Otoriterliğin
Panzehri (1): Hukukun Üstünlüğü ve Çoğulcu Demokratik Müzakere
Mustafa
Durmuş
16 Haziran 2025
Barış ve
demokratikleşme konuşulurken nasıl bir demokratikleşmenin (kurumsal çoğulcu
demokrasi) hedeflendiği netleştirilmelidir. Çünkü kamuoyunda bu konuda
birbirinden oldukça farklı, üstelik bir kısmı da dezenformasyona dayalı farklı
yaklaşımlar söz konusu.
Kurumsal olarak
çoğulcu demokrasinin inşa edilebilmesi için sadece güçler ayrılığını esas alan,
yürütme, yasama ve yargı organlarının birbirlerini denetlemesine dayalı,
parlamenter sistemi esas alan “üniter” bir devlet yapısı yeterli olmayabilir.
Ülkelerin farklı
sosyokültürel özelliklerine bağlı olarak bu, federalizmle (farklı yetkilere
sahip birden fazla yönetim düzeyi), siyasi baskıdan yalıtılmış bağımsız
düzenleyici kurumlarla, devletten ve sermayeden özerk medya (çoklu bilgi
kaynağı olması anlamında) ve etkin demokratik kitle örgütlerinin ve diğer sivil
toplum örgütlerinin varlığı ile hayata geçirilebilir.
Bu bağlamda, örneğin
nüfus olarak küçük bir nüfusa ve göreli olarak etnik bir bütünlüğe sahip bir
ülkede ilk model (üniter yapı) daha verimli çalışırken, kalabalık nüfuslu, çok
kültürlü ve çok kimlikli ülkelerde ikincisi daha iyi işleyebilir. Üstelik bu,
bazı kesimlerce ileri sürüldüğü gibi, ülkenin bölünmesiyle de
sonuçlanmayabilir. Bu yüzden de bu iki modeli fetiş haline getirmemek dahası birbirinin
rakibi olarak görmemek gerekir.
Yeni Bir
Anayasa İhtiyacı
Kuşkusuz çoğulcu,
yerel mekanizmalarla desteklenmiş, katılımcı bir demokrasi için, çoğulcu
katılımcı bir biçimde hazırlanan yeni bir yazılı “toplum sözleşmesi” ya da “anayasa”
kaçınılmazdır.
Bunun yazılı olması gerekir
zira yazılı olmayan anayasaya sahip tek ülke olan Birleşik Krallık’ta yaşanan
hukuksal sorunlar artık yazılı olmayan anayasanın otoriterleşme çağında yeterli
olmadığını gösteriyor.
Kuşkusuz iyi bir
anayasaya sahip olmak da yeterli değildir. Bu anayasanın eksiksiz uygulanması
ve başta emekçiler olmak üzere toplumun bu anayasaya sahip çıkması da gerekir.
Bunun için de anayasa hazırlama süreçlerine toplumun tüm kesimlerinin
temsilcileri aktif olarak katılabilmeli ve kararlar üzerinde söz sahibi
olabilmelidirler.
Diğer taraftan ortada
göz ardı edemeyeceğimiz bir gerçek var: Bugün İktidar Bloku 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü
koşullarda yapılan ve baskı ile halka kabul ettirilmiş olan 1982 Anayasasına
karşıymış gibi görünse de bu gerçek değil. Aksine iktidarın yeni anayasa yapma isteği,
daha demokratik bir anayasa yapmaktan ziyade, uzun yıllar iktidarda kalabilme
niyetini yansıtıyor.
Dahası İktidar Bloku,
mevcut Anayasanın göreli olarak demokratik sayılabilecek hükümlerini dahi,
kendi iktidarına karşı olduğu gerekçesiyle, uygulamıyor. Daha ziyade, Cumhurbaşkanı
seçilme oranını %51’den aşağıya çekme ve yürütmenin başındaki tek adamın aldığı
kararlara dayalı olarak kuvvetler ayrılığını işlevsiz kılan mevcut otoriter
rejimi, yasal bir çerçeveye oturtarak kalıcı kılma çabası söz konusu.
Dünyadaki ve
bölgedeki olumsuz jeopolitik gelişmeler (en son İsrail’in İran’a saldırması ve
İran’ın da karşılık vermesi), bir türlü içinden çıkılamayan ekonomik ve
finansal kriz ve yıllardır siyasal iktidarla hemhal olmuş sermaye sınıfının en
azından bir kesiminin uzun vadeli çıkarları da otoriterliği kalıcı hale getirme
biçimindeki bu değişikliği kendi sınıfsal konumları açısından zorunlu kılıyor
olabilir.
Ancak tüm bu
olumsuzluklar ülkenin demokratik, çoğulcu ve katılımcı bir anayasaya olan
ihtiyacını gölgelememelidir. Kısaca bu ülkenin demokratik bir anayasaya olan
ihtiyacı çok açık.
Bir başka deyimle,
demokratik bir anayasa yapılması talebine yukarıdaki gerekçelerle karşı çıkmak sorunludur.
Zira bu hem demokratikleşme ihtiyacının görülmemesine hem de mevcut anayasanın
demokratik olduğu gibi bir yanılsamaya neden oluyor. Bu yüzden de orta vadede,
katılımcı özgürlükçü ve demokratik bir anayasanın yapılması gerekiyor. Emeğin
hakları kadar, barışın kalıcılaştırılması ve demokratikleşme açısından da böyle
bir anayasa kaçınılmazdır.
Halkın temel
sorununun ekonomik olduğundan yola çıkarak yeni bir anayasanın zamanı
olmadığını iler sürmekse, en hafifinden ekonomik ve demokratik mücadelenin
birbirinden ayrılmaz olduğu gerçeğini reddetmektir.
Hukukun
Üstünlüğü ve Çoğulculuk
Demokratikleşmenin en
önemli ögelerinden biri olan “hukukun üstünlüğü” ve “çoğulculuk” karşılıklı
olarak birbirini güçlendiren bir simbiyotik ilişki içindedir. Biri diğeri
olmadan uzun süre ayakta kalamaz.
Öyle ki hukukun üstünlüğü
çoğulculuğu; öngörülebilirlik ve istikrarla (yasal kesinlik, sözleşme güvencesi,
mülkiyetin korunması ve prosedürel adalet); anayasal koruma ve kısıtlamalar, kurumsal
bağımsızlık ile (yargı özerkliği, siyasi baskıdan yalıtılmış profesyonel kamu
hizmeti, bağımsız denetim ve gözetim ve uluslararası anlaşmalara uyum taahhütleri)
ile güçlendirir.
Buna karşılık çoğulculuk
hukukun üstünlüğünü; farklı grupların toplumda meşru bir konuma sahip
olduklarında kendi çıkarlarını etkileyen ihlalleri birden çok izleme ve
uygulama merkezi oluşturarak, ihlallere direnmek için birleşerek (ortak
mücadele); diaspora topluluklarıyla dış baskıyı harekete geçirerek ve “medya çeşitliliği”
ile çok sayıda yayın organını ihlalleri araştırıp teşhir ederek güçlendirir. (1)
Hukuk
sistemi siyasetin alt yapısıdır
Bir ülkedeki yerleşik
hukuk sistemi, tıpkı demiryolu ağları veya elektrik şebekeleri ya da sağlık ve
eğitim gibi ulusal altyapının bir parçası olarak görülmelidir.
Diğer yandan ülkede hukukun
üstünlüğü şu anda ortadan kaldırılmış olduğundan, hukuk sistemi işlemiyor, yargının
itibarı ve ona duyulan güven yerlerde sürünüyor.
Oysa hem bireyler hem
de şirketler için, birbirlerine veya devlete karşı anlaşmazlıkları çözmek ve
hakları güvence altına almak için iyi ve adil işleyen bir hukuk sistemine
ihtiyaç var.
Bu bağlamda bir hukuk
sisteminin başarısını ölçebilmek için sorulması gereken kilit soru şudur: Hızlı,
adil ve öngörülebilir bir hukuk sistemimiz var mı? Bugün bu soruya olumlu yanıt
vermek çok zor.
Öncelikle, mahkemelerdeki
durum kaotik. Dava yükleri nedeniyle mahkemelerde dağ gibi birikmiş işler var.
Bir davanın görülmesine kadar geçen ortalama süre şu anda yılları alıyor. Örneğin
yıllara göre açılan yeni genel hukuk davaları açısından ele alındığında, 2023
yılı itibarıyla toplam gelen dosya sayısı yaklaşık 4,93 milyon oldu. Bu da
2015’e göre %45’lik bir artış demek oluyor. Ortalama derdest (devam eden) dosya
sayısı ise 2012 yılında 2,8 milyon iken, 2021 yılında 4,3 milyon oldu (%54
artış). Ortalama dosya sonuçlanma süresi 2021 yılında
251 gün. Ancak bu süreler, İstinaf ve Yargıtay aşamalarında çok daha uzun
sürebiliyor. Yıllara göre açılan
iş hukuku davalarında ise 2018 yılında 540 bin dava varken, 2021 yılında bu
sayı %26 artışla 680 bine çıktı. Bu dosyalarda ortalama karar süresi ise 483
gün. 2018'den beri (tartışmalı) zorunlu arabuluculuk aktif (yaklaşık %58
anlaşma sağlanıyor). Ancak bu da iş yükünde azalmayı sağlamadı, aksine toplam
dosya sayısında artış gözlendi. (2)
Özetle, açılan dava
sayısının artması, devam eden dosyaların birikmesi ve yavaşlayan işleyiş, genel
hukukta önemli bir tıkanma oluşturuyor. Bu bağlamda mevcut tartışmalı hukuk
sisteminin işlemediği ileri sürülebilir. Davalardaki gecikmeler bir yana, insanlar ve şirketlerin adil ve
öngörülebilir bir adalete güvenip güvenemeyecekleri konusu da son derece
önemli. İstatistikler bunun güvenilir bir şekilde gerçekleşmediğine dair endişe
verici işaretler içeriyor.
Hukuksuzluk
ekonomiyi olumsuz etkiliyor!
Sivil hukuktaki
yıpranmanın ekonomik etkisini ortaya koyabilmek kolay olmayabilir zira hem
akademik hem de politika literatürünün yanı sıra, mülkiyet ve sözleşme
ihtilafları gibi şirketleri etkileyen yüksek profilli hukuk alanlarına
odaklanmak gerekir.
Diğer taraftan, sistem
genelinde ciddi ekonomik maliyetleri tahmin edebilmek güç değil. Öyle ki işverenler
bir mahkeme davası sonuçlanana kadar personel istihdam edemeyebilirler. Küçük
işletmeler, nakit akışlarının kaldırabileceğinden çok daha büyük meblağlar söz
konusu olduğunda kapanma riski ile karşı karşıya kalabilirler. Davacı işçilerse
bu arada işsiz kalabildikleri gibi, mahkeme masraflarını karşılayamadıkları
için zorunlu olarak uzlaşma yoluna gider ve büyük kayıplara uğrayabilirler. Nitekim
özellikle de işçiler açısından durum tam da böyledir.
Sonuç olarak, hukukun
üstünlüğünü esas alan bir adalet sistemi, ulusal altyapının bir parçası olarak
görülmelidir. Bu sistem olmadan ekonomi etkin bir biçimde işleyemez. Eğer hukuk
sistemi çökerse, öngörülebilir ve hızlı bir adalet sisteminin mümkün kıldığı
ekonomik işlemler ve yatırımlar engellenmiş olur. Yeni otomobil fabrikaları ve şantiyeleri
belki politikacılara önlerinde fotoğraf çektirme imkânı sağlayabilir ancak hukukun
üstünlüğü işlemediği, mahkemeler tarafından verilen kararların zamanlamasında
bir iyileşme olmadığı sürece, ülkedeki ekonomik büyüme bir başka güçlü rüzgarla
karşı karşıya kalır. (3)
Çoğulcu Demokratik
Müzakere
“Çoğulcu Müzakere”
çoğulcu demokrasinin ya da demokratikleşmenin bir diğer önemli ögesidir. Çünkü
farklı grupların farklı bilgi birikimi sağlaması, kör noktaların belirlenmesi
ve ele alınması anlamında, sorunların çözümünde daha iyi bilgi edinilmesini
mümkün kılar.
Günümüzdeki müzakereci
örgütlenmeler arasında; Yurttaş Meclisleri, Katılımcı Bütçeleme, Uzlaşma
Konferansları, Barışçıl Çatışma Çözümü (çoğulcu kurumlar, kaçınılmaz anlaşmazlıkların
şiddet kullanılmadan ele alınması için meşru kanallar sağlar), Sivil Toplum
Arabuluculuğu ön plana çıkıyor.
Kuzey
İrlanda Barış Müzakeresi Deneyimi
Bu bağlamda Kuzey
İrlanda'nın Barış Müzakeresi Deneyimi son derece önemli zira şiddetli çatışmaların
yerini alan “iktidarın demokratik paylaşımı”, “eski düşmanların birlikte
yönetiyor olması”, “uzlaşmayı destekleyen sivil toplumun varlığı” ve “anlaşmayı
kolaylaştıran uluslararası arabuluculuğun varlığı” tarihsel bir başarı örneği
oluşturuyor. (4)
Devam edecek…
Dip
Notlar:
(1) https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/what-to-do-now (8 May 2025).
(2) Agm.
(3) https://theconversation.com/the-deteriorating-justice-system-in-england-and-wales-is-hindering-economic-growth (12 June 2025).
(4) https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/pluralism (6 June 2025).