13 Ağustos 2020 Perşembe

Yüksek kur sömürüyü artırıyor

 

Yüksek kur sömürüyü artırıyor

Mustafa Durmuş

 13 Ağustos 2020

Döviz kurundaki hızlı yükseliş bu aralar ekonomideki tartışmaların odağında yer alıyor. Özellikle de son bir haftada gerçekleşen kur artışlarının hem nedenleri, hem sonuçları, hem de hükümetçe alınan önlemlerin işe yarayıp yaramayacağı tartışılıyor (bu yazının yayına verildiği tarihte dolar kuru 6.85’ten giderek yükselerek 7.30’u aşmıştı).

Kurdaki bu endişeli gidişat karşısında siyasal iktidar (daha önce hep yaptığı gibi), elindeki geniş medya imkânları aracılığıyla, ülke ekonomisinin “uçuşa geçecek” kadar hızlandığını, dövizdeki bu hızlı yükselmenin ise, geçici bir durum ve dış güçlerin işi olduğunu ileri sürüyor.

Ancak (özellikle de son bir yıldır) kurdaki yükseliş ve ekonomideki işsizlik, enflasyon, yoksulluk gibi diğer olgular dikkate alındığında, bu açıklamaların iktidarın kendi tabanını dahi artık ikna etmeye yetmediği görülüyor.

Döviz kurundaki istikrarsızlıkların ve döviz krizlerinin hem nedenleri, hem de sonuçlarıyla ilgili olarak değişik mecralarda daha önce de yazdım. Merak edenler ayrıca kurdaki yükselişlerle ülkedeki servet bölüşü adaletsizliği arasındaki doğrusal ilişkiyi ele aldığım son yazıma göz atabilirler.(1)

Kurdaki artış yoksullaştırıyor

Kuşkusuz döviz kurdaki son yükselişin, başta emekçiler olmak üzere toplumun çeşitli kesimleri üzerinde yoksullaştırıcı etkileri olacak. Başta, sadece dolar ile satın alınabilen petrolün faturası olmak üzere, ithalat TL cinsinden daha pahalı hale geleceğinden yoksulluk artacak.

Ayrıca toplamı 437 milyar doları bulan dış borçların TL cinsinden miktarının artması, hem kamu borcu açısından vergi mükelleflerinin, hem de kendi dış borçları açısından özel şirketlerin borç yükünün artmasına neden olacak.

Son olarak başta köprüler, hava limanları olmak üzere Kamu Özel İşbirliği projeleri adı altında özel sektöre yaptırılan projelerden gelen yükler söz konusu. Örnek olarak, köprü geçişleri son bir haftada doların yüzde 7 değer kazanması nedeniyle 20 TL arttı. Bu köprülerden geçenler de, hiç geçmeyen vergi mükellefi diğer yurttaşlar da  (verilen yolcu garantisi nedeniyle) bu zamlı tarifeden bu ücreti ödeyecekler. Bu yükselişle birlikte şehir hastanelerine hizmet alım ve kiralama bedeli olarak önümüzdeki 25 yıl boyunca ödenecek olan toplam 142,2 milyar dolarlık bedel de (TL cinsinden) yüzde 7 oranında arttı.

Kurdaki yükseliş ihracat için iyi bir şey midir?

Dünkü açıklamalarında Bakan Albayrak: "Önemli olan kurun rekabetçi olup olmamasıdır. Türkiye, tarihinde ilk defa rekabetçi bir kur düzeyiyle ekonomisini dönüştürecek bir yapıya kavuştu" diyerek (2), döviz kurundaki yükselmenin (ya da TL’nin değer kaybetmesinin) rekabet gücümüzü artırarak ihracatımızın (ve turizm gelirlerinin) artmasına katkıda bulunacağını iddia etti.

Bu nedenle bu yazımda özgün olarak kur artışının, neredeyse hiç konuşulmayan bir boyutunu, ihracat ile ilişkisini ele alacağım.

Ana akım iktisat teorisi çerçevesinde bir ülkenin ihracatını etkileyen çok sayıda faktörden söz edilir. Bu etkenler arasında en çok dikkat çekenlerden biri, ülke parasının ihracatta ödeme aracı olan rezerv paralar karşısındaki değeri (aşırı ya da düşük değerli olup olmadığı) konusudur.

Çünkü bu perspektiften, örneğin TL aşırı değerliyse (döviz kuru göreli olarak düşükse) , ülkenin ihraç ettiği ürünler göreli olarak daha pahalı hale gelir, bu da ihracatı olumsuz etkiler. Tersine eğer TL düşük değerli ise (yani döviz kuru göreli olarak yüksekse) tersi bir sonuç ortaya çıkar ve ürünlerimiz dış piyasalarda muadillerine göre ucuzlayacağından ihracatımız artar.

Kuşkusuz bu yaklaşımın temel varsayımı “fiyat esnekliği yüksek ürünlere” sahip olmaktır. Yani fiyat esnekliği yüksek olan malları (fiyatları düştüğünde talebin arttığı mallar) ihraç ediyorsanız,  düşük değerli kur nedeniyle ihracat fiyatlarındaki düşüşler işe yarayabilir ve ihracatınız artabilir.  

Emek yoğun, düşük becerili, düşük teknoloji içeren ihracat hâkim

Bu bağlamda ele alındığında Türkiye’nin ihracatında hâkim olan mal türünün yüksek fiyat esnekliğine değil, daha ziyade düşük fiyat esnekliğine sahip, yani daha çok emek yoğun,  düşük beceri yoğun, düşük teknolojili mallardan oluştuğunu görmek gerekiyor.

Bu yüzden de Türkiye’nin ihracatı (normal koşullarda), fiyatlardaki düşüşlerden yeterince etkilenmiyor. Daha ziyade, bu ürünleri ithal eden ülkelerdeki gelirdeki dalgalanmalar ihracatımızı etkiliyor.

Korona sonrası oluşan küresel ekonomik koşullar altında, Türkiye’nin ihracat yaptığı tüm pazarların yaşanmakta olan çok ciddi boyuttaki ekonomik daralma nedeniyle), iyi durumda olmadığı çok açık. Nitekim bu da Türkiye’nin ihracat verilerine (turizmde olduğu gibi) yansımış durumda.

Türkiye’nin en büyük ihracat pazarı olan AB ülkelerine bakıldığında durum hiç iç açıcı değil.

Eurostat verilerine göre; Avrupa ekonomilerinde (31 Temmuz itibariyle) ekonomik küçülme; Avro Bölgesi’nde yüzde - 12,1 ve AB genelinde yüzde - 11,9 oldu. Buna göre, İtalya yüzde 12,4; Fransa yüzde 13,8, Portekiz yüzde 14,1; İspanya yüzde 18,5, Almanya yüzde 10,1 küçüldü. Bazı büyük şirketler devasa zararlar ettiler. Örneğin Volkswagen’in zararı 1,4 milyar avroyu (gelirlerinin yüzde 23’ünü kaybetti), Renault’un zararı 7,3 milyar avroyu ve Airbus’ın zararı 1,9 milyar avroyu buluyor. İşsizlik Avro Bölgesi’nde yüzde 9,5’e çıkarken,  devletten kısmi ücret desteği alan işçilerin sayısı İngiltere’de 9,3 milyon, Fransa’da 4,5 milyon, Almanya’da 6,9 milyon, İspanya’da 3,7 milyon oldu. (3)

Ayrıca uluslararası bir araştırma kuruluşu bu yıl uluslararası ticaretin en az yüzde 13 dolayında azalacağını, dahası dünya ekonomisinde 2023 yılına kadar her hangi bir toparlanma olmayacağını ve dünya ekonomisinin bir daha Korona salgını önceki ekonomik büyüme oranlarına geri dönemeyeceğini ileri sürüyor.(4)

Kısaca, hem genelde uluslararası ticaretin durumu iyi değil, hem de Türkiye’nin ana ihracat pazarları yangın yeri gibi. Bu da Türkiye’nin ihracatının daha da zora gireceğine işaret ediyor.

TL aşırı değerli mi?

Asıl sorumuza dönersek: TL, dolar ve avro karşısında aşırı değerli mi? Böylece ihracatçıyı düşünerek kurdaki artışa müdahale etmek yanlış mı?

Bu soruları yanıtlayabilmek için bir kavram ile tanışmamız gerekiyor: Efektif Döviz Kuru. Nominal efektif döviz kuru (NEK); belirli bir kriter gözetilerek seçilmiş çift taraflı nominal kurların uygun bir ağırlıklandırma yöntemi kullanılarak elde edilmiş ortalaması iken, reel efektif döviz kuru (REK); NEK’in ülkeler arasındaki göreli fiyat veya maliyet unsurlarıyla düzeltilmiş halidir.(5)

Bir başka anlatımla; Türkiye’nin dış ticaretinde önemli paya sahip olan ülkelerin para birimlerinden oluşan sepete göre TL’nin ağırlıklı ortalama değerine nominal efektif döviz kuru (NEK), NEK’deki nispi fiyat etkilerinin arındırılmasıyla oluşturulan ortalamaya da reel efektif döviz kuru (REK) adı veriliyor.(6)

REK’teki değişim önemli

Bu tanımlardan da anlaşılabileceği gibi, reel efektif döviz kuru (REK) ülkeler arasındaki göreli fiyat veya maliyet gelişimi hakkında bilgi içeriyor, dolayısıyla ekonomilerin rekabet güçlerinin değerlendirilmesinde kullanılan anahtar makroekonomik göstergelerden biri olarak değerlendiriliyor. Bu nedenden dolayı da göreli fiyat ve maliyet değişimlerini de içeren REK’i esas almak gerekiyor.

Böylece bir ülkenin reel efektif döviz kuru endeksi (REK) 100’ün üzerine çıkıyorsa, o ülkenin ulusal parası diğer paralar karşısında değer kazanmaya, 100’ün altına düşüyorsa değer kaybetmeye başlıyor. Ya da ilkinde aşırı değerli, ikincisinde değersiz ulusal paradan söz ediliyor.

Böyle olunca da, aşırı değerlenmiş ulusal para altında ihracat daha pahalı hale geldiğinden, ihracat beklendiği gibi artmıyor. REK’in 120 – 125 aralığına doğru hareketlenmesi durumunda ise TL aşırı değerleniyor. Bu durumda para politikası araçları kullanılarak TL’ye müdahale edilebiliyor.(7)

REK azaldığında emek ve doğa sömürüsü artıyor

REK Endeksi düştüğünde ise meselenin bir başka boyutu ortaya çıkıyor, ülkede üretilen ürünler çok ucuz fiyattan dışarıda satılıyor. Yani hem ülke ekonomisi ciddi bir kan kaybına uğruyor, hem emek daha fazla sömürülüyor, hem de doğa daha fazla tahrip ediliyor.

TCMB’ye göre, Türkiye ekonomisinde TÜFE bazlı en düşük REK en son 2 yıl önce (Eylül 2018'de TL'de yaşanan sert değer kaybı sırasında) görüldü. Türkiye’nin (tüm ticari partnerleri açısından) REK’i 62.51’ye (8) ve sadece az gelişmiş ülkeler grubundaki partnerleri açısından REK’i 53,09’a kadar geriledi (2018 yılı Rahip Brunson krizinin patladığı ve doların kurunun 7,22 TL’ye kadar çıktığı bir yıldı).

Özcesi, Korona Salgınından bu yana (döviz kurundaki yükselişe paralel olarak) REK’te yeni bir dibe doğru gidildiği görülüyor. Ancak Korona Salgını ile doğrudan ilgili olan bu gelişmeden önce de Türkiye ekonomisinde işlerin iyiye gitmediğinin ve diğer ülkelerle kıyaslandığında, REK’in en fazla düştüğü ülkelerin başında geldiğinin altını çizmemiz gerekiyor.

Korona’dan önce başlayan iniş

Bu konuda en net bilgi IMF’nin son raporunda mevcut. IMF bunu reel efektif döviz kuru açığı (REER Gap) kavramı ile açıklıyor ve 2019 yılında 30 gelişkin ve azgelişmiş ekonomi karması içinde en fazla açığa (dolayısıyla da en düşük REK’e), yüzde 15-25’lik bir açıkla, Türkiye’nin sahip olduğunu ileri sürüyor.(9)

REK’teki Korona sonrası gelişmeleri ise TCMB istatistiklerinden (Temmuz ayı itibariyle) görebilmek mümkün.(10) Buna göre, (2003 yılı 100 olarak kabul edildiğinde), Temmuz 2020’de TÜFE bazlı REK 68.52 oldu. Bu yılın Mart ayında (yani Korona Salgınının ortaya çıktığı ayda) ise bu endeksin değeri 73,14 idi.  Azgelişmiş ülkeler bazlı REK ise Temmuz ayında 56,60’a kadar gerilemiş durumda. Aynı ayda ÜFE Bazlı REK 77,57 oldu (Mart’ta 80, 22 idi). Son olarak, işgücü ücretlerini ve maliyetlerini gösteren birim işgücü bazlı REK 69,82 oldu (Aralık 2019’da). Bu azgelişmiş ülkeler bazlı olarak hesaplandığında 48,80’e kadar geriliyor.

Bu verilerin Temmuz verileri olduğunun, Ağustos’ta yaşanan yüzde 7’ye yakın kur yükselişini yansıtmadığının altını çizelim. Yani bu ayda REK daha da düşük çıkacaktır.

Şimdi bu istatistikleri ekonomi politik açıdan (yani sosyal sınıflarla bağlantılı olarak) değerlendirelim.

REK’in ekonomi politik yorumu

2019 yılından bu yana Türkiye’de reel efektif döviz kuru (REK) , hem ihracat fiyatları, hem de bu üretimin gerçekleşmesi için işçilere, emekçilere ödenen ücretler bakımından en düşük düzeylerde seyrediyor.

Yani uluslararası ticarette çok önemli bir etken olan döviz kuru aşırı değerlenmiş, bunun karşısından TL hızla değer kaybetmiş durumda. Üretimi gerçekleştiren işçi sınıfı da bundan nasibini alarak en düşük birim maliyetleriyle yani en düşük ücretlerle çalışmaya zorlanmış bir halde bulunuyor.

“İzole üretim üsleri” ve Dardanel 

Salgın sonrası sermaye sınıfı, önümüzdeki süreçte (MÜSİAD’ın önerisiyle bazıları kurulmuş olan) İzole Üretim Üsleri gibi, işçiler için adeta bir cezaevi anlamına gelen üretim ve ihracat birimlerine yoğunlaşacak. (11)

Böylece daha da baskılanmış ve daha da düşük ücretlerle çalıştırılan işçiler sayesinde ihracatta rekabet gücü artırılmaya çalışılacak. Bu, Korona Salgınıyla derinleşen kapitalizmin krizinin bedelinin bir kez daha işçi sınıfına ödettirileceği anlamına geliyor.

Salgın koşullarında işçilere nasıl muamele edileceği ve devletin bu konuda nasıl sessizliğe bürüneceği, kısaca işçi sınıfını bundan böyle nasıl bir çalışma ve yaşam biçiminin beklediği açısından Çanakkale Dardanel fabrikasındaki yaşananlar çarpıcı bir örnek oluşturuyor.(12)

 

Düşük REK- emperyalist sömürü ilişkisi: Eşitsiz değişim olgusu

Kuşkusuz meselenin diğer bir boyutu da düşük kurlar aracılığıyla ortaya çıkan emperyalist sömürü. Bir başka anlatımla emperyalist kapitalist sistemin işleyişine uygun olarak azgelişmiş ülkeler çok büyük bir sömürüye ve dolayısıyla da değer kaybına uğruyor. Emperyalist ülkeler ise,  hem diğer ülkelerin işçilerinin emeğini, hem de doğal kaynaklarını gerçek değerinin çok altında fiyatlarla elde ediyorlar.

Böyle bir “eşitsiz değişim” altında azgelişmiş ülkeler (daha ucuz emek ve toprak, daha fazla mali teşvik sunmak anlamında) birbirleriyle yarıştırılıyorlar. Böylece değerinin çok altında fiyatlarla yaptıkları ihracat yüzünden bu ülkelerin halkları daha da yoksullaşırken, ekonomileri daha kırılgan ve krizlere yatkın bir hale geliyor. Bir araştırmaya göre ; (13) Güney’in azgelişmiş ülkeleri bu şekilde her yıl 2,66 trilyon dolar zarar ediyor.

Bir ülke diğerini sömürmez, sermaye emeği sömürür

Bu çözümlemeyi yaparken ciddi bir hataya düşmekten kendimizi sakınmamız gerekiyor. Kısaca, bu çözümlemede bir bütün olarak ticaret yapan iki ülkeden birinin diğerini sömürmesinden söz etmiyoruz.

Örneğin emeği ve ürünleri gerçek fiyatının altında satın alan Almanya’da, Alman halkının ya da Alman işçi sınıfının bu ticarette hiçbir belirleyici bir rolü yoktur. Böyle bir eşitsiz değişimden ortaya çıkan sömürüden faydalananlar başta ithalatçı Alman sermayesi olmak üzere bu ticarette rol alan sermaye sahipleridir.

İşbirlikçi yerli sermaye gerçekte kayba uğramaz

Benzer bir biçimde Türkiye tarafında, böyle bir kan kaybından asıl zararı görenler üretici-ihracatçı sermaye grupları değil, ihraç edilen malları üreten emekçilerdir. Çünkü onlar daha düşük fiyatlarda üretim yapmak için daha fazla saatlerde ve daha düşük ücretlerde çalışmaya zorlanırlar. Böylece mutlak artı değer sömürüsünün daha da artırılması biçiminde bir sömürüye tabi tutulurlar.

Yerli sermayedarların ya da ihracatçıların kaybı ise ancak deyim yerindeyse “kârdan zarar etmek” biçiminde olabilir. Yani bu denli rekabetçi bir piyasa olmasaydı elde edebilecekleri kârın sadece bir kısmından vazgeçmek durumunda kalabilirler. Kaldı ki devletler bu zararı telafi etmeye dönük olarak ihracatçılara cömert para- kredi sübvansiyonları ve ihracattaki vergi iadesi biçiminde vergi teşvikleri sunarlar. Bu sunumları yaparken de, bunun tüm ulusun çıkarı için yapıldığı izlenimi uyandırılır.

Kısaca eşitsiz değişimin neden olduğu sömürüden sadece ithalatçı tarafın sermayesi değil, ihracatçı tarafın sermayesi de pay alır. Bu bağlamda ulusal bir çatışmalı durum gibi görünse de, gerçekte böyle bir ulusal çatışmalı durum söz konusu değildir.

Burada gerçekte, sınıfsal çıkarların örtüşmesi ya da sınıfsal çıkarların çatışması söz konusudur. İki ülkenin sermayedarlarının çıkarları bir tarafta, işçilerinin çıkarları ise diğer taraftadır. Çatışmalı olan çıkar sadece bu iki sınıf arasındadır. Kısaca, emperyalist sömürü dışsal bir olgu değil, içsel bir olgudur. Ülkedeki işbirlikçi sermaye ve yöneticiler olmaksızın günümüzde emperyalist bir sömürü gerçekleşemez.

“Milliyetçilik” anti-emperyalizm demek değil

Bu temel gerçeklikten ötürü böyle bir sömürüye karşı mücadele milliyetçilik ya da ulusalcılık temelinde verilemez. İşçi sınıfının ve ezilen halkların böyle bir sömürüden kurtulabilmesi için uluslararası düzeyde işbirliği yapması ve mücadele etmesi gereklidir.

Bu bağlamda ülkelerin halklarını, emekçilerini birbirine düşman etmeye çalışan sözde anti-emperyalist ideolojilerden uzaklaşıp,  doğrudan kapitalizme ve emperyalizmle karşı mücadele çağrısı içeren enternasyonalist söylemlere ve eylemlere yönelmek gerekir.

Emperyalizmi sadece militarist güçle, uluslararası arenada hegemonya sıralaması ile sınırlandıran yüzeysel analizler emperyalizmin asıl olarak ekonomik karakterli olduğunu, emperyalistlerin mutlaka yerli işbirlikçi sermaye grupları ve siyasal iktidarlarla işbirliği yaptıkları gerçeğini gizlemeye hizmet eder.

Sonuç

Ülkede izlenen para politikaları ve kamu bankaları aracılığıyla yürütülen ve döviz rezervlerinin erimesinin sonucunda ortaya çıkan yüksek döviz kurları ihracata bir fayda sağlamıyor. Tersine eşitsiz değişim yasası gereği yoğun bir emek sömürüsüyle ve ülke dışına değer çıkışıyla, ülkenin daha da yoksullaşmasıyla sonuçlanıyor.

Geldiğimiz nokta itibariyle, Türkiye toplumu olarak ekonomik, sosyal, politik, ekolojik ve kültürel anlamda tam bir çoklu çöküş halindeyiz. Bu çöküşle birlikte ülke hızla çağdaş demokratik değerlerinden uzaklaşıyor, giderek daha fazla Orta Çağı çağrıştıran gerici uygulamalarla karşılaşıyoruz.

Aynı zamanda; başta yüksek dış borç anapara ve faiz ödemeleri, yabancı yatırımcıya sunulan yüksek faiz, transfer fiyatlaması yüzünden ortaya çıkan vergi geliri kayıpları ve son olarak yüksek döviz kurları aracılığıyla emperyalist kapitalist sisteme tam anlamıyla bağımlı bir hale gelmiş ve onun neden olduğu emek ve doğa sömürüsünün altında ezilir bir duruma gelmiş bulunuyoruz.

Eğer  son 18 yılda bizi uçuran bir diğer “başarı” örneği daha aranıyorsa, uzağa gitmeye gerek yok,  emperyalizmle iktisadi alandaki ilişkilerde bu fazlasıyla mevcut.

 ABD doları, Emek sömürüsü, Emperyalizm, İhracat,  Kur, Reel Efektif Döviz Kuru.

Dip notlar:

(1)     Mustafa Durmuş, “ Gelir ve servet eşitsizliği döviz kurunu yükseltiyor!”, http://mustafadurmusblog.blogspot.com (9 Ağustos 2020).

(2)       https://www.dw.com/tr/albayrak-kur-iner (12 Ağustos 2020).

(3)     Anthony Torres, Alex Lantier, “European economy collapses as EU bails out the super-rich”, https://www.wsws.org/en/articles ( 3 August 2020).

(4)       Barry Naisbitt with Janine Boshoff, Dawn Holland, Ian Hurst, Amit Kara, Iana Liadze, Corrado Macchiarelli, Xuxin Mao, Patricia Sanchez Juanino, Craig Thamotheram and Kemar Whyte , “The World Economy- Global outlook overview”, https://www.niesr.ac.uk (August 2020).

(5)       Hülya Saygılı, Mesut Saygılı, Gökhan Yılmaz, Türkiye İçin Yeni Reel Efektif Döviz Kuru Endeksleri, TCMB Çalışma Tebliği No: 10/12, Temmuz 2010,s. 2.

(6)       http://www.mahfiegilmez.com/reel-efektif-doviz-kuru-endeksi-nedir (18 Kasım 2020).

(7)       Agm.

(8)     TCMB Ödemeler Dengesi Müdürlüğü verileri (12 Ağustos 2020).

(9)       International Monetary Fund, 2020, External Sector Report: Global Imbalances and the COVID-19 Crisis, Washington, DC,( August 2020), s. 9,11.

(10)   TCMB agv.

(11) “Bir adım ötesi toplama kampı! İzole üretim üsleri kuruluyor”, https://www.evrensel.net (14 Mayıs 2020).

(12)   Can Kartoğlu, “Dardanel işçisinin evi neresi?”, https://sendika63.org  (2 Ağustos 2020); https://www.evrensel.net/yazi/86925/duyulup-duyulmadigina-bakmadan-bagirmak-gerek-hava-kursun-gibi-agir (12 Ağustos).

(13)   Jason Hickel, The Divide- A Brief Guide to Global Inequality and its Solutions, Windmill Books, 2017, s. 28.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder