Elbette
“ekonomi yüksek döviz kurlarından ibaret değil”
Mustafa
Durmuş
17
Ağustos 2020
Yazının başlığı, özellikle de kurlardaki son yükseliş üzerinden iktidarın ekonomi politikalarını eleştirenlere karşı iktidar cephesince yapılan savunmayı özetliyor.
Bu mealdeki sözler; bazen “buzdolabı sayısındaki
artışın halkın refahındaki artış ile ilişkilendirilmesiyle” dolaylı olarak söyleniyor, bazen de “bir
merminin fiyatının ne kadar yüksek” ya da “terörle mücadelenin ne kadar pahalı”
olduğu hatırlatılıyor. Böylece hem ekonomideki diğer göstergelerin iyi durumda olduğu,
hem de ülkenin bekası açısından her türlü maliyete katlanılması gerektiği
vurgulanıyor.
Kuşkusuz ekonomi sadece kurdaki değişikliklere
indirgenemez. Nitekim bu durumun bilincinde olan Dünya Bankası da (DB) birkaç
gün önce Türkiye ile ilgili bu yöndeki kapsamlı raporunu kamuoyu ile paylaştı.
Bu rapor Türkiye’deki son kur yükselişlerinden önce
hazırlandığı için kurlarla ilgili son gelişme raporda yer almıyor. Ancak hemen
her ekonomik göstergeye raporda yer verilmiş, mevcut duruma ilişkin ciddi
bilimsel çözümlemeler yapılmış, geleceğe ilişkin öngörülerde bulunulmuş.
Raporu
görme ama Biden’ı gündeme taşı
Bu anlamda rapor son yıllarda (bence) uluslararası
kuruluşlar tarafından Türkiye ekonomisi üzerine hazırlanmış olan en kapsamlı
raporlardan biri. Buna rağmen rapor (Bakan Albayrak’ın döviz kurundaki
yükselişle ilgili çok tartışılan açıklamalarını yaptığı günlerde yayınlanmış
olsa da), ana akım medyanın gündeminde gerektiği gibi yer almadı.
Havuz medyasında daha ziyade raporda yer alan “Türkiye’nin Salgını daha hızlı kontrol altına
aldığı” şeklindeki tespite yer verilmekle yetinildi. Raporun kendinin ülke
ekonomisinin bugününe ve yarınına ait olduğu gerçeği göz ardı edildi.(1) Bu yapılırken bugünlerde ABD Başkan
adaylarından J. Biden’in bu yılın başında Türkiye ile ilgili söylediği iddia edilen
bazı sözler aynı medya tarafından servis ediliyor.
Dünya
Bankası Türkiye Ekonomik İzleme Raporu
Toplamda 120 sayfayı bulan ve çok sayıda banka ekonomistinin
katkı verdiği bu rapor (2) Türkiye ekonomisinin ve insanımızın mevcut durumu ve
yakın geleceği ile ilgili olarak çok önemli ipuçları veriyor, ciddi uyarılarda
bulunuyor. Bu yazıda bunların hepsine yer verme şansımız olmadığı için, bazılarına
odaklanmakla yetineceğiz.
Bu
yıl ekonomi küçülecek, işsizlik ve yoksulluk artacak, 2021 ise belirsiz
İlk olarak, Dünya Bankası Türkiye ekonomisinin 2020
yılında yüzde -3,8 oranında küçüleceğini, buna bağlı olarak da, işsizliğin ve
yoksulluğun daha da artacağını, ülkenin giderek daha fazla finansal bir kriz
riski ile karşı karşıya bulunduğunu ileri sürüyor.
Son
3 yılda refahımız yüzde 25 azaldı
Rapordan (s.67); yurttaşlarımızın ortalama ekonomik
refah düzeyinin (Korona Salgını yüzünden değil), aslında 2017 yılından bu yana
düşmekte olduğu gerçeği ortaya çıkıyor.
Şöyle ki; 2017 yılında kişi başı milli gelir 10,616
dolar iken, bu sürekli olarak düşmüş ve 2018’de 9,693 dolara; 2019’da 9,127
dolara gerilemiş. İçinde bulunduğumuz yılda ise 7,924 dolara kadar düşmesi
bekleniyor. Bu son 3 yılda ortalama gelirimiz yüzde 25 azaldı demek oluyor.
Diğer taraftan bu kişi başı gelir hesabının kendi de
kusurlu. Zira sanki milli gelir eşit dağılıyormuş gibi, toplam milli gelir toplam
nüfusa bölünerek bir ortalama bulunuyor. Oysa gerçekte yılda, bırakın başına binlerce
dolar düşeni, bin dolar dahi düşmeyen milyonlarca yoksulumuz, buna karşılık az
sayıda da olsa dolar milyarderlerimiz var. Yani rapor ana akım iktisadın
ekonomik büyüme yanılsamasını da sürdürüyor.
2023’
te 2019’un gerisinde olacağız
Bu yanılsamaya rağmen, 2022 yılında kişi başı
gelirin 8,502 dolar olarak gerçekleşebileceğinin öngörülmesi ise, bu süreçte bir
ekonomik toparlanma olsa dahi, halkın durumunun iyileşmeyeceğini, hatta 2019
seviyesinin bile gerisinde kalacağını ortaya koyuyor.
Bu yüzden de 2023 yılında kendilerince yeni bir
İslam Cumhuriyeti içinde yaşamak hayali kuranların, siyasal İslam sayesinde uğradıkları
ekonomik refah kaybı üzerinden (yitirdikleri sosyal ve politik hakları bir
yana) bir kez daha düşünmelerinde fayda
var.
Bu arada raporda diğer kurumların büyüme
öngörülerine de yer veriliyor. Bu kurumlar Dünya Bankası kadar da iyimser değil.
Örneğin IMF bu yıl Türkiye ekonomisinin yüzde - 5, OECD ise yüzde - 6’ya yakın küçüleceğini
öngörüyor (s.65). Bu verilere rağmen, Bakan Albayrak’ın, iktisatçıların bu yıl
ekonomide yüzde - 5 küçülme beklentisini hafife almasını ciddiye alabilmek mümkün
değil.
Kısaca, Dünya Bankası bu yılı Türkiye için çok zor
bir yıl olarak öngörüyor. 2021 yılında ise ekonomik büyümenin bir sıçrama
yapabileceğini (yüzde 5) ileri sürse de, bunun ciddi olarak belirsizliklerle
dolu olduğunun altını da kalın bir çizgi ile çiziyor.
Tartışmalı
varsayımlar
Ayrıca rapor büyümeye ilişkin tahminlerini şu
varsayımlara dayandırıyor: “Salgın ile ilgili yeni sıkılaştırma tedbirleri
(sokağa çıkma kısıtlamaları gibi) yapılmayacak, fiziksel mesafelenme
uygulamaları bu yılın sonuna kadar (ya da aşı bulunana kadar) etkin biçimde sürdürülecek,
yeni bir salgın dalgası olmayacak.”
Normalleşme, Kurban Bayramı ve turizm sezonunun
açılması sırasında, Salgında günlük vakalarda bugün itibariyle Nisan ayından
daha kötü sayılara ulaştığımız, grip mevsiminin yaklaştığı, bu nedenle de
Salgınla mücadelede işimizin daha da zor olacağı çok açık.
Yönetenlerin Salgınla ilgili sorumluluğu yurttaşın
kendine bırakırken, yurttaşın da umursamaz tavırları (3) dikkate alındığında, Dünya
Bankası’nın raporunu dayandırdığı varsayımların pek de sağlam olmadığı ortaya
çıkıyor. Yani Salgın bu Sonbaharda daha da kötüleşirse (ikinci bir dalgaya
gerek kalmaksızın) ekonomik büyüme tahminleri tutmaz, ekonomik sonuçlar daha da
kötü olabilir.
Talep
yönlü büyüme sınırlarına ulaştı
Raporun detaylarında yer alan verilerse çok daha
önemli. Zira bir süredir kredi genişlemesi ile (yani hormonlu olarak) talep
yönlü büyütülmeye çalışılan ekonomide talebin artmayacağı, tersine ciddi olarak
azalacağı öngörülüyor.
Bu bağlamda bu yılın bütününde özel tüketim
harcamaları binde - 5; yatırım harcamaları (kredi büyümesine ve faizlerdeki
keskin düşüşe rağmen) yüzde -10,5; ihracat yüzde -15 ve ithalat yüzde - 6,5 azalacak
(s.15).
Bu yıl büyümesi beklenen tek harcama kalemi ise (tahmin
edilebileceği gibi) kamunun tüketim harcamaları. Bu harcamaların yüzde 6,2
oranında artması bekleniyor. Ancak bu gelişme bütçe açığını uzunca bir süreden
sonra ilk kez yüzde 5,6’ya kadar çıkartırken, geçen yıl fazla veren cari açığın
da yüzde -3,2’ye yükselmesiyle
sonuçlanacak.
Bu durum raporda “ülkenin para politikası
araçlarıyla ekonomiyi büyütme sınırına gelindiği” biçiminde yorumlanıyor. Çünkü
Türkiye, diğer kırılgan 12 ülke arasında nominal faiz oranları enflasyon
oranından en düşük olan ülke (reel faiz oranı
- 6 puan düşük) olarak sıralanıyor.
Bu da iktidara artık faiz oranlarını daha fazla
indirme imkânı vermediği için (nitekim Ağustos’ta dolaylı biçimde faizler
yükseltildi), ekonomiyi talep yönlü büyütmenin tek yolu olarak geriye kamu
bütçesine (kamu harcamalarını artırarak) yüklenmek kalıyor. Nitekim rapor bunu “yönetimin
bu alandaki cephaneyi kullandığı” şeklinde ifade ediyor (s.14).
Kuşkusuz bu gelişmeler kaçınılmaz olarak, krizle
mücadelenin faturasının kamu sektörüne, dolayısıyla da vergi mükellefi
emekçilere daha fazla ödettirilmesiyle sonuçlanacaktır.
İşsizlik
arttı, çalışılan saatler ve ücretler azaldı
Raporda, Korona salgınının (özellikle Nisan ayından
itibaren) istihdam ve işsizlik üzerinde ne kadar etkili olduğu ayrıntılı bir
biçimde anlatılıyor:
“Bir bütün olarak istihdam ve işgücüne katılım
sayıları 2’şer milyon civarında azaldı. Sektörel olarak en büyük kayıp; toplam
istihdamın yüzde 55’ini sağlayan hizmetler sektöründe (istihdamının yüzde
10’unu, yani 1,5 milyon işçiyi kaybetti) yaşanırken, inşaat sektöründeki
istihdam kaybı yüzde 28’i buldu. Alt sektörler itibariyle; Salgın en çok gıda ve konaklama sektöründe
etkili oldu, zira sektör Nisan ayında yüzde 62,5 oranında küçüldü. Genel olarak turizm sektöründe, Nisan ayında
gelen yabancı turist sayısı yüzde 99,3 oranında azaldı, otellerdeki doluluk
oranı yüzde 3’e kadar düştü” (s.36).
Bir diğer önemli bulgu, raporun Türkiye’de DİSK-AR’ın
da geniş işsizlik tanımında kullandığı iş saati kayıplarını da içeren bir
ankete yer veriyor olması. Kurumun TOBB ile birlikte Haziran ayında yürüttüğü
bir anket çalışması ülkede tüm sektörlerde hem çalışılan saatlerde, hem de işçilere
ödenen ücretlerde ciddi oranlarda düşüş gerçekleştiğini gösteriyor.
Örneğin eğitim sektöründeki işletmelerin yüzde 41’i
çalışma saatlerini, yüzde 27’si ücretleri; sağlık sektöründeki işletmelerin
yüzde 40’ı çalışma saatlerini, yüzde 20’si ücretleri; gıda sektöründekilerin
yüzde 33’ü çalışma saatlerini, yüzde 23’ü ise ücretleri düşürdü. Bu indirimler ulaştırma ve depolama
sektöründe sırasıyla yüzde 33 ve yüzde 20; konaklama sektöründe yüzde 31 ve
yüzde 19; toptan ve perakende ticarette yüzde 29 ve yüzde 8; imalat sanayinde
yüzde 28 ve yüzde 14 ve inşaat sektöründe yüzde 29 ve yüzde 11 dolayında oldu (s.43).
Yoksulluk
arttı ama hesaplama yöntemi hala sorunlu
Rapor yoksulluk oranının yüzde 10,4’ten yüzde 14,4’e
yükseleceğini ileri sürüyor. Bu 1,2 milyon daha yurttaşın yoksullar kervanına
katılacağı anlamına geliyor.
Ancak yoksullukla ilgili olarak sunulan veriler çok
çarpıcı olsa da, raporun önemli bir eksiği var. Raporda uluslararası yoksulluk
eşiği olarak da kabul edilen, “günde 1,90 dolarlık harcama yapabilme imkânı” ölçütü
benimseniyor (2011 yılı satın alma gücü paritesine göre). Yani günde 1,90 dolar
geliri olmayanlar, dolayısıyla da böyle bir harcama yapamayanlar yoksul olarak
kabul ediliyor.
Türkiye’de (doların kurundaki son yükseliş raporun
yayınlandığı tarihten sonra gerçekleştiği için), hesaplamayı 1 dolar = 6,85 lira üzerinden yapmak mümkün. Ancak kuru
örneğin 1 dolar = 7,0 lira olarak kabul etsek dahi izahı zor bir durumla
karşılaşıyoruz. Bu hesaba göre Türkiye’de günde 13,3 liranın üzerinde harcama
yapan biri yoksul sayılmıyor.
Oysa günde 13, 3 liralık bir gelire ve harcama
imkânına sahip birini (özellikle de böyle çok yüksek enflasyon ortamında)
yoksul olarak değil, düpedüz aç olarak kabul etmek gerekir. Bu yüzden de
yoksulların sayısının 1,2 milyondan çok daha fazla artacağını ileri sürmek daha
gerçekçi olur.
Ayrıca rapor yoksulların yüzde 72’sinin sadece
ilkokul mezunu olduğunu ileri sürerek, yoksulluğun asıl nedeninin eğitimsizlik
olduğu biçiminde bir sonuca ulaşıyor ki bu tam olarak doğru değil. Çünkü bu
ülkede hem çalışan, yani işi olan lise mezunlarının, hem işli- işsiz birçok üniversite
mezunu gencin, hem eğitimli kadınların, hem de ülkede ayırımcılığa uğrayan farklı
ulusal, etnik kimliklerin yoksulluğu daha ağır basıyor.
Bankacılık
krizi riski artıyor
Türkiye ekonomisinin kırılganlığına ilişkin olarak
da rapor; “dış borçlarla ilgili yükümlülüklerin yönetilebilir olsa da, cari
açığın giderek artmakta olmasının, döviz rezervlerindeki sert düşüşün ve
kurlardaki hızlı artışın neden olduğu kur riskinin ülke ekonomisinin dışsal
kırılganlığını artırdığını” (kibarca finansal kriz riskinin varlığından söz
ediyor) ileri sürüyor. Özellikle de imalat sanayi, ulaştırma ve inşaat-enerji
sektörlerindeki şirketlerin yüksek düzeydeki borçlarının bankacılık sektörü
için ciddi risk oluşturduğuna dikkat çekiyor.
Bu bağlamda raporda; sadece bu yılın ikinci çeyreğinde
kamu bankalarının verdikleri kredilerin 250 milyar lira ve özel sektör
bankalarının kredilerinin 126 milyar lira arttığına; bankaların kârlılığının
hızla düştüğüne, kur riski, vade uyumsuzlukları, varlık kalitesindeki
kötüleşmeler, toptan, perakende ticaret, ulaştırma ve depolama, inşaat
sektörlerindeki batık kredilerin bankaların bilançolarını kötüleştirdiğine ve
dolayısıyla da finansal istikrarsızlık riskinin arttığına dikkat çekiliyor (s.
10).
Kârlılık
düştü, batık kredilerin miktarı arttı
Örneğin bankaların vergi öncesi kâr (zarar) /
ortalama toplam varlıklar rasyosu şeklinde ifade edilen kâr oranı 2017 yılında yüzde
2 iken, bu hızla düşerek 2018’de yüzde
1,8’e; 2019’da yüzde 1,4’e geriledi. Bunun 2020’de binde 7’ye düşmesi
bekleniyor. Toplam nakit kredileri içindeki batık kredilerin oranı ise 2017
yılından bu yana 2 kata yakın arttı (s. 103).
Reel sektör açısından da benzer bir durum söz
konusu. Her ne kadar Salgın bu gelişmenin nedeni olarak nitelendirilse de, bu
tam olarak doğru değil. Zira ikinci en büyük 500 sanayi kuruluşunun 2017-2019
yılları arasındaki satışları ve kârlarına bakıldığında bu sektörde de satış ve
kâr sorunlarının Korona öncesinde de mevcut olduğu görülüyor.
Nitekim Dünya Gazetesinde yer alan bir habere göre:
“Türkiye'nin ikinci 500 sanayi kuruluşunun üretimden satışlardaki artış hızı
yüzde 14,2 ile 3 yılın en düşük seviyesine geriledi. Satışlardaki yavaşlama
eğilimi kârlılığı da olumsuz etkiledi. İSO İkinci 500'ün 2018'de 19 milyar lira
olan faaliyet kârı, 2019'da 16,8 milyar liraya indi”.(4)
Ülkenin
sorunları 2015 yılından bu yana derinleşti
Kısaca sistemik bir ekonomik kriz nedeni olan kâr
oranlarındaki düşüş, ne bankalarla, ne de Korona Salgını ile sınırlı. Böyle bir
krizi tetikleyecek, açığa çıkartacak gelişmeler siyasal iktidarların (özellikle
de 2011 Suriye iç savaşı ve 2015 yılı Haziran genel seçimlerinden bu yana) izledikleri
hem iç, hem de dış politikalarla mümkün kılındı.
Ülke 2011 yılında Yeni Osmanlıcı yayılmacı
politikaları hayata geçirmek sevdasıyla Suriye’nin işgaline zemin hazırlayan iç
savaşın bir parçası oldu. Ardından, 2015 yılından itibaren, Kürt sorununun
çözümünde çatışmasızlık ya da barış yolundan vazgeçilerek tekrar savaş konseptine
dönüldü. 2015’teki 7 Haziran seçimleri AKP’nin tek başına iktidar olmasını
mümkün kılmayınca, ülke Orta Doğu ülkeleri ya da Afganistan’dakileri aratmayan bombalı
saldırılarla sarsıldı ve seçimler yenilendi. Temmuz 2016’daki askeri darbe
girişimi fırsat görülüp ilan edilen OHAL altında, yeni bir otoriter rejim tesis
edilmeye başlandı, iktidar ortakları değişti.
2017’deki Anayasa değişikliğinden itibaren bugün
artık tüm sorunların başlıca nedenlerinden biri olduğu iyice ortaya çıkan Türk
Tipi Başkanlık sistemi hayat geçirildi.
Ancak bunlar ne politikada, ne de ekonomide
istikrarı sağlamaya yetmediği gibi kriz dinamiklerini iyice açığa çıkarttı. Ülke
2001 yılından sonra ilk kez olmak üzere, 2018 yılında ciddi bir döviz krizi
yaşadı. Ekonomik durgunluk 2019 yılında devam ederken, ülke bu sefer küresel
Korona Salgınına ve beraberinde gelen çok derin bir ekonomik krize daha
yakalandı.
Dünya
Bankası yaklaşımı: “Ekonomi ile siyaset iki ayrı alandır!”
Kuşkusuz bu raporda ne savaştan, ne de politik
krizden söz ediliyor. Bir iki paragrafla sınırlı kalmak kaydıyla; ülkeyi
yönetenlere; “kısa vadeli ekonomik kazanımlardansa uzun vadede dayanıklılığı
artıran politikalara yönelmeleri, parasal disiplini korumaları yatırımcı
güvenini tesis etmeleri” ve içerikleri açıklanmayan “yapısal reformlar yapmaları
öneriliyor”. Bunlar yapılmazsa sermaye çıkışlarının daha da artacağı,
rezervlerin iyice eriyeceği ve kurdaki yükselişlerin devam edeceği yönünde
uyarılar yapılıyor (s. 11).
Bu normal çünkü Dünya Bankası’ndan (tıpkı IMF, OECD ve DTÖ gibi) son tahlilde
küresel egemenlerin, dev uluslararası şirketlerin, emperyalist devletlerin
çıkarlarına aykırı bir rapor hazırlaması beklenemez.
Kaldı ki bu raporu hazırlayan ekonomistler tipik bir
ana akım yaklaşımı altında ekonomi ile siyaset alanlarını birbirinden keskin
çizgilerle ayırabiliyorlar. Onlara göre, örneğin bir ülkedeki ekonomik
verimliliğin ve kârlılığın garantisi, demokrasiden ziyade siyasal istikrardır
ki -diktatörlükler altında (Çin’de olduğu gibi) siyasal istikrar daha kolay
sağlanabiliyor.
Bu nedenle de, 20 yılı aşkın bir süredir uzun vadede
kârlı olabilmeyi sürdürebilmek anlamına gelen
“sürdürülebilir kalkınma” kavramını savunan Dünya Bankası’nın
Nairobi’de, Korona Salgının ortasında
iyice çaresiz kalan ve su faturalarını ödeyemeyen gecekondularda yaşayanların
sularının kesilmesini önermesi anlaşılabilir bir durum. (5)
Sonuç
olarak
Dünya Bankası’nın son raporu Türkiye ekonomisinde
sadece yüksek kurun değil, tepeden tırnağa her şeyin, her olgunun artık ciddi
bir soruna dönüştüğünü ortaya koyuyor.
Bu raporda anlatılanlardan farklı düşündüğümüz temel
hususu şöyle özetleyebiliriz: Türkiye kapitalizminin ekonomisinin de,
siyasetinin de yapısal-sistemik sorunları ile karşı karşıyayız. Neo-liberalizmin
daha da derinleştirilmesi anlamına gelen ekonomi politikalarıyla, Keynesyen
soslu para ve maliye politikalarıyla, politik-demokratik bağlamından
kopartılmış sözde yapısal reformlarla veya daha önceki ekonomi politikalarını
tekrardan hayata geçirmeye ve uluslararası sermaye ile köprüleri tekrar kurmaya
çalışan politikacılarla ya da bundan ötesini yapmaya niyetli olmayan siyasal
partilerle bu sorunların üstesinden gelebilmek mümkün değil.
Diğer yandan umutsuz da olmamamız gerekiyor. 18
yıllık ekonomik, politik, ideolojik hegemonya çöküyor. Sorunlar çözümler için,
çözümler de sorunlar için vardır. Sorunlar derinleştikçe çözümler de
olgunlaşır. Bu çözümler köklü, radikal ve sistemi değiştirmeye dönük çözümlerdir.
Acil ihtiyacımız bu çözümleri kitlelerle buluşturabilecek ve onları harekete
geçirebilecek olan politik öznelerin örgütlenmesidir.
Dip notlar:
(1) https://www.hurriyet.com.tr/dunya/dunya-bankasindan-turkiye-raporu-daha-hizli-kontrol-altina-aldi
(11 Ağustos 2020).
(2) World
Bank Group, Turkey Economic Monitor
August 2020: Adjusting the Sails, www.worldbank.org.
(3) En son bir düğünde, ortak kullanılan makyaj
malzemesi nedeniyle 30-35 vaka birden görüldü: https://www.sozcu.com.tr/2020/gundem/ayni-makyaj-malzemesini-kullanan-35-kisi-corona-oldu
(15 Ağustos 2020).
(4) “İSO
İkinci 500'ün satış hızında sert yavaşlama”, https://www.dunya.com/ekonomi/iso-ikinci-500un-satis-hizinda-sert-yavaslama
(14 Ağustos 2020).
(5) “In the middle of a pandemic, the World Bank
wants slum dwellers to lose their water supply”, https://norberthaering.de/en (9 August 2020).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder