Cin
şişeden çıktı
Mustafa
Durmuş
4 Ekim 2021
Hem üç-dört yıldır çok ciddi sosyal, ekonomik,
politik ve ekolojik maliyetlerine rağmen ısrarla devam ettirilen ‘tek adam
rejimi’, hem de bu rejimin ekonomi paradigması ve politikaları artık
sürdürülemez bir noktaya doğru gidiyor. Ayrıca bu süreçte “her şeyin çok daha
iyi olacağı” beklentisi gerçekleşmediği gibi, her şey çok daha kötüye gitti.
Bunu sadece iktisadi verilerden değil, son
günlerde iktidar blokunun “sistemde revizyon yapılabileceği” açıklaması yapmak
zorunda kalmasından ve muhalefetin bir araya gelip, bir tür ortak bir tutum
belgesi açıklama niyetinden de anlıyoruz.
Muhtemelen bu Salı günü altı muhalefet
partisi sözcüsü Meclis’te bir araya gelip güçlendirilmiş parlamenter sisteme
geri dönüşün ana ilkelerini belirleyecekler. Ardından da bu partilerin
liderleri ortak bir toplantı ile bu ilkeleri ve ortaklığı kamuoyu ile
paylaşacaklar.
Böylece de bu partiler kendi aralarında (belki
de ilk kez) yeni dönem için bir yazılı sözleşme ya da uzlaşma protokolü yapacaklar.
Muhalefetin diğer kanadı olan ve hala kilit parti konumunu muhafaza eden HDP ise
zaten geçen hafta açıkladığı ‘tutum belgesi’ ile yeni bir demokratik düzen ve
demokratik anayasa vurgusu yapmıştı.
Değişim
başladı
Kısaca kaçınılmaz değişim hali hazırda
başladı. Bunun tersine çevrilebilmesi (eğer muhalefet kararlılığını ve
birlikteliğini korursa ve toplum buna destek verirse) çok zor. Ülke belki de
ilk kez uzun zamandır hasretini çektiği özgürlükler ve demokrasinin elde
edilebilmesine yönelik maratonun ilk etabını koşmaya başlayabilecek.
Açıkçası son 20 yıldır, ama ağırlıklı
olarak da 2009’dan bu yana, ülkede tüm kaynaklar bir avuç zengin sermayedar,
büyük müteahhit, bankacı ve politikacıdan oluşan oligarşik-plütokratik yapının
daha da güçlendirilmesi için kullanıldı.
Bu süreçte sadece doğal kaynaklar ya da
daha doğru bir deyimle müştereklerimiz bu amaçla kullanılmadı, Aynı zamanda
para, maliye, kur politikaları, sosyal politikalar, Merkez Bankası, kamu bankaları
başta olmak üzere sosyal ve ekonomik hayatımızı etkileyen tüm politikalar ve
kurumlar bu kesimlerin lehine kullanıldı. Ülkede adeta bir rant ekonomisi, bir
rantiye devlet ve ahbap-çavuş-akraba kapitalizmi yaratıldı. Bir mafya liderinin ifşaatları ise (bunlara
ilave olarak), ülkedeki devlet-mafya-sermaye üçgeninin ve burada ortaya çıkan
yolsuzlukların ne kadar yaygın ve derin olduğunu gösterdi.
Mutlak
iktidar mutlak çürüme ve mutlak korkuyu beraberinde getiriyor
İngiliz tarihçi, politikacı ve yazar Lord
Acton’ın bir zamanlar dediği gibi: “İktidar çürümeye, mutlak iktidar ise mutlak
çürümeye, bozulmaya neden olur.” (1) Öyle de oldu. 20 yıllık mutlak AKP iktidarı
beraberinde mutlak bir çürümeyi de getirdi.
Dahası mutlak iktidar mutlak bir korkuyu
da beraberinde getiriyor. Siyasal iktidar güçlendikçe, bu gücü kaybetmekten,
iktidardan düşmekten daha fazla korkar bir hale geliyor. Çünkü gücünüzün
zirvesindeyseniz, aşağı inmekten başka bir yolunuz da kalmıyor. Bu yüzden de, ülkede
yaşandığı gibi, giderek daha fazla baskıcı oluyor, siyasal İslam’a daha fazla
yaslanıyor.
Rant
ekonomisi ve servet birikimine devam
Toplumda bir değişimin başlamasına rağmen,
geçtiğimiz hafta yayınlanan Kamu Maliyesi Raporunun ikincisi iktidar blokunun
ekonomiye ilişkin stratejisinin değişmeden sürdürüleceğinin işaretlerini
veriyor. Bu bağlamda örneğin ekonomik toparlanma da, işsizlik de kendilerine
her türlü desteğin sağlandığı sermaye kesiminin niyetine ve insafına
bırakılıyor.
Örnek olarak, (2) gelir desteği sağlamak
ve kamusal istihdam yaratmak yerine hükümet ekonomiyi durgunluktan çıkartmak ve
yeni istihdam yaratmak amaçlı olarak 23 milyar lira tutarında bir kefalet hacmi
oluşturacak yeni bir ucuz kredi teşvik paketini devreye sokacak. Düşük faizle kullandırılacak
krediler en az 6 ay, en fazla 2 yıl ödemesiz döneme sahip olacak ve 10 yıl
vadeli olabilecek.
Faiz konusundaki destek banka
mevduatlarıyla ilgili olarak da devam edecek. Öyle ki Ekim 2020’den bu yana TL
mevduatlara uygulanan stopaj desteği, süresi bir kez daha olmak üzere, bu yılın
sonuna kadar uzatıldı. Buna
göre vadesiz hesaplar ile 6 aya kadar vadeli hesaplarda indirimli oran yüzde 5,
1 yıla kadar vadeli hesaplarda yüzde 3 olarak uygulanırken, 1 yıldan uzun
vadeli hesaplardan hiç Gelir Vergisi kesintisi yapılmayacak. (3)
Özetle, bir zenginin bankadaki 10 milyon liralık
mevduatı eğer 1 yıldan uzun vadeli ise bundan elde edeceği yüzbinlerce lira
tutarındaki faizden hiç vergi alınmayacak. “Yüksek faiz” karşıtı söylemde
bulunurken, yüksek faiz geliri elde edenden hiç vergi almamak yaman bir çelişki
olsa gerek.
Yüksek enflasyon altındaki negatif reel
faiz olgusunun varlığına rağmen faiz oranının en son 100 baz puan
indirilmesinden de görüleceği gibi, faiz indirimi ısrarı bir yandan müteahhit
ve bankaları memnun ederken, diğer yandan bunun neden olduğu döviz kuru
artışları, ödemesini devletten dövize endeksli olarak alan KOİ müteahhitlerini ve
ihracatçıları durduk yerde zengin ediyor.
Bu düzende birilerinin zenginliği başka
birilerinin yoksullaşmasıyla mümkün olabiliyor. Açlık sınırının dahi altında
belirlenen asgari ücret, gerçekte yüzde 40’lara dayanmış olan enflasyon ve 10
milyona yakın işsizin ve derin yoksulluğun varlığı yetmiyormuş gibi, doğal gaz,
elektrik, petrol gibi ürünlere sıklıkla yapılan doğrudan ya da dolaylı zamlar
halkı daha da yoksullaştırıyor.
Öte yandan Sayıştay’ın bir raporuna göre, elektriğe zam yapılırken, tüketiciye elektrik
enerjisi satışı yapan şirketlerden 37’si 2020 yılında devlete ödemesi gereken
Elektrik Enerjisi Fonu’nu hiç ödememiş, 18 şirket ise ödemelerini eksik ya da
gecikmeli olarak yapmış. (4)
Amaç
ekonomik istikrar mı, geliri zenginden yana yeniden bölüştürmek mi?
Bütçe gerçekleşmeleri raporundan (5) hazırladığımız
aşağıdaki tablodan da görülebileceği gibi, kamu bankaları aracılığıyla düşük
faizli kredi ve düşük kurdan döviz satışı bu bankaları, dolayısıyla da kamuyu
zarara sokuyor. Bu zarar ise Hazine tarafından bu bankalara ‘görev zararı’ adı
altında yapılan transferlerle kapatılıyor, daha doğrusu Hazine tarafından
üstleniliyor. Sonuçta Hazinenin zararını da bizler yani vergi ödeyenler daha
fazla vergi vererek ya da elektrik ve doğal gaza yapılan yeni zamlarla
ödüyoruz.
|
Ocak- Ağustos
2020 (Milyar TL) |
Ocak -Ağustos
2021 (Milyar TL) |
Değişim (%) |
Faiz ödemeleri |
91,6 |
128,2 |
+ 40 |
Halk Bank ve Ziraat Bankasına yapılan görev zararı
ödemeleri |
4,662 |
4,969 |
+ 7 |
Tarımsal destekleme ödemeleri |
16,965 |
16,050 |
- 5 |
Vergi gelirleri |
510,4 |
712, 8 |
+ 40 |
Gelir Vergisi
stopajı |
87,3 |
118,3 |
+ 36 |
Kurumlar Vergisi |
78,2 |
117,2 |
+ 50 |
Katma Değer
Vergisi |
127,2 |
222,7 |
+ 75 |
Özel Tüketim
Vergisi |
122,7 |
132,5 |
+ 8 |
Kamu
bankalarının zararı halka yükleniyor
Benzer bir biçimde, harcama bütçesinin
cari transferler kalemi altında iki kamu bankasına ‘görev zararı’ olarak
yapılan ödemelerdeki artışlar bütçenin sınıfsal karakterini ortaya koyuyor.
Öyle ki Halk Bank’a geçen yılın ilk 8
ayında görev zararını kapatmak için 2 milyar liralık transfer yapılırken, bu
yılın aynı döneminde bu miktar yüzde 15 artarak 2,3 milyar liranın üzerine
çıktı. Ziraat Bankası için yapılan ödeme
2,7 milyar lira civarında kaldı yani sadece 14 milyon lira arttı.
Yani iki bankaya görev zararını kapatmak
üzere toplam 5 milyar lirayı aşkın bir kaynak transferi yapıldı. Bu ilk 5 ayda
3 milyar lira idi. Bu da son 3 ayda görev zararı için yapılan ödemelerin 2
milyar liraya yakın arttığı anlamına geliyor. Buna karşılık, aynı dönemlerde çiftçiye yapılan tarımsal
destekleme ödemeleri 16,965 milyar liradan 16,050 milyar liraya düşürüldü, yani
yüzde 5 oranında azaltıldı.
Halktan
daha fazla vergi alınıyor, kemerler daha fazla sıkılıyor
Bu arada halktan giderek daha fazla vergi
toplanıyor. Geçen yılın ilk 8 ayına göre bu yılın aynı döneminde vergi
gelirleri yüzde 40 oranında artarak 510,4 milyar liradan 712,8 milyar liraya
çıktı. Böyle bir artışın bir kısmı yüksek enflasyon olgusu ile açıklanabilirse
de, tamamını bununla açıklamak mümkün değil zira resmi enflasyon oranı yüzde
19’un altında. O halde sadece halka dönük harcamalarda kısıntı yapılmadığı,
aynı zamanda elektrik, doğal gaz, ulaştırma zamları ve cezalardaki artışların
yanı sıra, halktan toplanan vergilere de epeyce yüklenildiği açık.
Örnek olarak Gelir Vergisi stopajından
sağlanan gelirler bu süreçte 87,3 milyar liradan 118,3 milyar liraya çıktı. Bu
yüzde 36’lık bir artış demek. Bu verginin üçte ikisini ise ücretten stopajla
alınan gelir vergisi oluşturuyor (faizci ödemiyor). Böylece dolaysız vergiler
içinde beşte biri aşan bir paya sahip olan bu vergi gelirlerindeki artış
emekçilerin daha fazla vergi ödemeleriyle sağlanmış oldu.
Kurumlar Vergisi aynı dönemde 78,2 milyar
liradan 117,2 milyar liraya çıktı. Bu yüzde 50’lik bir artış demek ama pratikte
bu verginin yüzde 25-50’sinin geriye doğru ücretlilere yansıtılabilir olduğunu
unutmamak gerekiyor.
Ancak asıl büyük artış dolaylı vergiler de
denilen ve asıl olarak halkın ödemek durumunda kaldığı vergilerden sağlandı.
Örnek olarak Katma Değer Vergisi (KDV)
geçen yılın ilk 8 ayına göre bu yılın aynı döneminde 127,2 milyar
liradan 227,7 milyar liraya çıktı, yani yüzde 75 oranında artış gösterdi. Son
olarak Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) tahsilatları yüzde 8’lik bir artış ile 122,7
milyar liradan 132,5 milyar liraya yükseldi.
Kısaca, ortada ekonomik istikrar sağlamaya
dönük bir ekonomi politikası yok. Tam tersine gelir ve servetin zenginden,
sermayedardan yana paylaşılmasına hizmet eden siyasal kararlar ve bunların
kaçınılmaz sonuçları var.
Yeni
değer yaratmakta zorlanan bir ekonomi
İktisadi paradigmanın sürdürülemez hale
gelmesinin bir diğer nedeni izlenen birikim stratejisi nedeniyle ekonomide yeni
değer yaratılmasının giderek zorlaşması.
İçinde yaşadığımız kapitalist toplumda
değeri sadece emekçiler yaratır. AKP iktidarları döneminde emeğin yarattığı bu değere
devletin vergi, sermaye sınıfının sadece kâr olarak değil, aynı zamanda ve
giderek artan bir biçimde bunun bir alt kategorisi olan rant biçiminde el koyduğuna
tanık olduk. Yani işçinin yarattığı değer sermaye sınıfının çeşitli kesimleri
arasında rant olarak da paylaşılıyor. Öyle ki ülkede her şey neredeyse başta
inşaat-emlak ve finans olmak üzere büyük çapta rantlar yaratmak ya da bunları
paylaşmak üzerine kurgulanmış durumda.
Böyle bir rant yaratma ve dağıtma stratejisi
ise işçilerin yeni değer yaratmak için daha da ağır çalıştırılmasına ve daha fazla
sömürülmesine neden oluyor. Bazen de (ekonomik krizler ve salgınlarda olduğu
gibi), işsiz sayısı daha da arttığında böyle bir strateji yeni değerlerin
yaratılmasını zorlaştırıyor. Bu da sermaye sınıfının değişik kesimleri
arasındaki kavgayı alevlendiriyor.
Bir başka anlatımla, özellikle de son 20
yıldır ekonomi büyük servetler ve servet zenginleri yaratmaya odaklanmış
durumda. Böyle olunca da bu rantlardan payını alamayan ama işçileri
çalıştırarak asıl olarak reel üretimin çoğunluğunu gerçekleştiren küçük
işletmeler yeni değer yaratmakta zorlanıyorlar, birer birer kapanıyorlar.
Kovid-9 salgını ise buna tuz biber ekiyor.
Bu küçük işletmeler daha fazla dibe
çekemeyecekleri düşüklükte bir asgari ücret ile düşük kâr marjları arasında
sıkışıp kalıyorlar. Sonuçta kârlarının önemli bir kısmını büyük patronlara ve
bankalara kaptıran böyle küçük üretici ve işletmeler her geçen gün yeni değer
yaratmakta zorlanarak, piyasadan çekiliyorlar.
Basit bir politika değişikliği değil, paradigma değişikliği gerekiyor
Dolayısıyla da siyasal iktidara talip olan
muhalefet partilerinin ülke ekonomisinin içinde düştüğü bu açmazı tam olarak
görmeleri ve radikal bir paradigma değişikliğine olan ihtiyaca inanmaları
gerekiyor. Çünkü önünde sonunda mevcut paradigma iflas edecek, sınıfsal çıkar çelişkileri
ve bunun neden olduğu çatışma yeni dönemde yeni iktidarların önüne gelecek.
Ancak bu açıdan, söz konusu altı siyasal partinin
şu ana kadar pansuman niteliğinde önlemler dışında paradigma değişikliği içeren
çözümler ürettiğine tanık olmadık. Müesses
nizamın partileri olarak bunu yapmaları da kendilerinden beklenemez. Hatta
gerçekte bir yoksullar partisi olan HDP’nin dahi anti-kapitalist çizgisi son
zamanlarda kaybolmuş gibi görünüyor.
Bu noktada muhalefet partilerine bir
uyarıda bulunmak gerekiyor. Nasıl ki mutlak iktidar mutlak çürümeyi beraberinde
getiriyorsa, mutlak iktidarsızlık da mutlak çürümeye neden oluyor. O halde
gerçek bir demokrasiyi, barış içinde adaletli bir ülkeyi yeniden kurabilmek
için, ortaklaşılmış hedefler doğrultusunda tüm demokrasi güçleriyle iktidara
kararlı bir biçimde yürümek gerekiyor.
Ülkeyi
yeniden kurmak mümkün
Özetle, başta finansallaşma olmak
üzere, bazılarını devasa servetlerin
sahibi yapan son 20 yılın neoliberal ekonomi politikaları yeni değer
yaratmaktan ziyade, yaratılmış olan değeri yeniden paylaşmak üzerine kuruluydu.
Büyük inşaatlar, dev köprüler, duble yollar, devasa büyüklükteki hava limanları
ve büyük camilerin gerçek bir toplumsal refah artışını beraberinde getirmediği,
büyük dış borç stoklarına neden olduğu,
sadece sanal bir ekonomik büyüme ve zenginlik algısı yarattığı artık net
bir biçimde anlaşılıyor. Yalnızca emekçiler değil, kadınlar, gençler,
engelliler ve ezilen diğer tüm kimlikler artık bunun daha iyi farkındalar. Bu
durum toplumsal muhalefeti her geçen gün daha da büyütüyor.
Toplumu ve ülkeyi adaletli, barış içinde
ve demokratik bir biçimde yeniden inşa edebiliriz. Gezegenimizin bize koyduğu
kısıtlamalara saygı duyarak doğal varlıklarımızı en etkin bir biçimde
kullanabiliriz. Refahın, topluma yararlı üretimin olmazsa olmaz iki kaynağından
biri olan emeği güçlendirip, koruyabiliriz (diğeri ekoloji). Böylece ekolojik
olarak sürdürülebilir bir ekonomide emeği ve emekçiyi olması gerektiği gibi, baş
tacı yapabiliriz.
Cin artık şişeden çıktı, onu geri şişeye
sokmak artık mümkün değil.
Dip notlar:
(1) https://en.wikipedia.org/wiki/John_Dalberg-Acton,_1st_Baron_Acton
(4 Ekim 2021).
(2) T.C.
Hazine ve Maliye Bakanlığı, Kamu
Maliyesi Raporu 2021-II (Eylül
2021), s. 14.
(3) https://www.dunya.com/finans/haberler/tl-mevduata-stopaj-desteginde-sure-uzatildi-haberi
(1 Ekim 2021).
(4) https://www.dunya.com/ekonomi/37-sirket-elektrik-enerjisi-fonunu-devlete-odemedi-haberi
(1 Ekim 2021).
(5) https://ms.hmb.gov.tr/uploads/2021/09/Butce-Gerceklesme-Raporu-2021Agustos_-1.pdf
(4 Ekim 2021).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder