalarına dönüşüyor. Yani sendikalar
bu kısma da müdahale etmeli, kamu harcamalarını masaya yatırmalı, bunlarla
ilgili söz söylemeli ve emek- emekçi, barış, özgürlük ve demokrasi karşıtı kamu
harcamalarına karşı çıkmalıdırlar.
Emekçiler böyle bir müdahaleyi ancak yeterince örgütlü
ve güçlü olduklarında ve bu taleplerini yerine getirebilecek bir demokratik iktidarda
hayata geçirebilirler.
Bu yüzden de adil vergileme, adil kamu harcaması, adil
bütçe, bütçe hakkı gibi son derece önemli taleplerin büyük resimdeki barış ve
demokrasi taleplerinin birer parçası oldukları ve sonuçta ekonomik ve politik
mücadelenin bir bütün olduğu unutulmamalı.
Keza tıpkı gelir bölüşümünde adalet gibi, bir yeniden
bölüşüm aracı olarak vergilemede adalet talebinde bulunurken, gerçek adaletin
ancak sınıfsız ve sömürüsüz, toplumsal cinsiyet eşitlikçi- kadını güçlendirici,
farklı etnisite ve kimliklerin eşit ve özgürce yaşayabileceği, doğa ile dost
bir toplumda sağlanabileceğini aklıdan çıkartmamak gerekiyor.
DİP
NOTLAR:
(1) Richard
Murphy, The Joy of Tax, Corgi Books,
Transworld Publishers, 2015, s. 13-14.
(2) Agk.
(3) Mustafa
Durmuş, “Yeni vergi indirimleri: Kime, kimden?”, https://sendika63.org (4 Kasım 2019).
(4) http://disk.org.tr/2019/11/disk-turk-is-ve-hak-isten-vergi-adaleti-icin-ortak-basin-aciklamasi
(13 Kasım 2019).
(5) Mustafa
Durmuş, Kriz Darbe Savaş Kıskacında
Türkiye Ekonomisi, İmge Kitabevi, 2018, s. 161-162.
(6) Chris Harman, Zombie Capitalism, Haymarket Books, 2009, s. 110.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder