15 Haziran 2025 Pazar

Hukukun Üstünlüğü

 

Otoriterliğin Panzehri (1): Hukukun Üstünlüğü ve Çoğulcu Demokratik Müzakere

Mustafa Durmuş

16 Haziran 2025

Barış ve demokratikleşme konuşulurken nasıl bir demokratikleşmenin (kurumsal çoğulcu demokrasi) hedeflendiği netleştirilmelidir. Çünkü kamuoyunda bu konuda birbirinden oldukça farklı, üstelik bir kısmı da dezenformasyona dayalı farklı yaklaşımlar söz konusu.

Kurumsal olarak çoğulcu demokrasinin inşa edilebilmesi için sadece güçler ayrılığını esas alan, yürütme, yasama ve yargı organlarının birbirlerini denetlemesine dayalı, parlamenter sistemi esas alan “üniter” bir devlet yapısı yeterli olmayabilir.

Ülkelerin farklı sosyokültürel özelliklerine bağlı olarak bu, federalizmle (farklı yetkilere sahip birden fazla yönetim düzeyi), siyasi baskıdan yalıtılmış bağımsız düzenleyici kurumlarla, devletten ve sermayeden özerk medya (çoklu bilgi kaynağı olması anlamında) ve etkin demokratik kitle örgütlerinin ve diğer sivil toplum örgütlerinin varlığı ile hayata geçirilebilir.

Bu bağlamda, örneğin nüfus olarak küçük bir nüfusa ve göreli olarak etnik bir bütünlüğe sahip bir ülkede ilk model (üniter yapı) daha verimli çalışırken, kalabalık nüfuslu, çok kültürlü ve çok kimlikli ülkelerde ikincisi daha iyi işleyebilir. Üstelik bu, bazı kesimlerce ileri sürüldüğü gibi, ülkenin bölünmesiyle de sonuçlanmayabilir. Bu yüzden de bu iki modeli fetiş haline getirmemek dahası birbirinin rakibi olarak görmemek gerekir.

Yeni Bir Anayasa İhtiyacı

Kuşkusuz çoğulcu, yerel mekanizmalarla desteklenmiş, katılımcı bir demokrasi için, çoğulcu katılımcı bir biçimde hazırlanan yeni bir yazılı “toplum sözleşmesi” ya da “anayasa” kaçınılmazdır.

Bunun yazılı olması gerekir zira yazılı olmayan anayasaya sahip tek ülke olan Birleşik Krallık’ta yaşanan hukuksal sorunlar artık yazılı olmayan anayasanın otoriterleşme çağında yeterli olmadığını gösteriyor.

Kuşkusuz iyi bir anayasaya sahip olmak da yeterli değildir. Bu anayasanın eksiksiz uygulanması ve başta emekçiler olmak üzere toplumun bu anayasaya sahip çıkması da gerekir. Bunun için de anayasa hazırlama süreçlerine toplumun tüm kesimlerinin temsilcileri aktif olarak katılabilmeli ve kararlar üzerinde söz sahibi olabilmelidirler.

Diğer taraftan ortada göz ardı edemeyeceğimiz bir gerçek var: Bugün İktidar Bloku 12 Eylül Askeri Diktatörlüğü koşullarda yapılan ve baskı ile halka kabul ettirilmiş olan 1982 Anayasasına karşıymış gibi görünse de bu gerçek değil. Aksine iktidarın yeni anayasa yapma isteği, daha demokratik bir anayasa yapmaktan ziyade, uzun yıllar iktidarda kalabilme niyetini yansıtıyor.

Dahası İktidar Bloku, mevcut Anayasanın göreli olarak demokratik sayılabilecek hükümlerini dahi, kendi iktidarına karşı olduğu gerekçesiyle, uygulamıyor. Daha ziyade, Cumhurbaşkanı seçilme oranını %51’den aşağıya çekme ve yürütmenin başındaki tek adamın aldığı kararlara dayalı olarak kuvvetler ayrılığını işlevsiz kılan mevcut otoriter rejimi, yasal bir çerçeveye oturtarak kalıcı kılma çabası söz konusu.

Dünyadaki ve bölgedeki olumsuz jeopolitik gelişmeler (en son İsrail’in İran’a saldırması ve İran’ın da karşılık vermesi), bir türlü içinden çıkılamayan ekonomik ve finansal kriz ve yıllardır siyasal iktidarla hemhal olmuş sermaye sınıfının en azından bir kesiminin uzun vadeli çıkarları da otoriterliği kalıcı hale getirme biçimindeki bu değişikliği kendi sınıfsal konumları açısından zorunlu kılıyor olabilir.

Ancak tüm bu olumsuzluklar ülkenin demokratik, çoğulcu ve katılımcı bir anayasaya olan ihtiyacını gölgelememelidir. Kısaca bu ülkenin demokratik bir anayasaya olan ihtiyacı çok açık.

Bir başka deyimle, demokratik bir anayasa yapılması talebine yukarıdaki gerekçelerle karşı çıkmak sorunludur. Zira bu hem demokratikleşme ihtiyacının görülmemesine hem de mevcut anayasanın demokratik olduğu gibi bir yanılsamaya neden oluyor. Bu yüzden de orta vadede, katılımcı özgürlükçü ve demokratik bir anayasanın yapılması gerekiyor. Emeğin hakları kadar, barışın kalıcılaştırılması ve demokratikleşme açısından da böyle bir anayasa kaçınılmazdır.

Halkın temel sorununun ekonomik olduğundan yola çıkarak yeni bir anayasanın zamanı olmadığını iler sürmekse, en hafifinden ekonomik ve demokratik mücadelenin birbirinden ayrılmaz olduğu gerçeğini reddetmektir.

Hukukun Üstünlüğü ve Çoğulculuk

Demokratikleşmenin en önemli ögelerinden biri olan “hukukun üstünlüğü” ve “çoğulculuk” karşılıklı olarak birbirini güçlendiren bir simbiyotik ilişki içindedir. Biri diğeri olmadan uzun süre ayakta kalamaz.

Öyle ki hukukun üstünlüğü çoğulculuğu; öngörülebilirlik ve istikrarla (yasal kesinlik, sözleşme güvencesi, mülkiyetin korunması ve prosedürel adalet); anayasal koruma ve kısıtlamalar, kurumsal bağımsızlık ile (yargı özerkliği, siyasi baskıdan yalıtılmış profesyonel kamu hizmeti, bağımsız denetim ve gözetim ve uluslararası anlaşmalara uyum taahhütleri) ile güçlendirir.

Buna karşılık çoğulculuk hukukun üstünlüğünü; farklı grupların toplumda meşru bir konuma sahip olduklarında kendi çıkarlarını etkileyen ihlalleri birden çok izleme ve uygulama merkezi oluşturarak, ihlallere direnmek için birleşerek (ortak mücadele); diaspora topluluklarıyla dış baskıyı harekete geçirerek ve “medya çeşitliliği” ile çok sayıda yayın organını ihlalleri araştırıp teşhir ederek güçlendirir. (1)

Hukuk sistemi siyasetin alt yapısıdır

Bir ülkedeki yerleşik hukuk sistemi, tıpkı demiryolu ağları veya elektrik şebekeleri ya da sağlık ve eğitim gibi ulusal altyapının bir parçası olarak görülmelidir.

Diğer yandan ülkede hukukun üstünlüğü şu anda ortadan kaldırılmış olduğundan, hukuk sistemi işlemiyor, yargının itibarı ve ona duyulan güven yerlerde sürünüyor.

Oysa hem bireyler hem de şirketler için, birbirlerine veya devlete karşı anlaşmazlıkları çözmek ve hakları güvence altına almak için iyi ve adil işleyen bir hukuk sistemine ihtiyaç var.

Bu bağlamda bir hukuk sisteminin başarısını ölçebilmek için sorulması gereken kilit soru şudur: Hızlı, adil ve öngörülebilir bir hukuk sistemimiz var mı? Bugün bu soruya olumlu yanıt vermek çok zor.

Öncelikle, mahkemelerdeki durum kaotik. Dava yükleri nedeniyle mahkemelerde dağ gibi birikmiş işler var. Bir davanın görülmesine kadar geçen ortalama süre şu anda yılları alıyor. Örneğin yıllara göre açılan yeni genel hukuk davaları açısından ele alındığında, 2023 yılı itibarıyla toplam gelen dosya sayısı yaklaşık 4,93 milyon oldu. Bu da 2015’e göre %45’lik bir artış demek oluyor. Ortalama derdest (devam eden) dosya sayısı ise 2012 yılında 2,8 milyon iken, 2021 yılında 4,3 milyon oldu (%54 artış). Ortalama dosya sonuçlanma süresi 2021 yılında 251 gün. Ancak bu süreler, İstinaf ve Yargıtay aşamalarında çok daha uzun sürebiliyor. Yıllara göre açılan iş hukuku davalarında ise 2018 yılında 540 bin dava varken, 2021 yılında bu sayı %26 artışla 680 bine çıktı. Bu dosyalarda ortalama karar süresi ise 483 gün. 2018'den beri (tartışmalı) zorunlu arabuluculuk aktif (yaklaşık %58 anlaşma sağlanıyor). Ancak bu da iş yükünde azalmayı sağlamadı, aksine toplam dosya sayısında artış gözlendi. (2)

Özetle, açılan dava sayısının artması, devam eden dosyaların birikmesi ve yavaşlayan işleyiş, genel hukukta önemli bir tıkanma oluşturuyor. Bu bağlamda mevcut tartışmalı hukuk sisteminin işlemediği ileri sürülebilir. Davalardaki gecikmeler bir yana, insanlar ve şirketlerin adil ve öngörülebilir bir adalete güvenip güvenemeyecekleri konusu da son derece önemli. İstatistikler bunun güvenilir bir şekilde gerçekleşmediğine dair endişe verici işaretler içeriyor.

Hukuksuzluk ekonomiyi olumsuz etkiliyor!

Sivil hukuktaki yıpranmanın ekonomik etkisini ortaya koyabilmek kolay olmayabilir zira hem akademik hem de politika literatürünün yanı sıra, mülkiyet ve sözleşme ihtilafları gibi şirketleri etkileyen yüksek profilli hukuk alanlarına odaklanmak gerekir.

Diğer taraftan, sistem genelinde ciddi ekonomik maliyetleri tahmin edebilmek güç değil. Öyle ki işverenler bir mahkeme davası sonuçlanana kadar personel istihdam edemeyebilirler. Küçük işletmeler, nakit akışlarının kaldırabileceğinden çok daha büyük meblağlar söz konusu olduğunda kapanma riski ile karşı karşıya kalabilirler. Davacı işçilerse bu arada işsiz kalabildikleri gibi, mahkeme masraflarını karşılayamadıkları için zorunlu olarak uzlaşma yoluna gider ve büyük kayıplara uğrayabilirler. Nitekim özellikle de işçiler açısından durum tam da böyledir.

Sonuç olarak, hukukun üstünlüğünü esas alan bir adalet sistemi, ulusal altyapının bir parçası olarak görülmelidir. Bu sistem olmadan ekonomi etkin bir biçimde işleyemez. Eğer hukuk sistemi çökerse, öngörülebilir ve hızlı bir adalet sisteminin mümkün kıldığı ekonomik işlemler ve yatırımlar engellenmiş olur. Yeni otomobil fabrikaları ve şantiyeleri belki politikacılara önlerinde fotoğraf çektirme imkânı sağlayabilir ancak hukukun üstünlüğü işlemediği, mahkemeler tarafından verilen kararların zamanlamasında bir iyileşme olmadığı sürece, ülkedeki ekonomik büyüme bir başka güçlü rüzgarla karşı karşıya kalır. (3)

Çoğulcu Demokratik Müzakere

“Çoğulcu Müzakere” çoğulcu demokrasinin ya da demokratikleşmenin bir diğer önemli ögesidir. Çünkü farklı grupların farklı bilgi birikimi sağlaması, kör noktaların belirlenmesi ve ele alınması anlamında, sorunların çözümünde daha iyi bilgi edinilmesini mümkün kılar.

Günümüzdeki müzakereci örgütlenmeler arasında; Yurttaş Meclisleri, Katılımcı Bütçeleme, Uzlaşma Konferansları, Barışçıl Çatışma Çözümü (çoğulcu kurumlar, kaçınılmaz anlaşmazlıkların şiddet kullanılmadan ele alınması için meşru kanallar sağlar), Sivil Toplum Arabuluculuğu ön plana çıkıyor.

Kuzey İrlanda Barış Müzakeresi Deneyimi

Bu bağlamda Kuzey İrlanda'nın Barış Müzakeresi Deneyimi son derece önemli zira şiddetli çatışmaların yerini alan “iktidarın demokratik paylaşımı”, “eski düşmanların birlikte yönetiyor olması”, “uzlaşmayı destekleyen sivil toplumun varlığı” ve “anlaşmayı kolaylaştıran uluslararası arabuluculuğun varlığı” tarihsel bir başarı örneği oluşturuyor. (4)

Devam edecek…

Dip Notlar:

(1)  https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/what-to-do-now (8 May 2025).

(2)  Agm.

(3)  https://theconversation.com/the-deteriorating-justice-system-in-england-and-wales-is-hindering-economic-growth (12 June 2025).

(4)  https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/pluralism (6 June 2025).

 

 

 

 


11 Haziran 2025 Çarşamba

Otokrasi, Barış ve Demokratikleşme

 

Otokrasi, Barış ve Demokratikleşme

Mustafa Durmuş

12 Haziran 2025


Dünya çapında artan otoriterliğin, militarizmin, savaşların, demokratik gerileme ve kutuplaşmanın damgasını vurduğu bir çağda, barışa, çoğulculuğa ve demokrasiye olan ihtiyaç hiç bu kadar acil olmamıştı.

Sırat Köprüsü’ndeki Türkiye

Böyle bir Dünyada, Türkiye Sırat Köprüsü’nden geçmeye çalışıyor. Mart ayında ülkenin en temel sorunlarından biri olan ‘Kürt Sorunu’nun barışçıl yollarla çözümüne ilişkin olarak başlatılan süreç ağır aksak yürüyor.

Bu süreçte PKK’nin kendini fesih etme kararının ardından, Kurban Bayramından önce çıkarılan İnfaz Yasası ile cezaevlerindeki binlerce siyasi tutuklunun, gazetecinin, öğrencinin serbest bırakılması beklenirken bu gerçekleşmedi. Bu durum, başta Kürtler olmak üzere, tüm demokratik muhalefette büyük bir hayal kırıklığına yol açtı. Ekim ayında yeni düzenlemeler yapılacağı ileri sürülse de bu konudaki beklenti giderek azalıyor.

Barışın toplumsallaşması gerekiyor ancak bunun önündeki en büyük engel sürecin taraflarından bir olan siyasal iktidarın ve onun kontrol ettiği devletin işi ağırdan alırken otoriterliği tam gaz sürdürmesi, özellikle de CHP’li belediyelere yaptığı operasyonları genişletmesi.

Yani toplum sadece barışın değil, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi sonrasında rafa kaldırılan (eksikli de olsa) demokrasiye geri dönüşün de sağlanmasını talep ediyor. Ancak böyle bir otoriter iktidar ile bırakın demokratikleşmenin sağlanmasını, barışın nasıl sağlanacağı ve kalıcı hale getirilebileceği ve demokratik bir anayasanın nasıl yapılabileceği de büyük soru işaretleri olarak önümüzde duruyor.

Bugünkü yazımız barışın inşası ile birlikte yürütülmesi gereken demokratikleşme mücadelesi üzerine. Yani iki bölümden oluşan yazımız, otoriter bir rejimde demokratikleşmenin nasıl sağlanabileceğine ve buna ilişkin mücadele yöntemlerine ilişkin. Bunun için de büyük ölçüde, Amerikalı yazar, anti-otoriterlik uzmanı Scot Nakagawa’nın çalışmalarına başvuracağız.

Nakagawa modern otoriterliğin askeri darbelerin ötesine geçerek sofistike demokratik erozyon stratejilerine evrildiğini ileri sürüyor. Ona göre, modern otoriterlik kabaca üç biçimde işliyor: (i) Kurumların ele geçirilmesi, (ii) bilgi savaşları, (iii) toplumsal kutuplaşma. (1)

Kurumların Ele Geçirilmesi

İlk olarak, modern otoriterler demokratik kurumları ortadan kaldırmak yerine, onları içeriden işlevsizleştirirler. Bu süreçte, iktidara sadık kadroları yargıya dahil etmek amacıyla mahkeme yapıları yeniden düzenlenir; kimi zaman belirli yetkilerle donatılmış özel mahkemeler kurularak (örneğin 2014 yılında kurulan Sulh Ceza Hakimlikleri gibi), yargının bağımsızlığına yönelik ciddi müdahalelerde bulunulur. Bağımsız yargıçlar ya pasif görevlere çekilir ya da zorla emekliliğe sevk edilir; paralel yargı düzenekleriyle adaletin tarafsızlığı zedelenir.

Sonuç olarak, mahkemeler başta olmak üzere, genel olarak yargı kurumu ele geçirilir ve iktidarın muhalefeti bastırmak, toplumu hizaya sokmak ve kendi meşruiyetini tesis etmek için kullandığı bir aygıta dönüştürülür.

Nitekim bunun en somut iki örneği; Polonya’da Hukuk ve Adalet Partisi’nin yargıyı sistematik olarak denetim altına alması ve Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yargıyı, muhalefeti kendi siyasal çizgisine göre dizayn etmek amacıyla araçsallaştırmasıdır.

Seçim Manipülasyonları

Otoriterler ayrıca seçimleri manipüle ederler. İktidar partilerinin zaferi garantilemek için stratejik taksimat (seçim bölgelerinin iktidar partileri lehine yeniden belirlenmesi), muhalifleri hedef alan seçmen baskısı, medya aracılığıyla çarpıtıcı dezenformasyon kampanyaları ve kamu kaynaklarının kötüye kullanılması bu yöntemlerin başında gelir.

Buna en iyi örnek Macaristan'da Fidesz'in seçimleri sürdürürken eşit olmayan bir yarışma alanı yaratması ve Türkiye’deki son yıllarda yapılan seçimlerde yaşananlar verilebilir.

Bürokratik Tasfiye

Modern otokratlar bürokraside tasfiye yaparlar. Profesyonel/liyakatli devlet memurlarını görevden alırlar ya da istifaya zorlarlar, paralel yapılar oluştururlar, merkez bankası gibi tarafsız kalması gereken kurumları siyasileştirirler, yolsuzlukla mücadeleyi ise muhalefeti örselemek amacıyla, seçici olarak kullanılırlar.

Bu konudaki en somut örnek, 15 Temmuz 2016 Darbe Girişiminin ardından üniversiteler başta olmak üzere Türkiye'deki kurumlarda yaşanan tasfiyeler ve DEM’li belediyelere kayyım atanması ve CHP’li belediyelere yönelik yolsuzluk soruşturmaları ve tutuklamalar gösterilebilir.

Bilgi Savaşları

İkinci olarak, modern otoriterler bilgiyi kontrol etmenin insanları kontrol etmekten daha kolay olduğunu çok iyi bildiklerinden, bilgi savaşı yürütürler.

Bunun için sırasıyla medyayı ele geçirirler (yandaş sermaye grupları aracılığıyla bağımsız yayın organlarını satın alırlar), eleştirel medyaya dönük reklam boykotları organize ederler, muhalif TV kanallarına kapatma ya da para cezası verirler, eleştirel gazetecilere sistematik taciz uygularlar, gerektiğinde onları tutuklarlar, kısaca devletin tam kontrolünde bir medya imparatorluğu yaratırlar.

Çarpıtma ve Dezenformasyon Kampanyaları

Ayrıca modern otoriterler, dezenformasyon kampanyaları yürütürler. Toplumu yanlış bilgilerle bombardımana tabi tutarlar, iktidar partisi destekçileri için inanacakları alternatif gerçeklik yaratırlar, bağımsız haber kaynaklarını itibarsızlaştırırlar ve bu amaçlar için sosyal medya algoritmalarından yararlanırlar.

Nitekim eski Filipinler Devlet Başkanı Duterte'nin Filipinler’deki cani rejimi (2016-2022), dijital çağ otoriterliğinin somut bir örneğidir. Duterte, devlet başkanlığı döneminde binlerce yargısız infazı yönetirken bile yüzde 70’in üzerinde bir onay oranına sahipti. Sosyal medyayı ele geçirerek ve onu bir dezenformasyon makinesine dönüştürerek ulusal anlatının kontrolünü ele geçirdi. Duterte bilgi ekosistemini kontrol etmenin, anlatıyı kontrol etmek için bu platformu kullanmak anlamına geldiğini kavradı ve geleneksel medya kuruluşlarını kapatmasına gerek olmaksızın, sadece etkili insanlar, troller ve iktidara iman edenlerden oluşan koordineli ağlar aracılığıyla paralel bir gerçeklik inşa ederek onları etkisiz ve alakasız hale getirdi.

Nakagawa’ya göre, “rehavete kapılmamak gerekiyor. Dijital taktikler sistematik olarak uygulandığında demokratik normları hızla aşındırabiliyor. En önemlisi, bunun sadece Duterte veya herhangi bir liderle ilgili olmadığını anlamak gerekiyor. Bu, demokratik kurumların cephesi içinde çalışan otokratik kontrol için tekrarlanabilir bir modelle ilgilidir. Filipinler sadece uyarıcı bir hikâye değil, dijital otoriterlik kontrolsüz kaldığında neler olabileceğinin bir ön göstergesidir. (2) Kuşkusuz Türkiye de bundan muaf değil.

Keza otoriterler ders kitaplarının rejimi destekleyecek şekilde yeniden yazılması, ulusal anlatıyı kontrol etmek, alternatif tarihlerin kriminalize edilmesi ve toplumsal hafızayı yok etmek için tarihsel bir revizyona başvururlar.

George Orwell ünlü eseri ‘1984'te, “geçmişi kontrol eden geleceği kontrol eder. Bugünü kontrol eden geçmişi kontrol eder” diye yazmıştı. Bugün endişe verici bir şekilde, tarihin belirli bir gündeme hizmet etmek üzere yeniden yazılması gözlerimizin önünde cereyan ediyor.

Aslında tarihin propagandist bir versiyonu uzun zamandır otoriter-faşist rejimlerin bir aracı oldu. Örneğin Naziler özgür düşüncenin otoriterlikle bir arada var olamayacağına inanıyorlardı. Tartışmayı önlemek ve toplumsal söyleme hâkim olabilmek için kendi yazdıkları resmi tarihi dikte ettiler.

Toplumun Kutuplaştırılması, Kültür Savaşları ve Ekonomik Popülizm

Üçüncü olarak, otoriter rejimler toplumu kutuplaştırırlar. Çünkü toplumu kutuplaştırarak bölmek onu yönetmeyi kolaylaştırır. “Biz ve onlar” politikası ile “ülke düşmanları” belirlenir, “insanlıktan çıkan muhalefet” Şeytanlaştırılıp teşhir edilir, terör ya da organize suç örgütleriyle mücadele adı altında toplum açısından varoluşsal riskler yaratılır, böylece baskı düzeni meşrulaştırılır.

Nitekim Duterte'nin etkin sosyal medya kullanımı, muhalif seslerin genellikle devlet düşmanı olarak etiketlendiği derin bir kutuplaşmayı artırdı. Bu ortam yapıcı söylemi bastırdı ve muhalefeti marjinalleştirdi, dijital kanallar aracılığıyla yayılan sıkı kontrollü bir anlatı içinde iktidarı pekiştirdi.

Ayrıca “kültür savaşları” ile geleneksel değerler militarize edilir, silahlandırılır, ahlaki panikler yaratılır, kozmopolit seçkinlere saldırılır, dindar muhafazakârlar, dini cemaatler harekete geçirilir. “Ekonomik Popülizm” ile ekonomik sorunlar azınlıklara, ötekileştirilen kimliklere ya da göçmenlere yüklenilir.

Bu arada bilinçli bir biçimde sorunlara karşı son derece basit çözümler vaat edilir, iktidar destekçilerine yeniden bölüşüm pastasından yeni imkanlar sağlanırken, mevcutlar sürdürülür, rakip işletmeler ve sermaye grupları ise iş yapmaları zorlaştırılarak cezalandırılır (3), hatta ileri gidenlere kayyım atanır.

Üç Ayaklı Mücadele

Böyle bir otoriter rejimin varlığı altında, barış ve demokratikleşme (ve emek) mücadelesi bir arada yürütülmek zorundadır. Çünkü ancak böyle bir mücadele otoriter rejimi geriletip, demokrasinin ve barışın önünü açabilir. Bu da emekçilerin haklarının korunmasını ve genişletilmesini sağlayabilir. Türkiye’deki özel koşullar gereği barış ve demokrasi mücadelesi iç içe geçtiğinden birinin başarısı diğerinin başarısını da sağlayacaktır (ya da tersi).

Diğer yandan bu üç ayağın bir araya gelmemesi için otoriter rejim her türlü araca başvurur. Bu nedenle de ülkedeki zorlukların başında bu üçlünün birlikte mücadelesinin nasıl sağlanacağı konusu geliyor. Ayrıca nasıl bir demokratikleşme ve demokrasiden söz edildiğinin de netleştirilmesi gerekiyor.

Demokratikleşmenin Olmazsa Olmazı “Çoğulculuk”

Kuşkusuz çoğulcu demokrasiden söz ediyoruz. Çoğulculuksa, farklılıklara ve çeşitliliğe hoşgörü göstermekten çok daha fazlasını temsil ediyor, demokratik yönetimi mümkün ve sürdürülebilir kılan bir zaruri temel örgütlenme ilkesini oluşturuyor.

Demokrasi çoğulculuk olmadan işleyemez çünkü demokratik yönetim doğası gereği anlaşmazlıkların barışçıl ve meşru süreçlerle yönetilmesini gerektirir. Demokrasinin temel vaadi olan insanların kendi kendilerini yönetmesi, bazı grupların dışlanması veya ikincilleştirilmesi halinde anlamsız hale gelir.

Çeşitlilik ve Çoğulculuk Farkı

Bu noktada “çeşitlilik” ve “çoğulculuk” arasındaki farkın netleştirilmesi gerekiyor. Çünkü çeşitlilik bir toplumdaki basit farklılık gerçeğini ifade ederken, çoğulculuk bu çeşitliliği yapıcı bir şekilde yönetmeye yönelik bilinçli bir siyasi ve kurumsal taahhüdü temsil eder.

Çoğulculuk sırasıyla; farklı grupları sadece hoş görmek değil, aktif olarak korumak anlamında ‘Aktif Koruma’yı; çeşitliliği barındıran ve kanalize eden yapılar oluşturmak anlamında ‘Kurumsal Tasarım’ı; karşılıklı saygı ve uzlaşma normlarının geliştirilmesi anlamında ‘Siyasal Kültür’ü; tüm grupların kanun önünde eşit konumda olmasını sağlamak anlamında ‘Yasal Eşitliği’ ve tüm grupların kararları etkilemesi için yollar yaratmak anlamında ‘Katılımcı Demokrasi Mekanizmalarını’ kapsar. (4)

Eşit Yurttaşlık ve Statü Hakları

Çoğulculuk, yöneticilerin keyfi iradesi veya belirli etnik veya dini grupların hakimiyeti yerine, ortak sivil çerçeveler tarafından yönetilen bir toplum veya sistem içindeki çeşitliliğin tanınması, kabul edilmesi ve kurumsallaştırılması olarak tanımlanabilir. Çoklu meşru bakış açılarının, kimliklerin ve yaşam biçimlerinin, bu çeşitliliği bastırmak yerine, onları koruyan tarafsız yasalar ve kurumlar altında bir arada var olabileceği ilkesine bağlı olarak işler. Bu bağlamda Türkiye’de “eşit yurttaşlık”, “ana dilde eğitim hakkı” ve ezilen kimliklerin “statü hakları” demokratik çoğulculuğun bir gereğidir.

Başarılı bir şekilde uygulandığında, çoğulcu demokrasi şunları sunabilir: Çeşitliliğin barışçıl yönetimi, meşru ve etkin yönetim, insan onuru ve haklarının korunması, ekonomik dinamizm ve yenilikçilik, farklılıklara rağmen sosyal uyum, çeşitli tehditlere karşı dayanıklılık ve sürekli iyileştirme olanakları.

Diğer yandan, çoğulcu (ve katılımcı) bir demokrasi için tek bir siyasal partinin ya da ideolojinin mutlak hakimiyeti söz konusu olmamalı, her türden siyasal parti ve ideolojiye örgütlenme hakkı tanınmalıdır. Farklı kültürel geleneklere ve uygulamalara saygı duyulmalı ve bunlar korunmalıdır. Tüm inançlar ve inançsızlar için inanç ve uygulama özgürlüğü olmalıdır.

Kuşkusuz çoğulculuğun bir ayağı da ‘ekonomik çoğulculuk’tur. Bu, ekonomik demokrasinin yanı sıra, çeşitli ekonomik örgütlenme biçimlerinin bir arada var olmasının (özel işletmeler, işçi, çiftçi ve tüketici kooperatifleri, devlet mülkiyeti, kolektifler ve komünler) meşru olarak kabulünü gerektirir.

Devam edecek…

Dip Notlar:

(1)        https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/pluralism (6 June 2025).

(2)        https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/digital-authoritarianism (06 May 2025).

(3)        https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/pluralism (6 June 2025).

(4)        https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/pluralism (6 June 2025).

 

 

2 Haziran 2025 Pazartesi

Kamu Çerçeve Protokolü

 

Kamu Çerçeve Protokolü, Barış Süreci ve Demokratikleşme

Mustafa Durmuş

3 Haziran 2025


Dün TÜRK-İŞ Genel Merkezi’nin önünde, üye işçilerin geniş katılımıyla bir basın açıklaması yapıldı. Bu açıklamanın konusu KÇP adıyla bilinen Kamu Çerçeve Protokolü’nün (Kamu Toplu İş Sözleşmeleri Çerçeve Anlaşma Protokolü) üç ay geçmesine rağmen hala imzalanmamış olması.

600 bini aşkın kamu işçisinin iki yıl süresince hangi koşullarda çalışıp yaşayacağını belirleyecek olan bu protokolün savsaklanması daha önce TÜRK-İŞ’e bağlı Tez Koop İş Sendikası’nın gerçekleştirdiği bir dizi protesto eylemiyle gündeme getirildi.

Sendikanın çağrısıyla Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı önünde yapılan basın açıklaması kamu işçisinin taleplerinin pazarlık masasından alanlara taşınmasını; masada müzakereden kaçınıldığı ölçüde sokakların mücadele alanına çevrileceğinin ve grev yasaklarına karşı direnişe geçileceğinin anlaşılmasını sağladı. Bu basın açıklamasına Tez-Koop-İş Sendikası üyeleriyle birlikte diğer sendikaların üyeleri de katıldılar. Ardından TÜRK-İŞ yönetimi dünkü basın açıklamasını gerçekleştirmek durumunda kaldı.

KÇP nedir?

KÇP, yoksulluk sınırının binlerce lira altında kalan ücretleriyle geçinmeye çalışan 600 bini aşkın kamu işçisinin ücret artışlarının ve diğer sosyal haklarının, dolayısıyla da ailelerinin yaşam koşullarının çerçevesini çiziyor.

AKP iktidarı işçilerin taleplerine bir sınır getirmek amacıyla böyle bir uygulamayı başlatmıştı ama bugün onu bile uygulamaktan kaçınıyor. Çünkü izlenen sözde anti-enflasyonist ekonomi politikalarının bir ayağı olarak tüketici talebini kısmak, bunun için de ücret artışlarını olabildiğince düşük tutmak istiyor. Böylece yüksek enflasyonun bedelini işçi sınıfına ödetmeye çalışıyor. İktidar benzer bir yaklaşımı asgari ücreti bu yıl için olması gerekenden daha düşük belirleyerek ve bu yılın ikinci yarısında yeni bir asgari ücret zammı yapmayacağını açıklayarak sergiledi.

Bu yüzden de basın açıklamasında işçiler sık sık Mehmet Şimşek’i istifaya çağırırken, TÜRK-İŞ’e de eylem ve grev kararı alma çağrısında bulundular. Bu eylemliliklerin süreceği anlaşılıyor.

Kamu işçilerinin taleplerini yansıtan teklifte neler var?

Bu yıl TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ tarafından sunulan ortak teklif, üyelerden işyeri sendika temsilcilerine, temsilcilerden sendika şubelerine, şubelerden sendika genel merkezlerine ve buradan da konfederasyonlara iletilen talepler neticesinde hazırlandı ve şubat ayında işveren tarafına sunuldu.

Ancak aradan geçen üç ayda, ülkenin en büyük işvereni konumundaki devleti temsil eden TÜHİS, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile İktidar sessizliğini korumaya devam ediyor. Pazarlık masasında ücret ve diğer mali haklara ilişkin söz söylemekten kaçınıyor.

Bu koşullar altında protokol hemen imzalansa dahi 300’ü aşkın kamu işyerinde işyeri bazlı sözleşmelerin imzalanması üç aydan önce gerçekleşmeyecek. Dolayısıyla kamu işçilerinin geriye dönük haklarını alarak toplu iş sözleşmelerine kavuşması eylül-ekim aylarını bulacak. Böylece işçilerin kazanımları bir kez daha enflasyon karşısında eriyecek.

TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ tarafından sunulan ortak teklif:

         Günlük brüt çıplak ücretin 1.800,00 TL’ye yükseltilerek ilk altı ay için yüzde 50 oranında zam yapılması,

         Haftalık çalışma süresinin 40 saatle sınırlı kalması,

         Cumartesi günlerinin akdi tatil olarak kabul edilmesi,

         Çalışılan her tam yıl için 35 günlük ücret tutarında kıdem tazminatı ödenmesi,

         696 sayılı KHK ile kadroya geçen işçilerin özlük haklarını sınırlandıran hükümlerin ortadan kaldırılması,

         İşçiler üzerindeki ağır gelir vergisi yükünün hafifletilmesine yönelik olarak yüzde 15’lik vergi dilimini aşan kısmın işveren tarafından ödenmesi gibi makul ve yaşamsal talepler içeriyor.

Yoksullaştırmaya devam!

Gerçek enflasyonun yüzde 80’lere ulaştığı, alım gücünün hızla düştüğü bir ekonomik yıkım ortamında, yılın dört ayı gelir vergisini ödemek için çalışmak durumunda kalan kamu işçileri, çoktandır anlamını yitirmiş bulunan 2024 yılı ücretleriyle giderek yoksullaşmaya devam ederken, KÇP konusunda İktidarın herhangi bir teklifte bulunmaması bu yoksulluklarını daha da artıracak.

Bu nedenle de pazarlık masasındaki sessizlik karşısında sosyal medyadan Bakanlık önüne taşan kamu işçileri, temel taleplerinin Kamu Çerçeve Anlaşma Protokolünün bir an önce imzalanması olduğunu; ancak bu imzalar atılırken, Konfederasyonların kamu işçisinin taleplerini içeren teklifinin esas alınması gerektiğini ısrarla dile getiriyorlar. Kamu işçilerinin gecikmiş haklarının bir an evvel teslim edilmesi gerektiğini haykırıyorlar.

Barış ve Demokratikleşme konularında da benzer bir engelleyici tutum sergileniyor!

“Yeni barış süreci” görüşmelerinde İktidarın somut adımlar atmayarak süreci savsaklaması, hatta 19 Mart’ta başlatılan operasyonları genişleterek sürdürmesi ve yargı infaz paketinde dağın fare doğurması gibi gelişmeler dikkate alındığında İktidarın, KÇP konusundaki tutumuna benzer bir tutumu barış (ve demokratikleşme) konusunda da sergilediğini ortaya koyuyor.

Toplumun azımsanamayacak bir kesimi, iktidarın bu süreci muhalefeti oyalamak, ekonomik krizin faturasını başta işçiler olmak üzere tüm emekçi halklara ödetmek ve iktidarını sürdürmek için kurguladığına inanıyor.

Bu niyet İktidar Blokunun gerçek niyeti olabilir. Bu da sürpriz olmaz zira hem dünyada hem de ülkemizde bunun geçmişte çok sayıda örneği mevcut. Ancak bu durum emek, barış ve demokrasi mücadelesini kararlılıkla sürdürmemenin ve kenara çekilmenin haklı bir gerekçesi olamaz.

Çünkü demokrasi kendiliğinden var olamayacağı gibi toplum sahip çıkmadığı sürece kendi kendini sürdüremez. Demokratikleşme de birilerinin bizim için yaptığı ve bize hediye ettiği bir şey değildir. Demokratikleşme için örgütlü mücadele verilmesi gerekir. Kısaca demokratikleşme herkesin elini taşın altına sokmasını gerektirir.

Benzer biçimde barış da gökten zembille inmez. Son barış süreci de bir anda ortaya çıkan bir şey değil, mevcut dış ve iç konjonktürün zorladığı bir süreçtir. Ama bu sürecin nasıl sonuçlanacağı yani kalıcı bir barışın inşa edilip edilemeyeceği ya da (daha kötüsü) bir sertleşme ve savaş hali ile sonuçlanıp sonuçlanamayacağı önceden bilinebilen bir durum değildir. Olumlu bir sonucu ortaya çıkaracak olan barış güçlerinin kararlı, sabırlı ve örgütlü mücadelesi ve barışın toplumsallaştırılması çabalarıdır.

Sonuç olarak

KÇP ve asgari ücretin yeniden artırılması gibi ekonomik kazanımlar da benzer bir mücadele ile elde edilebilecek kazanımlardır. Bunun için işçi sınıfının sadece sermaye sınıfına değil, aynı zamanda onun koruyucusu konumundaki siyasal iktidara, hatta işçi sınıfının mücadelesini soğuran kendi bürokratik sendikalarının yönetimlerine karşı da mücadele etmesi gerekir.

Ancak her şeyden önce bu üç mücadelenin ortaklaştırılması şarttır. Çünkü işçiler, emekçiler ekonomik kazanımlarını ancak barış içinde ve demokratik bir ortamda elde edebilirler ve koruyabilirler. Diğer yandan barış ve demokrasi ancak bu ikisini tarihsel olarak sağlayan işçi sınıfının bu mücadelelere sahip çıkmasıyla kalıcı hale gelebilir.

 

 

28 Mayıs 2025 Çarşamba

Pozitif barış

 

Barış şeffaflık, kararlılık ve sabırlı mücadeleyi gerektirir!

Mustafa Durmuş

29 Mayıs 2025


Tarih Türkiye toplumuna çok kıymetli bir barış imkânı daha sundu. Ancak ciddi belirsizlikler altında yürümekte olan bu yeni barış sürecinin önünde birçok engelin bulunduğunu da gerçekçi bir biçimde kabul etmemiz gerekiyor. Bunlardan bazıları:

●Barıştan kastedilenin ne olduğunun tam olarak anlaşılamaması ve barışın silah bırakmaya indirgenmesi,

●Ulus devletçi ve ulusalcı bakış açılarından kaynaklanan ön yargılar,

●Savaş ve çatışma ortamından beslenen ve bundan siyasal rant ve/veya ekonomik kâr devşiren kesimlerin varlığı,

●Görüşmelerin bir tarafı olan AKP iktidarının uzunca bir zamandır demokratik müzakereyi reddeden otoriter bir bakış açısına sahip olması, kutuplaştırıcı tutumu ve ilk barış sürecinin 2015 yılında hüsrana uğraması,

●Devlet Bahçeli gibi, bu sürecin tetikleyicisi ve fiilen yürütücüsü konumundaki bir liderin ve partisinin geçmişteki barış, demokrasi ve Kürtler konusundaki olumsuz tavrından dolayı demokrasi güçlerinin sürece şüpheyle yaklaşmaları,

●Süreç devam ederken siyasal iktidarın başta CHP olmak üzere muhalefet partileri üzerindeki baskılarını artırması, muhalif belediyelere kayyım atanması, 19 Mart’ta İBB’ye dönük olarak başlatılan operasyonlar ve ülkenin en güçlü cumhurbaşkanı adayının tutuklanarak cezaevine konulması.

Bunların yanı sıra altının çizilmesi gereken ciddi bir engel daha var ki asıl bu engelin üstesinden gelinmesi daha zor görünüyor:

●Müzakere sürecinin şeffaf işletilmemesi, Meclis’in, siyasal partilerin, demokratik kitle örgütlerinin ve emek örgütlerinin, halkın tam ve doğru bilgiye erişiminin engellenmesi ve tüm bu durumun neden olduğu spekülatif, manipülatif haberlerin ve dezenformasyonun süreci akamete uğratma riski. Bugünkü yazımızın konusu aslında tam da bu sorun.

Negatif barış

Öncelikle “negatif barış” ve “pozitif barış” arasındaki farkın ortaya konulmasıyla başlayalım. Bugün ilerletilmeye çalışılan şey pozitif barış görüşmelerinden ziyade, negatif barış aşaması yani silah bırakma ve çatışmaların durması ve silahların susmasıdır. Bu çerçevede, PKK kongresini toplayıp örgütü fesih etme kararı aldı, silah bırakması bekleniyor. Buna karşılık devlet işi daha yavaştan alıyor.

Pozitif barış

Pozitif barış ise, silah bırakma ve çatışmaların durmasının ardından gelecek olan ve barışı kalıcı hale getirmeyi hedefleyen başta yasal düzenlemeler olmak üzere tüm önlemlerin hayata geçirilmesini içeriyor. Bu aşamada artık “sosyal adalet”, “eşit yurttaşlık” gibi toplumsal barışın kalıcılığını sağlayan temeller atılır. (1)

Şu an pozitif barış aşamasında olmadığımız gibi, negatif barış aşamasının gerekleri de yerine getirilmiş değil. “Pozitif barış aşamasına geçilebilecek mi” ya da “ne zaman geçilebilecek” gibi sorulara net yanıtlar verebilmek oldukça zor. Çünkü süreç belirsizliklerle ve kırılganlıklarla ilerliyor.

Bu noktada unutulmaması gereken çok önemli bir husus, barışın kendiliğinden gelmeyeceği, onun ancak uğruna verilecek mücadelelerle, kararlılıkla ve sabırla sağlanabileceği hususudur.

Toplumun desteğini almak şart!

Bu sürece toplumun en geniş kesimlerinin desteğini sağlayabilmek, sadece toplumun farklı kesimlerinin inanıp güvendiği siyasal parti liderlerinin bu süreci sahiplenip savunmasıyla ya da “savunuyormuş gibi yapmasıyla” mümkün olmaz. Hatta Meclis’in sürece sahip çıkması (son derece önemli olsa da) tek başına yeterli değil.

Özellikle de ekonomik sıkıntıların tavan yaptığı, toplu işten çıkarmaların, enflasyon ve yoksulluğun arttığı ve halkın adeta yoksullukla (hatta açlıkla) boğuştuğu böyle dönemlerde, çatışmaların ve savaşın bu olguları nasıl daha da kötüleştireceği, buna karşılık barışın ve demokrasinin bu sorunların çözümünü nasıl kolaylaştırabileceği toplumun her kesimine anlatılmalı. Bu amaca yönelik olarak her türlü araç ve bilgi, toplumun barışın kaçınılmaz olduğuna inanmasına yardımcı olmasını sağlamak anlamında değerlendirilmeli.

Özellikle de DEM Parti, barış, toplumsal refah ya da savaş, ekonomik çöküş ve yoksulluk arasındaki ilişkileri Türkiye toplumuna anlatma konusunda ekstra bir çaba göstermeli. Derinleşen ekonomik yıkım karşısında enerjisini bundan böyle bu konulardaki çözümler için de kullanmalı.

Ayrıca barış ve demokrasinin tabiri caizse tahin-pekmez gibi iç içe geçtiği gerçeğinden hareketle, bu iki mücadelenin eş anlı ve el ele yürütülmesi gerektiği kabul edilmeli. Bu konuda demokratikleşmeye zarar verecek hiçbir iş birliğinin içinde olunmayacağı hususunda (bilhassa sürece kısmen haklı nedenlerle), şüphe ile bakan kesimlerin ikna olması sağlanmalı. Ki bunların içinde sadece “ulusalcılar” olarak tabir edilen kesimler değil, Türk solunun ve sosyalistlerinin azımsanamayacak bir kesimi de var.

Epistemolojinin barış ile ilişkisi

Basit bir ifadeyle, epistemoloji bilginin kendisinin incelenmesidir. Bildiklerimizi nasıl bildiğimizle ilgilidir. Epistemolojiyi şu soruların araştırılması olarak da düşünebiliriz:

Bir şeyin “doğru” ya da “yanlış” olduğuna nasıl karar veririz?

▪“Geçerli kanıt” ya da “geçerli bulgu” derken neyi kast ediyoruz?

▪“Güvenilir kaynak” (özellikle de anlık deneyimlerimizin ötesindeki haberler konusunda) ile “güvenilmez kaynak” arasındaki farkı nasıl anlayabiliriz?

▪ “Bilimsel olarak kanıtlanabilen gerçek” ile “inanç” arasındaki fark nedir?

▪ Bir şeyi gerçekten “bildiğimizi” ve “bildiğimizi düşündüğümüzü” nasıl ayırt edebiliriz? (2)

Türkiye toplumunda epistemolojik bir kriz yaşanıyor!

Epistemolojik kriz ise toplumların neyin hakikat ve güvenilir bilgi olduğunu anlama özelliğini yitirmesidir. Yani “gerçek” olanla “gerçek ötesini” ayırt edemeyerek yanılmak ya da yanlış sonuçlara varmak, diye de ifade edilebilir.

Bu kriz birbiriyle bağlantılı olarak aşağıdaki şekillerde ortaya çıkar:

▪İlk olarak, geleneksel olarak bilgiyi üreten ya da onaylayan kurumlar (devlet kurumları, üniversiteler, ana akım medya) evrensel otoritelerini kaybeder. Böyle bir durumda toplumdaki farklı kesimler tamamen farklı “hakikat” kaynaklarına dayanarak hareket ederler.

▪İkinci olarak, dijital teknoloji ve sosyal medya, çelişkili “gerçeklerin” farklı topluluklar için aynı anda hem doğru hem de yanlış olabildiği paralel bilgi evrenleri yaratır.

▪Üçüncü olarak, ortak olgusal gerçeklik aşınmış olabilir. Yani demokratik müzakerenin dayandığı temeller çökmüş olabilir. Bu da uzlaşmayı neredeyse imkânsız hale getirir. 

Bugün ülkedeki durum, barış ve demokrasi başta olmak üzere, birçok önemli konuda böyle bir epistemolojik krizin yaşanmakta olduğunu gösteriyor.

Otoriterliği güçlendiren yol

İşin kötüsü, böyle bir epistemolojik kriz, çeşitli mekanizmalar aracılığıyla mevcut otoriterliğin daha da güçlenmesine ve kalıcılaşmasına hizmet edebilir. Eğer yeni barış süreci de başarısız olursa böyle bir tehlike mevcuttur.

Çünkü gerçeklik giderek daha istikrarsız ve tartışmalı hale geldiğinde, basit, mutlak doğrular sunan otoriter liderlik psikolojik olarak daha çekici ve inandırıcı bir hale gelir. “Yatay vatandaş dayanışması” yerine, insanlar kesinlik vaat eden “güçlü liderlerle dikey hizalanma” arayışına girerler.

Bilgiyi üreten ve doğrulayan kurumlar meşruiyetlerini kaybettikçe, onlara bağlı olan demokratik süreçler de zayıflar. Otoriter, aşırı sağcı hareketler ve siyasal yapılar “Kürt Sorunu” gibi toplumsal sorunları daha önce de yaptıkları gibi günah keçisi ilan ederler ve toplumda bu sorunun çözümünün imkansızlaşması için yeni komplo teorileri servis edilmeye başlanır. Kısaca bu yapılar açıkça erişilebilir güvenilir bilginin olmadığı bir ortamdan faydalanırlar.

Üstelik bu kriz sadece politik bir kriz değil, aynı zamanda varoluşsal bir krizdir. Hakikati belirleyen ortak araçlar çöktüğünde demokratik müzakere imkânsız hale gelir. Otoriter hareketler bu çöküşü sadece istismar etmekle kalmaz, hiçbir şeyin güvenilir bir şekilde kanıtlanamadığı ortamlarda “hakikati” tek başına gücün ve iktidarın belirlediğini bilerek, bu çöküşü hızlandırırlar.

Bu yüzden de barışın da demokratikleşmenin de epistemolojik olarak topluma çok iyi anlatılması gerekiyor. Ancak iktidarın kutuplaştırıcı ve suçlayıcı dilinin devam ettiği bir ortamda bunu kitlelere anlatmanın çok zor olduğunu da kabul etmeliyiz.

Sonuç olarak

Yeni barış süreci başarıya ulaştırılmalıdır. Bu belki de bu coğrafya da barışa verilen son şanstır. Bu yüzden de tüm demokratik muhalefetin bu sürece sahip çıkması ve siyasal iktidarı bu süreci uzatmaması ve demokratik bir biçimde, gecikmeden sonuçlandırması için zorlaması gerekir.

Ayrıca başta CHP olmak üzere demokratik muhalefet barışı aktif bir biçimde desteklerken, demokratikleşme ihtiyacını da müzakerelerin taraflarına (özellikle de siyasal iktidara) sürekli olarak hatırlatmalıdır. Barışın yanında durmayanların demokratikleşme mücadelesinde barış güçlerini yanlarında görme şanslarının olmayabileceği (ya da tersi) unutulmamalıdır.

Kürt siyasal hareketinin ise bu sürecin her aşamasında şeffaf davranması, görüşmelerin İmralı ve Devletin istihbarat örgütleri ile sınırlı kalmasına karşı çıkması, sürece ait bilgiyi toplumun tüm kesimleriyle açık bir biçimde paylaşması, müzakereleri açıktan yürütmesi, Meclis, siyasal partiler ve emek örgütleri dahil olmak üzere tüm sivil güçlerin bu sürecin aktif aktörleri haline gelmesini sağlaması gerekir.

Dip notlar:

(1)    https://exhibitions.cooperhewitt.org/designing-peace (27 Mayıs 2025).

(2)    https://antiauthoritarianplaybook.substack.com/p/what-epistemology-has-to-do-with (21 May 2025).


26 Mayıs 2025 Pazartesi

Dünya Mutluluk Endeksi 2025

 

Türkiye’de insanlar neden mutsuz?

Mustafa Durmuş

27 Mayıs 2025


Uluslararası raporlara göre, ülkelerin yüzde 51’inin İnsani Gelişme Endeks değeri düşerken, dünyanın dört bir yanındaki insanlar artık kendilerini her zamankinden daha güvensiz hissetmeye başladılar. 20. Yüzyılda yaşanan iki dünya savaşı dönemlerinde dahi geleceğe dair olumsuz beklentiler bu denli yüksek olmamıştı. (1)

Önümüzdeki on yıl, altta yatan jeopolitik ve ekonomik eğilimlerin yönlendirdiği çevresel ve toplumsal krizlerle karakterize edilecek. “Hayat pahalılığı krizi” önümüzdeki iki yılın en ciddi küresel riski olarak gösteriliyor. “Biyoçeşitlilik kaybı ve ekosistem çöküşü” ise önümüzdeki on yılda en hızlı kötüleşen küresel risklerden biri olarak görülüyor ve altı çevresel riskin tümü önümüzdeki on yıl içinde ilk on risk arasında yer alıyor. (2)

Diğer taraftan hızla kötüleşen bir dünyada yaşasak da mutluluk arayışı insanlığın birkaç değişmezinden biri olmaya devam ediyor. Ancak bu kavramın özünü yakalamak basit bir iş değil çünkü mutluluk hem ölçülebilir kriterlere hem de kişisel algılara bağlı. Keza bunların her ikisi birlikte toplumsal refahın salt ekonomik rakamların ötesinde daha derinlikli bir şekilde anlaşılmasını sağlıyor.

Dünya Mutluluk Raporu 2025

Her yıl Birleşmiş Milletler Örgütü (BM) Sürdürülebilir Kalkınma Çözümleri Ağı, Oxford Üniversitesi Refah Araştırma Merkezi ve Gallup adlı bağımsız bir araştırma kuruluşu tarafından, çok sayıda ülkede insanların mutlu ya da mutsuz olmalarına neden olan faktörler araştırılıyor ve içinde insanlarla yapılan anketlere dayanılarak düzenlenen Dünya Mutluluk Endeksi’nin yer aldığı Dünya Mutluluk Raporu (3) adlı bir rapor yayınlanıyor.

Bu yılın mart ayında yayınlanan 2025 Dünya Mutluluk Raporu, yaşam değerlendirmeleri, sosyal destek, seçim özgürlüğü, kişi başına GSYH ve ek refah göstergelerine dayalı olarak küresel memnuniyeti ölçmeye çalışıyor. Bu raporda yer alan endekste (2022-2024) yıllarını kapsayan son üç yılda dünyadaki en mutlu ve en mutsuz ülkeler toplam 147 ülke arasında sıralanıyor.

Her ülkenin Dünya Mutluluk Raporu’ndaki puanı, bu üç yıllık dönemdeki (2022-2024) yaşam kalitesine ilişkin değerlendirmelerinin ortalamasını yansıtıyor ve ülkeleri en yüksek mutluluk düzeyinden en düşüğe doğru sıralıyor.

Ekonomi, psikoloji, sosyoloji ve diğer alanlardan uzmanlar daha sonra “kişi başı GSYH”, “sağlıklı yaşam beklentisi”, “güvenilecek birisine sahip olma”, “özgürlük duygusu”, “cömertlik” ve “yolsuzluk algısı” gibi faktörleri kullanarak ülkeler arasındaki ve zaman içinde aynı ülkedeki farklılıkları analiz ediyor. Bu faktörler ülkeler arasındaki farklılıkları açıklamaya yardımcı olurken, sıralamaların kendisi yalnızca insanların kendi yaşamlarını değerlendirmeleri istendiğinde verdikleri cevaplara dayanıyor. Dünya Mutluluk Haritası bu çalışmadan türetilmiş bir harita.

İskandinav ülkeleri ilk sırada

İskandinav ülkeleri küresel mutluluk sıralamasında bir kez daha en üst sıralarda yer alıyor ve Finlandiya sekizinci yıldır birinciliğini koruyor. Hemen arkasından Danimarka, İzlanda ve İsveç geliyor ve her biri bir önceki raporda sahip oldukları konumlarını koruyor. Bu yıl en önemli değişikliklerden biri de 12. sıradan 6. sıraya yükselen Kosta Rika’dan geldi. Bu başarı, bir Latin Amerika ülkesi için şimdiye kadarki en yüksek sıralamaya işaret etmekle kalmıyor aynı zamanda onu bu yılki raporda Avrupa dışındaki en güçlü performans gösteren ülke konumuna getiriyor.

Yemeğini paylaşmak mutlu ediyor!

Bu yılki rapor bizi “sağlık” ve “zenginlik” gibi geleneksel belirleyicilerin ötesine bakmaya yönlendiriyor. Mutlu olmada yemeğini paylaşmanın ve başkalarına güvenmenin beklenenden daha da güçlü bir refah belirleyicisi olduğu ortaya çıkıyor. Raporda sosyal izolasyon ve siyasi kutuplaşmanın yaşandığı bu çağda insanları yeniden bir sofra etrafında toplamanın yollarının bulunmasının gerekliliğine işaret ediliyor.

Bu çerçevede, “yemeğini başkalarıyla paylaşmanın” tüm bölgelerde mutluluk ve refahla güçlü bir bağının olduğu görülüyor. Bu bağlamda mutluluk endeksinde diğer gelişkin ülkelere nazaran aşağılarda kalan Amerika Birleşik Devletleri’nde tek başına yemek yiyenlerin sayısının son 20 yılda %53 artması tesadüf değil. Keza “hane halkı büyüklüğünün” mutlulukla bağlantılı olduğu anlaşılıyor. Öyle ki birlikte yaşayan dört-beş kişi Meksika ve Avrupa'da en yüksek mutluluk seviyelerine sahip. Buna karşılık Avrupa'da birçok insan tek başına yaşıyor.  2023 yılında, dünya genelindeki genç yetişkinlerin %19’u sosyal destek için güvenebilecekleri kimsenin olmadığını bildiriyor. Bu oran 2006 yılına kıyasla %39’luk bir artış anlamına geliyor.  ABD'de ve Avrupa'nın bazı bölgelerinde azalan mutluluk ve sosyal güven, siyasi kutuplaşmanın ve otoriterleşmenin artışını ve yönünü açıklayabilecek bir bulgu haline geliyor.

Mutluluk sıralamasında 94. sıradayız!

Her ne kadar TÜİK’e göre, 2024 yılında Türkiye’de 18 yaş ve üzeri yaştaki bireylerin %49,6’sı mutlu (2023’te %52,7 imiş), buna karşılık %14,5’i mutsuz ise de (2023 yılında %13,7 imiş), (4) bu durum sadece TÜİK’in ülkeye hala pembe gözlüklerle baktığını göstermekten başka bir anlama gelmiyor.

Çünkü özellikle de 1990'lardan bu yana küresel ekonomiyi yöneten neo-liberal kapitalizmin temel özelliklerinden biri eşitsizlikleri derinleştirmek ve genişletmek oldu. Çoğunluğu zor durumda bırakırken küçük bir azınlığı ahlaksızca zenginleştirdi. İşçiler, emekçiler, kadınlar ve yerli halklar, farklı etnisiteler, farklı cinsel kimliklere sahip insanlar bu eşitsizliklerden olumsuz bir şekilde etkilendiler. Kıtlık ve aşırı yoksulluğun artmaya devam ettiği bir durumda, devletlerin özelleştirmeler yoluyla geri çekilmesi yoksulluk ve eşitsizlik kısır döngüsünü daha da besledi. Tüm bunların hepsi Türkiye’de çok daha keskin bir biçimde gerçekleşti. Sadece 2013 Gezi Ayaklanması değil, 19 Mart sonrasında gençlerin başını çektiği kitlesel protestolar özellikle de gençlerin mutlu olmadığını ortaya koydu.

Nitekim Dünya Mutluluk Raporuna göre, neo-liberalizmi siyasal İslamcı bir bileşenle birlikte yaşayan Türkiye bu yılki endekste (10 üzerinden 5,3 puan ile), mutluluk genel sıralamasında 147 ülke arasında ancak 94. sırada kendine yer bulabildi.

Emekçi sınıflar ve diğer ezilenler mutsuz

Kuşkusuz günümüzde herkesin mutsuz ya da herkesin mutlu olduğu bir toplum ya da bir dünya mevcut değil. Yani aynı anda bir ülkede her ikisi de mevcut. Bu kapitalizmin ürettiği bir durum. Yani mutluluk sadece göreli bir kavram değil, aynı zamanda içinde yaşadığımız düzende başta sınıfsal eşitsizlikler olmak üzere, her türden eşitsizlikler üretiliyor. Bu eşitsizlikler kendini gelir ve servet eşitsizliği, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, halklar ve kimlikler arasındaki eşitsizlikler biçiminde gösteriyor.

Türkiye’deki en alttakilerin yani en mutsuzların kimler olduğunu tahmin edebiliriz. En mutsuzların, milli gelirden ancak üçte birin altında pay alabilen ve çok büyük bir kısmı açlık sınırının altında kalan bir asgari ücret karşılığında haftada 48 saatten fazla çalışan 10 milyona yakın asgari ücretli işçi ve çok büyük bir kısmı açlık sınırının altında gelir elde edebilen 16 milyona yakın emeklinin olması sürpriz değil.

Bunlara bir de artık ekip biçemediği için iyice yoksullaşan köylüleri, küçük üreticileri, küçük esnafı, şiddete uğratılan kadınları, iş bulamayan üniversite mezunu gençleri, okulunda günde bir öğün dahi ücretsiz yemek yiyemeyen okul çocuklarını, çocuk işçileri ve ötekileştirilen diğer kimliklere ve inançlara sahip yurttaşlarımızı ekleyebiliriz. Kısaca BM’nin Mutluluk Endeksi bizim mutsuzluğumuzun tescili oldu.

Mutlu olabilmek için iki yol

Sosyal adaletin ve demokrasinin var olduğu ve tüm kurumlarıyla işlediği bir toplumda, anayasa tarafından güvence altına alınmış hak ve özgürlüklerini herhangi bir kısıtlamaya uğramadan kullanabilen, özgürce düşüncelerini açıklayabilen ve örgütlenebilen, kimliği yüzünden ötekileştirilmeyen, ırkçılığa, ayrımcılığa ve şovenizme maruz bırakılmayan barış içinde yaşayan gelişmiş bir toplumda insanların genel olarak mutlu olduklarını varsayabiliriz.

Bir başka anlatımla, otoriter rejimler altında en temel hak ve özgürlüklerini dahi kullanamayan, yoksulluk sınırının altında, hatta açlık sınırında yaşamak zorunda bırakılan, en temel sağlık, eğitim ve sosyal koruma hizmetlerinden yeterince yararlanamayan, depremler, seller, su baskınları gibi felaketler karşısında çaresiz bırakılan, devletin yeterince yardım elini uzatmadığı ülkelerde yaşayan insanların mutsuz insanlar olduklarını ileri sürmek son derece gerçekçi olur.

Barış, demokrasi, sosyal adalet, iş ve ekmek…

Kısaca, mutlu olabilmek için öncelikle barış, demokrasi ve sosyal adaletin olması, aynı zamanda da insanların maddi ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri ve ekonomik refah düzeylerini yükseltebilmeleri gerekiyor. Bunun için de adil bir gelir bölüşümü mutlu bir ülke için bir ön koşul. Çünkü adaletsiz bir düzende sadece toplam ekonomik refah düzeyinin yükselmesi emekçi halkların mutlu olmaları için yeterli olmuyor.

Demokratik bir toplumda mutlu olmak daha kolay

İnsanların ekonomik mutluluğunu ve ekonominin iyilik derecesini ölçme konusunda ekonomik büyüme kavramının ötesine geçen yeni kavramlara ve ölçme yöntemlerine ihtiyaç olduğu açık. Dünyanın her yerindeki insanların karşı karşıya kaldığı acıları hafifletmek istiyorsak, sistemin dışına çıkma cesaretinden daha fazlasını göstermeli ve mutsuzluk yaratan ekonominin yerine gerçekçi bir “mutluluk ekonomisi” inşa etmeliyiz.

Demokratik bir toplumda ve ekonomide, bu toplumdaki üretim ve bölüşüm ilişkilerinin farklılığına bağlı olarak ekonominin iyi olma halini ve insanların mutluluğunu ölçecek farklı ölçme biçimlerine ihtiyacımız olacak. Ancak bunun için mevcuttan tamamen farklı bir ekonomi örgütlenmesi şart. Öyle ki sadece piyasaların yerine devleti koymak sorunu çözmeyecek, aynı zamanda ekonomiyi, radikal bir biçimde demokratikleştirmek gerekecek.

Yerelleşme mutluluğu artırır

Bu bağlamda küreselleşmenin ve hiyerarşik bir merkezileşmenin panzehri olarak yerelleşmeyi seçebiliriz. Çünkü Türkiye’deki GSYH büyümesi tam da son 40 yılın neo-liberal küreselleşmesinin sonucunda gerçekleşti ancak, özellikle de son on yılda, bunun sürdürülemez olduğu gerçeği ortaya çıktı ve kişi başı gelir 2013 yılı seviyesinin %30 altına kadar geriledi.

İnsanların geçim kaynakları yok edildi, bu yüzden de insanlar iş bulabilmek için kalabalık, kirli şehirlere göç etmek zorunda kaldılar. Böylece beden ve ruh sağlıkları bozuldu. Yerel dükkânlar, bakkallar, küçük mağazalar yerlerini ruhsuz süpermarketlere ve zincir marketlere, marka mağazalara bırakırken insani ilişkiler ortadan kaldırıldı. Yerel diyetler yerini fast food gıda zincirlerine bıraktığında ise kanser, diyabet, obezite, kalp ve damar hastalıkları başta olmak üzere ölümcül hastalıklarda patlama yaşandı.

Ülkede son 22 yıldır uygulanmakta olan neo-liberal tarım politikası ise küçük üreticileri, küçük çiftçileri, hayvancılıkla geçinenleri, balıkçıları ve yerel gıda ekonomilerini ortadan kaldırırken, özellikle de ithalatçı kapitalist tarım işletmelerinin kârlarını en üst düzeye çıkardı.

Sözde bir “kalkınma, gelişme ve büyüme” adı altında yerel küçük üretime son verilirken, köylerin, kasabaların ve kentlerin ana caddelerinin yerelleşmiş, topluluk merkezli ekonomilerinin altı oyuldu ve yerini sürekli olarak alışveriş merkezleri, alışveriş bölgeleri ve otoyollar etrafında planlanan genişleyen banliyöler aldı.

Bu sorunların kökten çözümü üretim, tüketim, dağıtım ve mülkiyet ilişkilerini kökten değiştirmekten geçiyor. Bunun için bugünden atılacak adım demokratik, katılımcı, dayanışmacı ve barış içindeki bir ekonominin inşa edilmesidir. Böyle bir ekonomi paradigmasının en önemli unsuru ise yerelleşmedir. Çünkü ekonomik yerelleştirme, mutluluk ekonomisidir, insanlar arasındaki ve insanlarla doğa arasındaki ilişkileri yeniden dokumanın kalıcı-sistemik bir yoludur.

Dip notlar:

(1)      Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı UNDP), Belirsiz Zamanlar, Huzursuz Yaşamlar- İnsani Gelişme Raporu 2021-2022 Özet (Ekim 2022).

(2)      https://www.weforum.org/reports/global-risks-report-2023 (11 January 2023).

(3)      John F. Helliwell, Richard Layard, Jeffrey D. Sachs,

Jan-Emmanuel De Neve, Lara B. Aknin and Shun Wang, World Happiness Report 2025, University of Oxford: Wellbeing Research Centre.

(4)      TÜİK, Yaşam Memnuniyeti Araştırması, 2024 (17 Şubat 2025).