KORONA GÜNLERİNDE
OTORİTER SİYASET VE PİYASACILIK
Mustafa Durmuş
13 Nisan 2020
Bir yandan Tekalif-i Milliye Emirleri tek tek
okunarak ülkenin adeta bir Kurtuluş Savaşı vermekte olduğu, yani bir savaş hali
içinde olduğu algısı yaratılıyor, diğer taraftan hem Korona salgınının kendi,
hem de ardından gelen büyük ekonomik kriz ve yıkımla mücadele, büyük sermayenin
ve piyasaların talepleri doğrultusunda (devletin de desteğiyle) “bırakınız
yapsınlarcı piyasa ekonomisine” (1) terk ediliyor.
MİLİTARİST DİL
Sadece Türkiye’de değil, Dünyadaki bazı diğer
ülkelerde de siyasal iktidarlar Koronavirüs salgınıyla mücadele sırasında
özellikle militarist bir dili, savaş dilini ve söylemini kullanıyorlar.
Büyük
medyada da “virüsle savaşıyoruz”, “virüs tüm dünyayı işgal etti”, “vücudumuzun
virüse karşı savunma mekanizması” ve
“ekonomik istikrar kalkanı” gibi savaş dönemlerini çağrıştıran sözcükler
ve ifadeler sıklıkla yer alıyor.
Böyle
bir dil ya da söylem politik alanda, militarizmi güçlendirmeyi ve toplumsal
dayanışmayı etkisiz kılmayı amaçlıyor.
Çünkü bu dil hem merkeziyetçi devlet yapısını, hem de militarist
hiyerarşiyi güçlendirmeye yarayan çağrışımları içeriyor. Ayrıca iktidarların
hem o ana kadarki militarist tutumlarını meşrulaştırmaya, hem de bundan sonrasında atacakları aynı
yöndeki adımlar için toplumu hazırlamaya hizmet ediyor. Böylece insanların
özgürlüklerinden kolayca vazgeçebilmelerini istiyorlar.(2)
OTORİTERLEŞME
YÖNELİMİ ARTTI
Sorun
sadece kullanılan dil ile sınırlı da değil çünkü Koronavirüs ile birlikte
otoriterleşmeye yönelim de arttı. Geçtiğimiz bir ay içinde 10’dan fazla ülkedeki
parlamentoların faaliyetleri geçici ya da tamamen durduruldu. Bazı rejimler
insan haklarını ve özgürlüklerini baskılamak için salgını bir fırsat olarak
kullanıyorlar.
Örnek
olarak; Macaristan devlet başkanına, ülkeyi kanun hükmündeki kararnamelerle yönetme
yetkisi verildi. Bu durum devlet başkanı eliyle yapılmış bir Koronavirüs darbesi
olarak nitelendiriliyor. Yolsuzluklarla suçlanan İsrail başbakanı virüsle
beraber tüm mahkemelerin faaliyetlerine ara vererek (geçici de olsa), bu
suçlamalardan ötürü yargılanmaktan kurtuldu. Filipinler devlet başkanı ise
sıkıyönetim dönemini aratmayacak yetkilere sahip oldu. Daha kötüsü sadece
otoriter rejimler değil, demokrasi olarak nitelendirilen birçok ülkede de güvenlikçi
gözetleme ve polisin sert davranışları alarm veriyor. Bu gelişmelerin sonucunda
dünyada 500 milyondan fazla insan temsil edilmez bir konuma düşerken, 1,7
milyar insan çok kısıtlı olarak temsil edilebiliyor. (3)
NEO-LİBERALİZM
ÇÖKÜYOR
Artık neo-liberalizmin (başta ideolojisi olmak
üzere) gözden düştüğü, hatta çöküş sürecine girdiği ileri sürülüyor. Çünkü
küresel kapitalizm son ekonomik krizi olan 2008 Büyük Resesyonundan çıkamadan, çok
daha derin bir ekonomi krize doğru hızla sürükleniyor.
Öyle ki uluslar arası raporlara göre, başta Merkez Ekonomiler
olmak üzere dünyanın birçok ekonomisinde faaliyetler en az üç ay boyunca yarı
yarıya azalacak. Üretim, tüketim,
ticaret ve yatırım faaliyetleri belirgin bir biçimde düşerken ulusal hâsıla
ortalama yüzde 20 oranında küçülecek.
Virüse karşı aşının bulunmasıyla ilgili henüz bir
olumlu gelişmenin olmadığı bir süreçte, bu gelişmeler özel yatırım ve tüketim
harcamalarının ciddi olarak azalmasıyla sonuçlanırken, devletler açısından
vergi gelirleri düşecek, bütçe açıkları ve borçlanmalar artacak. Bunların
topluma yansıması ise kemer sıkma politikaları biçiminde olacak.
Korona virüsün ekonomik etkileri
kontrol altına alınsa dahi, borç stoklarıyla ilgili sorunlar devam edecek.
Özellikle de Asya’nın Yükselen Ekonomilerinde olmak üzere azgelişmiş ülkelerde
bu sorunlar ciddi boyutlarda olacak.
Borç stoklarının milli hasılaya oranının ortalama yüzde 200’e eriştiği ve bu
borçların üçte ikisinin finans dışı özel şirketlere ait olduğu gerçeği dikkate
alındığında, bu ülkeleri uzak olmayan bir zamanda bu borçlardan kaynaklanan bir
finansal kriz bekliyor. (4)
Koronavirüsün etkileri özellikle gelir bölüşümü
adaletsizliğinin çok yüksek olduğu ülkelerde çok daha sert yaşanacak. Çünkü
buralarda sosyal koruma ve sağlık alt yapısı son derece yetersiz. Bu da en
zayıf durumdaki kesimleri en riske açık hale getiriyor. Yetersiz hijyen, içme
suyu imkanları, sağlık alt yapısı ve sistemleri hepsi bir araya gelince,
salgınla birlikte mevcut eşitsizlikler daha da artacak.
İlave olarak, iklim ve gıda krizi-açlık riski insanlığın başında “Demokles’in kılıcı” gibi
sallanırken, Koronavirüsle ortaya çıkan biyolojik kriz karşısında kapitalist
devletler tam bir çaresizlik örneği sergiliyorlar. Bu devletler insanlara, bir
yandan doğayı kâr ve rant için tahrip etmenin, diğer yandan sağlık hizmetlerini
kâr için özelleştirmenin bedelini hayatlarıyla ödettiriyorlar.
“ESKİ
ÖLÜYOR, YENİ HENÜZ DOĞABİLMİŞ DEĞİL”
Gramsci’nin
dediği gibi: “Eski ölüyor ama yenisi de henüz doğabilmiş değil. Bu ara dönemde bu ölümün çok değişik
semptomları kendini gösterir”. (5)
Bu sözü bugüne uyarlarsak, bu semptomlar arasında,
hepimizin birlikte yaşadığı bazılarını görebiliriz: Sosyal izolasyonlarla-karantinalarla,
sokağa çıkma yasaklarıyla neredeyse tüm dünya bir açık cezaevine dönüşmeye
başladı. İtalya, ABD ve İngiltere’de görüldüğü gibi günlük binleri aşan
ölümlerle kentler adeta birer ölüm kampına dönüşüyor. Başta sağlık emekçileri
olmak üzere, işçiler üretime devam ettirilerek birer kurbanlık koyun gibi
salgınla mücadelenin en ön saflarında (yeterli koruma önlemi de alınmaksızın)
istihdam ediliyorlar.
Süreci
yönetemeyen otoriter, neo-liberal yönetimlerse, salgınla ilgili olarak
beceriksizliklerini gizleyebilmek için bir yandan başka ülkeleri hedef gösterme
şeklinde sahte düşmanlar yaratıyorlar, diğer yandan topluma yalan söylemeyi
sürdürüyorlar.
Aynı zamanda da fırsatçı davranarak hem kamu kaynaklarını temsil
ettikleri sınıfların yararına kullanmayı sürdürüyorlar, hem de emek sömürüsünü
daha da artırmayı hedefleyen yeni kararlar almaktan çekinmiyorlar.
NEO-LİBERAL
SALDIRGANLIK TAM GAZ SÜRÜYOR
“Sürü
bağışıklığı” adı altında insanların sokaklara çıkmasının adeta teşvik edilmesi,
“üretime ara verilmemesi”, evlerde,
işyerlerinde yeterli önlem alınmamışken “herkesin kendi OHAL’ini yaratmasının”
istenmesi, yarıya düşürülmüş ücretlerle “ücretli izin” adı altında işçilerin
sefalete itilmesi, bazı fuar mekanlarının hızlıca ve düşük maliyetlerle hastanelerine
dönüştürülme imkanı varken, yeni kamu hastanelerinin özel yüklenici firmalara
yaptırılmak istenmesi, köprü ve oto yollar için yapılmakta olan ödemelerin
ertelenmemesi ve bunun gibi bir çok karar
Korona günlerinde de büyük sermaye gruplarının ve piyasaların çıkarlarının açıktan
kollandığını gösteriyor.
Çelişkili gibi görünen bu durum aslında çelişkili
değil. Çünkü özellikle de neo-liberal çağda artık devlet ile piyasaları
birbirinden kalın çizgilerle ayırabilmek mümkün değil. Uygulamada devletçi
(hatta halk yararına) gibi gözüken birçok politika ve bu yönde alınan önlem
piyasaların, büyük ve yandaş sermaye gruplarının ve onların adına hareket eden
siyasal iktidarların işine yarıyor.
SERVET VERGİSİ YERİNE BAĞIŞ
Örnek verelim: Korona ile mücadelede kamu
harcamalarının belirgin olarak artması bekleniyor. Bu artışı karşılayacak
geliri temin edebilmek için, şu ana kadar bu topraklarda ve bu ülke
emekçilerinin sırtından elde ettikleri servetlerle dünyadaki dolar
milyarderleri arasına giren büyük sermayedarlardan ve servet zenginlerinden bir
kereliğine de olsa bir servet vergisi almak yerine, halktan (adeta bir tür
zorunlu) bağış toplanmaya çalışılıyor. Böylece salgın ile mücadele halkın
sırtına yüklenmiş oluyor.
Ya da 4857 sayılı İş
Kanununa eklenen Geçici Madde 10 ile (sözüm ona) işten çıkartmalar üç ay süre
ile yasaklanırken, gerçekte 4447 sayılı
İşsizlik Sigortası Kanunu’na eklenen Geçici Madde 24 ile ücretsiz izin uygulaması yasallaştırılıyor, ücretsiz izne çıkartılan
işçiler günde 39,24 lira gibi (asgari ücretin yarısı) komik bir ücretle açlığa mahkûm
ediliyor.
Bu ücret düzeyinin Korona salgını bitip normal
üretime geçildiğinde işverenler tarafından ücret görüşmelerinde baz alınacağına
kuşku yok. İşin diğer bir adaletsiz yanı ise, bu düşürülmüş ücretlerin
işçilerden toplanan primlerden oluşturulan İşsizlik Sigortası Fonu’ndan ödenecek
olması.
Böylece işverenler bir taşla iki kuş vururken,
hükümet de kısa çalışma desteği gibi göreli olarak daha maliyetli bir işten
kendini kurtarmış oluyor. Bu durum işverenlerin becerikliliği mi, sarı sendikaların
marifeti mi, muhalefetin beceriksizliği mi ya da devlet-sermaye simbiyotik
işbirliğinin bir sonucu mu, kararı siz verin.
NEO-LİBERAL PİYASACILIĞIN FATURASI AĞIR
Neo-liberalizmin onlarca yıldır topluma ödettiği
fatura çok ağır. Bunlara şimdi hem Koronavirüsün neden olduğu sağlık faturası,
hem de çok yakında ekonomik alanda ve nihayetinde toplumsal alanda ortaya
çıkacak olan faturalar da eklenecek.
Salgınla ilgili uluslar arası veriler incelendiğinde,
hangi ülkelerin göreli olarak daha başarılı ya da başarısız olduğu da ortaya
çıkıyor. Öyle ki toplumun sağlığını piyasalara ve piyasacı neo-liberal ve neo-muhafazakâr
otoriter yönetimlere bırakmış İngiltere ve ABD gibi ülkelerde salgının hızlı
tırmanışı sürerken, salgına karşı daha hızlı, planlı ve devletçi önemler alan
Çin ve Güney Kore gibi ülkelerde vaka ve ölüm sayısı hızla inişe geçti. Bu iki
ülke salgını piyasalara bırakmadı ve bunu bir devlet sorumluluğu olarak görüp
önlemler aldı. Çin, salgını deyim yerindeyse hapsederken, Güney Kore daha
büyümeden önledi.
Türkiye ise ilk tanının konulduğu
günden itibaren geçen dört hafta sonunda toplam resmi 30,217 vaka ve son bir günde
yaşanan 3,000’den fazla vaka sayısı ile dünyada tanı koyulmuş vaka sayısının
artış hızında ilk sıraya oturdu.(6)
Skandal sokağa çıkma yasağı kararının sonucu
olarak vaka ve ölüm sayısının ne kadar artacağı ise en geç 14 gün sonra görülecek.
Bu skandalın ardından gelen istifa kararının kabul edilmemesi ise, ülkede
güvenlikçi politikaların halk sağlığı da dahil, her şeyin üstünde tutulduğunu
bir kez daha gösterdi.
Diğer yandan Türkiye’deki sağlık örgütlerinin
yöneticileri tarafından resmi verilerin gerçek vaka ve insani kayıp sayısının
çok altında olduğu ileri sürülüyor. Buna göre:
"Türkiye’de açıklanan hasta
sayısı pozitif test sonuçları üzerinden açıklanmaktadır. Oysaki alanda Covid-19
hastalığı tedavisi alan ancak ya test sonucu belli olmayan ya da test sonucu
negatif geldiği halde tedavi edilen hastaların çok fazla olduğunu biliyoruz.
Örneğin test yapılmamış veya test sonucu negatif gelmiş, ancak yüksek ateş,
öksürük ve radyolojik olarak bilgisayar tomografisinde hastalık lehine bulguları
olan birçok hastanın var olduğunu biliyoruz.” (7)
Dünya Sağlık Örgütü tarafından, “salgın ile
mücadelede en başarılı ülkeler arasında sayıldığımız” bilgisinin nesnelliği ise,
başta ABD olmak üzere bazı ülkelerin bu örgüte yönelttiği ve yanlış bilgi
verdiği, pandemiyi zamanında ilan etmediği yönündeki sert eleştiriler ve ABD’nin
bu örgüte mali yardımı kesme tehdidi ile tartışmalı bir hale dönüşüyor. (8)
Bu ülkelerin hepsi (Türkiye dâhil) Korona virüsü
sonrasında dahi neo-liberalizme sadık bir biçimde “bırakınız yapsınlarcı”
piyasacılığı sürdürdüler. ABD ve İngiltere, “sürü bağışıklığı” teorisine sığınarak önlem
almadı ve bugün resmi verilere göre bu ülkelerde günde sırasıyla: 2,000 ve
1,000 insan salgın yüzünden hayatını kaybediyor.
MİLİTARİST DİL- PİYASACI YÖNTEM BİRLİKTELİĞİ
ABD İkinci Dünya Savaşı sırasında yaptığı gibi (otomobil
fabrikaları tank ve askeri uçak fabrikalarına dönüştürülmüştü) pandemi
sonrasında özel şirketlere talimat verip, mevcut üretim çizgilerini
değiştirerek medikal malzemeleri üretmesini sağlayabilirdi. Bunu yapmadı
(salgınla mücadelede militarist bir dil kullanmayı seçerken), özel sektörün, piyasaların gönüllü olarak
bunları üretmesini bekledi.
Üstelik (OECD verilerine göre), toplam (kamu ve
özel) sağlık harcamalarının GSYH içindeki payı açısından ABD’deki sağlık
harcamaları Güney Kore’nin iki katından fazla. Bu pay ilkinde yüzde 17,
ikincisinde yüzde 8. İngiltere yüzde 10, İtalya ve İspanya yüzde 8. (9)
Böyle bir farka rağmen ABD’nin çok vahim durumda
olmasının nedeni sağlık sektörünün tam anlamıyla metalaştırılmış ve
özelleştirilmiş ve halk sağlığının büyük ilaç, özel medikal ve sigorta
şirketlerine teslim edilmiş olması. Bunca kaynağın çok büyük bir kısmı (ABD
sağlık sisteminin yapılanması gereği) kâr olarak bu kesimlere gidiyor, geriye
halk sağlığına çok az kaynak kalıyor. Bu da bu dünya devinin sağlık alt
yapısının (yapılan bunca harcamaya rağmen) bu denli çürük kalmasıyla
sonuçlanıyor.
İngiltere’nin başarısızlığı ise Thatcher’ın 40 yıl önce “toplum
diye bir şey yoktur” sözünün içi boş bir söz ve Ulusal Sağlık Sisteminin (NHS)
bu doğrultuda çökertilmesinin tarihsel bir hata olduğunu gösteriyor.
KAYIPLAR
AZALTILABİLİRDİ
Oysa eğer Koronavirüs ortaya çıktığında sağlık sistemleri
açısından bu ülkeler hazır olsalardı, bu
çapta bir insani kayıp yaşanmaz, büyük çapta karantinalara ve zorunlu evde
kalmalara da gerek kalmazdı. Dolayısıyla da 1930 Büyük Depresyonu sırasında
görülen hâsıla ve istihdam kayıpları gibi kayıplar yaşanmazdı.
Üstelik Koronavirüs bilinmeyen bir şey değildi. 2018
yılının başlarında Dünya Sağlık Örgütü’nün bir toplantısında bir grup uzman “Virüs
X” adını verdikleri bir virüsün varlığından söz etmişler ve bunun hayvanlardan
kaynaklandığını, ancak henüz insanlara geçmediğini ileri sürerek uyarılarda
bulunmuşlardı. Ayrıca geçen yıl Eylül ayında yayınlanan bir Birleşmiş Milletler
raporu gezegende 80 milyonu öldürebilecek güçte bir pandemi riskinden söz
ediyor ve liderlere önlem almaları için uyarılarda bulunuyordu. (10)
Neo-liberal iktidarlar hem bu iddiaları ciddiye almadılar, hem de bu
salgından korunmak için alınması gerekli (ilaç, tıbbi malzeme, test araçları, yatak,
solunum cihazı gibi maddelerin üretimi ve stoklanması gibi) önlemlerin çok
pahalı ve gereksiz olduğunu düşündüler. Dahası, salgınlar konusunda yapılmakta
olan bilimsel araştırmalara ayrılan fonları da kıstılar.
Oysa hükümetler herkese virüs testi uygulayabilecek
durumda olsalardı, koruyucu ekipman
tedarik etselerdi, testler yapmak için büyük bir sağlıkçı kitlesi
oluştursalardı, izlemeleri yapsalardı, enfekte olanları izole etselerdi
karantinaya gerek kalmazdı. Hastalar ve yaşlılar evde kalır, kalanlarınsa işlerine gitmeleri kolaylaşırdı.
İzlanda, Güney Kore ve Tayvan gibi sağlam bir sağlık alt yapısı olan ülkeler
bunu başardılar. Özelleştirilmiş sağlık sistemlerine sahip olanlarsa bu konuda başarısız
oldular. (11)
Kısaca kapitalist sistemde kaderimiz sağlık,
ekonomi, ekoloji, gıda temini anlamında da, piyasaların kâr yaratma gayretine
ve sermayedarların insafına bırakılmış durumda.
Böyle bir bakış açısı altında insanlara ya Teksas
Valisinin tanımladığı gibi “ekonominin ayakta
kalabilmesi için kendilerini feda etmeye hazır yurttaşlar” (12) olmak ya da bizdeki gibi “Korona Şehitleri” olarak
anılmak düşüyor.
Oysa piyasaların böyle salgınlar
karşısında yapabilecekleri bir şey yok zira bu yapılar salgınların olmadığı bir
dünyaya göre tasarlanmış yapılar. Salgınları popüler deyimle “fiyatlamak”, ya
da vergiler koyarak içselleştirmek mümkün değil. Çünkü bunlar her hangi bir
dışsallıktan çok farklı. (13)
GELECEĞE
OLAN UMUDUMUZU YİTİRMEMELİYİZ
Bu salgın yiten, yitip gidecek olanlar hayatlara, çok
ciddi ekonomik zorluklara, devasa işsizliğe, kısaca hayatımızın büsbütün alt
üst olmasına neden olabilir. Bu anlamda da tarihte görülmüş en büyük
trajedilerden biri olarak da nitelendiriliyor.
Ancak aynı zamanda bu salgın, kapitalizmin, serbest
piyasaların kâr ve rant hırsının ne tür felaketlere neden olabileceğini de
bizlere gösterdi. Öyle ki sağlık ve eğitim gibi ortaklaşa kullandığımız
hizmetlerin piyasalaştırılıp ortadan kaldırılmasının, işçileri sendikasızlaştırmanın
ve güvencesizleştirmenin, sermaye ve serveti büyütürken toplumu nasıl
çökerttiğini, böylece uzun dönemde ekonomik büyümeyi de riske attığını gözler
önüne serdi.
Böylece bu salgın bizim için bu sistemi sorgulamak
ve her alanda radikal reformlar yapmaktan başlayarak, sonuçta kapitalist sistemi
bütünüyle değiştirmek için haklı gerekçeler oluşturuyor, bu bağlamda çok önemli
tarihsel bir fırsatı da önümüze koyuyor.
Bu bağlamda, salgınla beraber eleştirilerimiz hükümetlerle,
sağlık sistemleriyle sınırlı kalmamalı, doğrudan kapitalizme yönelik olmalı.
Çünkü virüsler doğanın bir gerçeği ve gelecekte de görülecekler. Bizim yapmamız
gereken şey onlara karşı hazırlıklı olmak, bunun için de sağlam bir sağlık alt
yapısı olan bir üretim ve bölüşüm sistemi kurmak. (14)
Umalım ki 20. yüzyılın başlarında yaşanan Birinci Dünya
Savaşı aynı zamanda nasıl sosyal devrimler çağının da önünü açtıysa, yüzyıl
sonrasında ortaya çıkan bu salgın ve ardından gelen tarihi ekonomik ve sosyal kriz
de yeni bir sosyal devrimler çağının gelişini müjdelesin.
İnsanlık var olduğu sürece umut da var olacaktır. 19.
Yüzyılda Marx’ın dediği gibi: “Tarihte insanlık hiçbir zaman çözemeyeceği
sorunları gündemine almadı. Bir sorun ortaya çıktığında, eş anlı olarak çözümleri
de tomurcuklanmaya başlar”. (15)
Bu sefer de çözümün adresi öznenin özünü (üretimde
kalmaları ısrar edilen bu anlamda da patronsuz olur ama işçisiz olmaz denilen) oluşturan
işçi sınıfı ve ezilen dünya halkları olacaktır.
Üstelik bu kez sadece dünyada nüfusu üç milyarı
bulan işçi sınıfı değil, işsizlerden,
sıfır saat sözleşmeli güvencesiz işçilere, kadınlardan gençlere, ezilen kimlik
ve inançlardan ezilen uluslara, ekolojistlerden hayvan severlere kadar,
salgının da, ekonomik krizin de en sert vurmakta olduğu çok daha büyük bir çoğunluk sahneye çıkacaktır.
DİP
NOTLAR:
(1) "laissez-faire,
laissez-passer" (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler), 18.Yüzyılda ortaya atılmış ve günümüzde de
sermaye çevreleri tarafından savunulan, devletin özel mülkiyeti korumak dışında
piyasalara müdahale etmemesi gerektiğine bir burjuva ideolojinin ana sloganı.
(2) Alexandre Christoyannopoulos, “Stop calling coronavirus pandemic a ‘war’, https://theconversation.com (8 April 2020).
(3) https://www.opendemocracy.net/en/5050/alarm-two-billion-people-have-parliaments-suspended-or-limited-covid-19 (11
April 20202).
(4) Jayati Ghosh, “The COVID-19 Debt Deluge”, https://www.project-syndicate.org/commentary/coronavirus-debt-crisis-by-jayati-ghosh (16 March 2020).
(6) Bethan McKernan, “Turkey's Covid19
infection rate rising fastest in the world”, https://www.theguardian.com (7 April 2020).
(8) Stephen
Buranyi, “The WHO v Coronavirüs: why it can’t handle
the pandemic?”, https://www.theguardian.com (10 April
2020).
(9) https://rwer.wordpress.com/2020/04/03/health-expenditure-as-a-percentage-of-gdp
( 3 April 2020).
(10)
Michael Roberts, “Lives or livelihoods?”, https://thenextrecession.wordpress.com (6 April 2020).
(11)
Agm.
(12)
https://www.theguardian.com/world/2020/mar/24/older-people-would-rather-die-than-let-covid-19-lockdown-harm-us-economy-texas-official-dan-patrick (24 March 2020).
(14)
Richard Wolff, “COVID-19
and the Failures of Capitalism”, https://www.counterpunch.org (6 April 2020).
(15)
Karl Marx,
A Contribution to the Critique of Political Economy (1859), Progress Publishers, Moscow, 1977, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1859/critique-pol-economy/preface.htm (13 Nisan
2020).
Merhabalar hocam, virüsün 2. Ve 3. Dalgası yaşanmaya başladığı zaman sizce ülkemizi neler bekliyor? Aslında açıklamışsınız fakat daha spesifik örnekler verebilir misiniz? Bir de virüsün daha önce virüs x olarak Dünya Sağlık Örgütünin ve geçen sene birleşmiş milletler raporunda yayınlanmasına rağmen önlem alınmamasına tepki gösterilmemesi hakkında ne düşünüyoruz? Acaba kapitalizm gün geçtikçe daha da mı güçlenerek karşımıza çıkıyor?
YanıtlaSilmerhabalar hocam 100 milyar tl lik virüsle mücadele bütçesinin nasıl finanse edileceği hakkında bir açıklama var mıdır? sizin bu konudaki düşünceleriniz ve öngörüleriniz nedir?
YanıtlaSil