COVİD-19 VAKALARI TEKRAR ARTARKEN ÖNE ÇIKAN İKİ
ÜLKE DENEYİMİ
Mustafa Durmuş
15 Haziran 2020
(‘15 Haziran Dünya Yaşlılara
Şiddet ve Suistimal Farkındalık Günü’nde yaşlılarımıza saygıyla…)
Bir süre önce
açıklanan “normalleşme” programına uygun bir biçimde, sokağa çıkma
kısıtlamaları ve yasakları kaldırıldı. Böylece ara verilmiş ekonomik
faaliyetler (önem sıralarına göre) aşamalı olarak tekrar başlatıldı. Salgın
nedeniyle üretiminin durdurulduğu bir kısım özel sektörde çalışan işçiler,
emekçiler fabrikalara, işyerlerine ve hizmetler sektöründeki esnaf ve emekçiler
de hizmet mekânlarına tekrar gitmeye başladılar.
2 haftada yüzde 58 artış
Yeniden açılma
sürecine ait salgın verilerine göre, bu gevşeme ile birlikte günlük vaka
sayısında da belirgin bir artış oldu. Öyle ki 1 Haziran’da 827 olan günlük vaka
sayısı (özellikle de bu ayın ikinci haftasında) belirgin bir şekilde arttı ve
dün 1,567 oldu.(1) Böylece normalleşmenin ilk ayı olan Haziran başından bu yana
geçen iki haftada vaka sayısındaki artış yüzde 58 oldu.
Bu gelişmeden haklı
olarak endişe duyan uzmanlar, bu artışların ikinci bir salgın dalgasının değil,
ilk dalga sürerken kapanma önlemlerinden erken vazgeçmenin, aşırı iyimser bir
gevşetmenin bir sonucu olduğunu belirtiyorlar.
Dünyada ikinci dalga ihtimali
Diğer yandan
dünyada durum biraz daha karmaşık gelişiyor. ABD başta olmak üzere Merkez
ekonomilerde ilk çeyreğe ilişkin olarak açıklanan çok yüksek ekonomik daralma
verilerinin piyasalar üzerinde yarattığı olumsuz etkiye ek olarak, salgında
ikinci dalga yaşanması ihtimali borsaları etkilemeye başladı. Başta ABD
borsaları olmak üzere uluslar arası borsalarda ikinci dalga satışları hala
sürüyor.
Öyle ki Wall
Street bu yılın Mart ayının ortasından bu yana en şiddetli düşüşünü yaşadı.
S&P 500 yüzde 5,9; Dow Jones yüzde 7 ve Nasdaq yüzde 5,3 düştü. The Cboe Volatility Index (hassasiyetin arttığı
gösterir) adı verilen ve supap endeksi olarak da bilinen endeks ise yüzde 4,1
oranında arttı. Benzer düşüşler Avrupa piyasasında da yaşandı. Stoxx 600
index yüzde 4,1 ve FTSE 100 index yüzde 4 düşüş gösterdi. Çin'de (gelen pozitif verilerin etkisiyle) kayıplar
daha sınırlı kalsa da, Japonya'da Nikkei index yüzde 3,5; Güney Kore'de KOSPI index
yüzde 3; Hong Kong'da Hang Seng index yüzde 2,2 düştü. (2)
Bu arada salgın
coğrafi olarak yer değiştirmeye de başladı. Başta Brezilya olmak üzere Latin
Amerika’da salgın ve buna bağlı olarak ölümler hızla yayılıyor.
Kısaca Korona salgını
dünyada da, Türkiye’de de bitmediği gibi, yeni veriler erken açılmanın vaka
sayılarını artıracağını ve ikinci bir dalganın da gündemde olduğunu gösteriyor.
Salgınlar çağındayız
O halde şu tespitin doğruluğunu kabul etmek
durumundayız: Bu salgın bir kerelik değil, bir kez görülen “siyah kuğu” değil,
mevsimsel değil. Eğer mutasyona uğrarsa tekrar gelecek demektir. Ayrıca biyo
çeşitlilik kaybından dolayı başka pandemiler de söz konusu olacaktır.
Ormansızlaştırma ve beraberinde kurulan vahşi hayvan pazarları insanların vahşi
hayvanlarla yakın temas kurmasına neden oluyor ki bu hayvanlardan gelecek
virüslere karşı bağışıklığımız mevcut değil. Kısaca başka salgınlar da olacak
ve önümüzdeki yıllarda ormansızlaştırma, biyo çeşitlilik kaybı ve iklim
değişikliği nedeniyle yeni salgınlarla karşılaşacağız. (3)
İki ülke iki sonuç
Korona salgını ile
mücadelede birbirinden büyük ölçüde farklı yöntemler izleyen iki ülkedeki hem
sağlıkla, hem de ekonomik durumla ilgili sonuçları kıyaslamak faydalı olacak.
Bu iki ülke İsveç
ve Yeni Zelanda. İsveç çok tartışmalı “sürü bağışıklığı” stratejisini
uygulayan, Yeni Zelanda ise neredeyse tam bir kapanmayı uygulayan iki zıt örnek
oluşturuyor.
Salgının en hızlı yayıldığı
aylardan olan Mayıs ayı itibarıyla milyon
başına toplam ölüm açısından Batı Avrupa’da en tepede Belçika, İspanya ve
İtalya geliyor. Diğer yandan ölüm artış hızı açısından bakıldığında İsveç,
Fransa’yı, İtalya’yı, İspanya ve ABD’yi geçip 6,2 oranı ile İngiltere’den (6,6)
sonra ikinci sıraya oturuyor. İsveç, bu açıdan İskandinav ülkeleri arasında
açık ara önde. Çünkü bu oranlar Danimarka’da 1,5 ve Norveç’te 0,1.
Haziran’a
girildiğinde bu tablo daha da netleşiyor ve İsveç milyon başına günlük ölüm
oranlarında ilk sıraya yükseliyor: Günde milyonda 5,7 ölüm (Nüfusu 10 milyon
olan İsveç’te bu 57 ölüm demek oluyor). Bu oranlar salgının en etkili olduğu
İngiltere’de 3,7 ve ABD’de 2,9. (4)
14 Haziran itibarıyla 1 milyon başına ölüm açısından İsveç 483 ölüm ile
dünyada 5. Sırada yer alıyor. İsveç’in önünde İtalya (568), İspanya (580), İngiltere
(614) ve Belçika 833) yer alırken, Fransa (450) ve ABD (356) İsveç’in gerisinde
kalıyor.
Buna karşılık
Okyanusya’daki Yeni Zelanda’da 1 milyon başına ölüm sayısı sadece 4. (5) Bu
ülkenin nüfusu 4,8 milyondan biraz fazla (yani İsveç’in nüfusunun yarısı kadar
bir ülke). Bu ülkede şu ana kadar toplam 1,504 Koronavirüs vakası görüldü ve bu
virüsten toplamda sadece 22 kişi hayatını kaybetti. Son 15 gündür yeni vakanın
görülmediği ve hatta son hastanın da tedavi edilerek evine gönderildiği ileri
sürülüyor. (6)
Büyük kaybın nedeni “sürü stratejisi” ve
özelleştirme
Dünyanın en uzak
köşesinde yer alan, nüfusu da daha az, bu nedenle de virüsün yayılımı açısından
Avrupalı bir ülke olan İsveç’e karşı daha korunaklı-avantajlı olduğu, bu sayede
salgından daha az insani kayıpla çıktığı ileri sürülebilirse de, İsveç’in
komşuları olan Norveç ve Danimarka’nın da İsveç’ten daha iyi durumda olması
sorunun nedeninin bu ülkede uygulanmış olan ve ilerde ele alacağımız “sürü
stratejisi” ve sağlık ve bakım alanındaki özelleştirmeler olduğunu gösteriyor.
Çünkü İsveç’teki ölümlerin yüzde 90’ı 70 yaş ve
üzeri yaşlı nüfus arasında ve bunların çoğunluğu da devlete ait bakım evleri ya
da devletin fonladığı evde bakımlarda gerçekleşti. (7)
Sağlık alanındaki bütçe kısıntıları, özelleştirmeler
ve beraberinde gelen çalışan personelin esnek çalıştırılıp güvencesizleştirilmesi
bu ülkedeki ölüm oranlarının yüksekliğinin asıl nedenini oluşturuyor.
Öyle ki; Belediyelerin yüzde 96’sı kemer sıkmaya ilk
olarak yaşlı bakım hizmetlerinden başladılar. Bunun sonucunda 1980 yılı
öncesinde bir bakım emekçisi günde en fazla 4 ev ziyareti yaparken, bu sayı
2015 yılında 12’ye çıktı, Korona salgını ile bu sayı daha da arttı. Sağlık ve
bakım emekçilerinin koruyucu ekipmanları yetersiz kaldı. Özellikle de evde bakım yapanlar kendi
önlemlerini kendileri almak zorunda bırakıldılar. Böylece yaşlılar, koruyucu
ekipmandan mahrum personelin virüsü onlara istemeden de olsa bulaştırması
yüzünden öldüler. (8)
Keza bakım hizmetleri “serbest tercih” adı altında
özelleştirildi. Öyle ki Stockholm’de sadece bir bölgede böyle 50 civarında özel
birim faaliyet gösteriyor. Bunlar kendi
aralarında koordineli çalışmıyorlar. Bu da salgınla mücadeleyi sekteye uğratıyor.
Ayrıca bakım emekçilerinin güvencesizliği ölümleri artırdı. Salgın başladığında
bu emekçilerin yüzde 40’ı saatlik sözleşmeli olarak çalışıyordu. Bunlar geri
kalan zamanlarında da çalışmak zorunda olduklarından, kendilerini yeterince
virüse karşı koruyamadılar ve yaşlı hastalarına bulaştırdılar. (9)
Ekonomik toparlanma da sağlanamadı
Üstelik bu strateji ekonominin
canlanmasını da sağlamadığı gibi, ekonominin ciddi oranda daralmasıyla
sonuçlandı. Öyle ki ülke İkinci Dünya Savaşından bu yana görülen en yüksek daralmayı
bu yıl yaşayacak.
Oysa İsveç modeli altında, “gereksiz
bir biçimde polis devleti uygulamalarına başvurmaksızın halkın salgına karşı
korunabileceği, aynı zamanda da ölçülü bir yöntemle salgın sırasında ekonominin
bir bölümünü açık tutarken, kalan bölümlerinin de hızla toparlanmasına imkân sağlanarak,
ekonomiye verilebilecek zararın asgaride tutulabileceği ileri sürülmekteydi”. (10)
OECD’nin son raporu İsveç’in bu yıl ikinci bir
salgın dalgası olmazsa yüzde 6,7; eğer ikinci bir dalga olursa yüzde 8,9
küçüleceğini öngörüyor. Aynı raporda Yeni Zelanda’da beklenen ekonomik küçülmenin
ise sırasıyla yüzde 7,8 ve yüzde 10 olacağı tahmin ediliyor. (11)
Kısaca “sürü stratejisi” salgının yayılmasını
azaltmadığı, buna karşılık vaka ve ölüm sayılarını artırdığı gibi (ülke milli
gelirinin yüzde 16’sına denk bir devlet desteği sağlanmasına rağmen) ekonomiyi
de canlandıramadı. Yeni Zelanda
ekonomisi ise İsveç’ten 2,2 puan daha fazla daralacak olsa da, asgariye
indirdiği insani kayıplarla salgınla mücadelede en başarılı kamucu modellerden
biri olarak tarihe geçti bile.
Pişmanlık
itirafı
İsveç’te izlenen
sürü stratejisi ile ilgili olarak ilk pişmanlık bu stratejiyi planlayan
uzmandan geldi.
İsveç Hükümetine sürü bağışıklığı stratejisini
öneren ve hükümetin bu öneriyi hayata geçirmesini sağlayan epidemiyolojist kendisi
ile yapılan bir radyo söyleşisinde bu stratejinin gereğinden çok fazla ölüme
neden olduğunu, bugün olsa daha farklı bir strateji üzerinde düşünülebileceğini
açıkladı. (12)
Yeni Zelanda’nın başarısı: Açıklık, güven,
demokrasi ve bütçe hakkı
Yeni Zelanda’nın
başarısı ise; hükümetin salgınla ilgili bilgiyi halkla şeffaf bir biçimde
paylaşmasına (böylece halkın hükümete olan güveninin yüzde 88’e kadar
yükselmesine); güven veren, kararlı bir kolektif liderliğe;
kamu personelinin tam desteğine; bilim kurulunun uyarılarına tam uyulmasına ve
halkın da çok sert tedbirleri (bazı özgürlüklerinin kısıtlanmasına,
geleneklerini dahi çiğnenmesine katlanarak) benimsemesine ve bunlara tam olarak
uymasına bağlanıyor.
Öyle ki ülke insanının çoğu ciddi gelir kaybına
uğradı, sosyal izolasyona tabi tutuldu,
spor ve eğlenme biçimleri radikal değişikliklere uğradı. Ancak bu
önlemler sayesinde virüsün yayılması da önlenebildi. Bu süreçte hükümetin ötekileştirici,
dışlayıcı olmayan, böylece muhalefeti de stratejik kararlara ve uygulamalara
katan tavrı çok belirleyici oldu (Parlamentonun yerine geçici olarak oluşturulan
Konseyde muhalefetin sayıca çoğunluğu sağlamasına izin verildi). (13)
Kısaca Yeni Zelanda (son yıllarda neo-liberalizmin
giderek ele geçirdiği bir ülke olan İsveç’ten farklı olarak) önce piyasaları ya
da ekonomiyi değil, halkının sağlığını düşünen bir strateji izledi ve bunda da başarılı
oldu.
Bunu yaparken de hükümet halkıyla dayanışma içinde
oldu, onun güvenini kazandı, ama her şeyden önemlisi kamucu bir strateji ve
buna uygun politikalar uyguladı. Yani salgınla mücadeleyi piyasaların insafına ya
da bireylerin kendi almaları gereken bireysel önlemlere bırakmadı.
“Mutluluk
Bütçesi”
Bu ülke ayrıca adına “Mutluluk Bütçesi” ya da “İyilik Bütçesi” (Well Being Budget) denilen
ve diğer ülkelere de örnek teşkil edebilecek yeni bir bütçe modeli ile salgınla
ve ekonomik daralmayla mücadelesini başarı ile uyguluyor.
Mutluluk Bütçesi ilerici, içermeci, bütünlükçü, ulusal
kaynaklarını bütün toplum için kullanmayı amaçlayan bir vizyonla hazırlanıyor
ve tüm bütçe süreçlerinde halkın etkin katılımını ve denetimini (bütçe hakkının
kullanılmasını) hedefliyor. Böylece (başlangıçtaki
kazanımları göreli olarak daha az olsa da), orta ve uzun vadede hem ekonomik,
hem de politik anlamda çok ciddi sosyal kazanımlar içeriyor.
Kısaca Yeni Zelanda’nın bu bütçesinin 5 temel önceliği söz konusu: (i)
Düşük karbonlu bir ekonomi yaratmak (ii) Sosyal ve ekonomik fırsatlar yaratan
teknolojik yenilikleri artırmak (iii) Ülkenin asıl sahipleri olan yerli Maoriler
ve diğer dezavantajlı gruplar için gelir, beceri ve fırsat artışları yaratmak
(iv) Çocuk yoksulluğunu ve aile içi şiddeti azaltmak (v) Özellikle de gençler
için olmak üzere ruh sağlığını korumaya ilişkin hizmetleri artırmak. (14)
Böylece bütçe hazırlanırken (1980 ve
1990’larda bu ülkede de olduğu gibi
öncelik verilen) neo-liberal mali disiplin, mali şeffaflık, kamu
yönetiminde etkinlik ve ekonomik büyüme kavramlarından ve toplumsal refahın
GSYH ile ilişkilendirilmesinden vazgeçiliyor. Bunların yerine başarı ölçütü olarak “Yaşam Standardı Çatısı” ölçütü altında
mevcut “mutluluk” durumuna etki eden 12 alan ve gelecekteki “ mutluluk halini”
etkileyecek olan 4 varlık belirleniyor. Bunlar OECD’nin Daha İyi Bir Yaşam
Endeksi ile uyumlu 61 ilerici gösterge ile destekleniyor.
Tahammülün
neresindeyiz?
Sonuç olarak, Koronavirüs salgınının
bitmediği, ekonomik toparlanma adı altında kâr çıkarımına öncelik verilmesi
yüzünden gerçekleştirilen erken açılma ve kontrolsüz gevşetmenin salgın
vakalarının artmasına neden olduğu açık.
Ayrıca ilk salgın dalgası sürerken,
ikinci bir dalganın da yaşanabileceği ihtimali giderek artıyor. Kaldı ki bu
salgın sona erse de kapitalizmin neden olduğu metobolik yarılmanın bundan böyle
bizleri yeni salgınlarla baş başa bırakacağı da görülüyor.
Bu yüzden de bütün mesele bu salgınlara
neden olan üretim tarzına, siyasal ve sosyal sisteme, bu sistemde sermayenin
doğa üzerindeki hegemonyasına, sağlık ve bakım alanındaki kesintilere,
özelleştirmelere, özcesi insan ve toplum sağlığının kâr çıkarımına kurban
edilmesine daha ne kadar tahammül edeceğimizdir.
Dip
notlar:
(3) Gaël Giraud: Will COVID Lead to Authoritarianism?, https://www.ineteconomics.org/perspectives/podcast/gael-giraud
(11 June 2020).
(4) DSÖ’nün
günlük verilerinden hesaplanmıştır.
(6) https://tr.euronews.com/2020/06/08/yeni-zelanda-basbakan-ardern-salg-n-bitti-covid-19-yasaklar-n-bu-geceden-itibaren-kald-r-y
(14
Haziran 2020).
(7) Sweden, the
pandemic and precarious working conditions”, https://www.socialeurope.eu (10 June 2020).
(8) Agm.
(9) Agm.
(10)
Mike Whitney,
“Sweden Is Right. The Economy Should be Left Open”, https://www.globalresearch.ca/sweden-right-economy-should-left-open
(20 April 2020).
(11)
OECD Economic Outlook, Volume 2020 Issue 1:
Preliminary version,
No. 107, OECD Publishing, Paris,
(13)
Grant
Duncan, “New Zealand’s coronavirus elimination strategy has united a nation. Can
that unity outlast lockdown?”, https://theconversation.com (15
April
2020).
(14)
Chye-Ching Huang with Paolo de Renzio and Delaine
McCullough, New Zealand’s “Well-Being Budget”: A New Model for Managing Public
Finances? (May 2020), International Budget Partnership, https://www.internationalbudget.org/wp-content/uploads/new-zealand-well-being-budget-may-v2-2020.pdf.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder