Açlık Sınırında Bir Asgari Ücretle Türkiye
Ekonomisi Nasıl Büyür?
Mustafa Durmuş
30 Aralık 2025
Yeni asgari ücret açıklandı. Asgari ücrete yapılan
artış, asgari ücretli bir işçiyi ve ailesini açlık sınırından kurtaran bir
artış olmadığı gibi, reel bir artış da değil. Çünkü bu artış ancak 2025
enflasyon kayıplarını karşılamaya yetiyor.
Buna rağmen kıyamet kopmadı. Sendikalardan ciddi bir
tepki gelmedi, asgari ücretliler de sokağa çıkmadılar. Bu da işçi sınıfının ve
onu temsil ettiği varsayılan sendikaların ve siyasi hareketlerin nasıl derin
bir kriz içinde olduğunu gösteriyor.
Gelecek işçi nesli: modern köleler!
Asgari ücretin bir sefalet ve açlık ücreti olarak
belirlenmesi kuşkusuz öncelikle, milyonlarca işçi ve ailesinin temel gıda
maddelerinden mahrum kalacağının, işçi çocuklarınınsa bu koşullarda ilerde
babalarından ya da annelerinden çok daha geri bir durumda olacaklarının ve bir
tür modern kölelere dönüşeceklerinin belirtisi. Böylece ortada hem yoğun bir
emek sömürüsü var hem de adaletsizlik ve etik dışı bir durum söz konusu.
Sadece asgari ücretliler için değil tüm işçi sınıfı için alarm zilleri çalıyor!
Ayrıca asgari ücretteki artış, diğer çalışanların
ücretlerindeki artışı ve emeklilerin ücretlerini de etkilediğinden, seneye
yapılacak toplu iş sözleşmelerinde işçi ücretlerine yapılacak artışlar da çok az
olacak. Böylece asgari ücret ile ortalama ücret arasındaki fark giderek
kapanacak. Bu da sadece asgari ücretlilerin değil, sınıfın geri kalanının da
açlık sınırından kurtulmasını imkânsız hale getirecek.
Çünkü DİSK-AR’ın 2026 Yılı Asgari Ücret Raporu’na göre
tüm özel sektör işçilerinin yüzde 46,7’si asgari ücret ya da asgari ücretin
yüzde 5 fazlası düzeyinde bir gelir elde edebiliyor. İktisatçı Zafer Yükseler
’in TÜİK’in 2024 yılına ilişkin açıkladığı firma büyüklüklerine göre temel
göstergeleri kullanarak yaptığı hesaplar da benzer bir sonuç veriyor: ücretli
çalışanların yüzde 43’ü asgari ücret düzeyinde bir ücret alıyor. Dahası, yine
bu hesaplamalara göre, personel maliyetinin üretim değerine oranı KOBİ’lerde
yüzde 16, büyük firmalarda ise sadece yüzde 14 seviyelerinde. Yani işçi
sınıfının toplam hasıladan alabildiği pay son derece düşük. (1)
Bu gerçeğe rağmen izlenen emek karşıtı gelir
politikaları, kemer sıktıran ekonomi politikaları, iki haneli enflasyon,
adaletsiz vergi sistemi ve baskıcı yönetim yüzünden, işçi sınıfının 2026
yılında daha iyi durumda olmasını beklemek tam bir safdillik olur.
Düşük ücretler ekonomik büyümenin önünde
engel!
İktidarın övündüğü yüksek (!) ekonomik büyüme de
tehlikede. Çünkü asgari ücretin bu denli düşük tutulması (orta ve uzun vadede),
ekonominin büyümesinin sürdürülmesini zorlaştıracak.
Yeni reel yatırımların son derece yetersiz olduğu,
ihracatın olumsuz uluslararası konjonktür ve ülkenin düşük teknolojili ihracat
yapısından ötürü tıkanma noktasına geldiği ve verimlilik yönlü büyümenin
kaynağı olan teknolojik ilerlemenin sağlanamadığı bir ortamda, ekonomiyi
büyütebilmenin yolu olarak geriye tüketim harcamalarını artırmak kalıyor.
Nitekim son yıllarda Türkiye ekonomisi asıl olarak
özel tüketim harcamalarındaki hızlı artışlarla büyütülüyor. Bu bağlamda iç
talebin güçlü olması gerekiyor. Bunun için paranın kullanım maliyetinin düşük
olması gerekiyor ki siyasi iktidar fırsat buldukça faiz oranlarını düşürüyor (ama
bu durumda da karşısına yüksek enflasyon duvarı çıkıyor).
“Ücret destekli büyüme stratejisi”
İç talebin asıl belirleyeni başta ücretler olmak üzere
gelirlerdir. Ücret/gelir artışlarıyla desteklenen bir büyüme stratejisi ise hem
gelir bölüşümü eşitsizliğini azaltabilir hem de ekonomik büyümeyi hızlandırabilir.
Çünkü hanelerin çoğunluğunun gelir kaynağı
ücretlerdir. Ciddi boyutlardaki reel ücret artışları ise tüketim harcamalarının
artmasına yol açar (zira düşük gelirlilerin marjinal tüketim eğilimleri
yüksektir). Bu yüzden de toplam talebin ekonomik
büyümedeki rolü açısından gelir bölüşümü eşitsizliği sıkıntılı bir durumdur.
Bunu iyileştirecek ücret artışları ise ekonomik canlanmayı ve büyümeyi hızlandırır.
Strateji bu işlevi talep ve arz yönlü olarak yerine
getirebilir. Talep yönlü olarak; daha yüksek ücret daha fazla tüketim
harcaması, dolayısıyla da daha fazla talep ve daha hızlı büyüme demektir. Arz
yönlü olaraksa daha yüksek ücret emeğin verimliliğini artırır.
Diğer yandan patronlar açısından işçi ücretleri
talebin değil, üretim maliyetlerinin bir parçası olduğundan, yüksek ücretler
firma için daha yüksek maliyet anlamına gelir. Bu nedenle sermaye sınıfı buna
kolay kolay yanaşmaz.
Adaletsiz gelir dağılımı ciddi bir engel
Ancak bu ülkede gelir dağılımı son derece adaletsiz (piramidin
tepesinde birikmiş durumda). Öyle ki TÜİK’e göre en tepedeki yüzde 20’lik grup
toplam gelirin yüzde 48’ine el koyuyor. (2)
Bu yüzden de başta işçi ücretleri olmak üzere, emek
gelirlerinin son derece yetersiz ve servet bölüşümünün son derece adaletsiz
olduğu bir ekonomide büyümenin ücret sürümlü bir biçimde sağlanabilmesi mümkün değil.
Tüketici kredilerine yüklenmenin de bir
sınırı var
Bu durumda geriye bir tek “toplumu borçlandırma” yolu
kalıyor. Nitekim ekonomi yönetiminin son yıllarda başvurduğu kaynakların
başında tüketici kredileri ve kredi kartları geliyor. Bu bağlamda faiz oranları
indiriliyor ve böylece iç talep canlandırılmaya çalışılıyor. Ancak burada da
yüksek enflasyon duvarı tekrar karşımıza dikiliyor.
Tüketici kredilerindeki artış (sadece enflasyona değil),
aynı zamanda artan işsizlik ve yoksullukla birlikte, giderek potansiyel bir
borç ve bankacılık krizine de yol açabilir. Ödenmeyen kredi borçlarındaki (kredi
kartları ve tüketici kredilerindeki) artışlar bu anlamda büyümenin bu şekilde
sürdürülemeyeceğini ortaya koyuyor.
Sermaye şirketlerinin spekülatif finansal
kazançları
Diğer yandan, gelir eşitsizliği nedeniyle gelirleri
azalan ücretliler tüketimlerini sürdürebilmek için giderek daha fazla borçlanırken,
gelirin ve servetin büyük bir kısmını elinde tutan zenginler bu servetlerini
büyütmek için finansal alanda spekülasyona başvuruyor.
Bankacılık sektörü de spekülatif finansal faaliyetleriyle
istikrarsızlık riskini artırıyor. Devletse finans alanını düzenlemekten vaz
geçtiğinde, böyle faaliyetler finansal krizlerle sonuçlanıyor. Bunun dünyada da
Türkiye’de de sayısız örneği var.
Olsa olsa ‘K’ tipi bir ekonomik büyüme
olur!
Tüm bunlara rağmen ortaya çıkan bir ekonomik büyümenin
emekçilere, halka, toplumun büyük bir kısmına, doğaya herhangi bir faydası
dokunmaz, aksine zararı olur.
Nitekim bu yılın üçüncü çeyrek GSYH büyümesinde emeğin
milli gelirden aldığı pay yüzde 38,4’ten yüzde 35,9’a gerilerken, sermayenin
aldığı pay yüzde 41,3’ten yüzde 46,7’ye yükseldi. (3) Böyle bir büyüme olsa
olsa ‘K tipi’ bir büyüme, yani “yoksul yoksullaşırken, zenginin daha da
zenginleştiği bir ekonomik büyüme” olarak adlandırılabilir.
Oysa ekonominin merkezine sosyal ihtiyaçlarımızı ve
doğadaki kısıtları koymamız gerekiyor. Yani hiçbir yurttaşımızın güvenli gıda,
eğitim, sağlık ve sosyal koruma gibi zorunlu mal ve hizmetlerden mahrum
bırakılamayacağı, ortaya çıkan refahın adil bir biçimde paylaşılacağı, bunu
yaparken de varoluşumuzu destekleyen ekosisteme zarar vermeyecek (iklim
istikrarı, sağlıklı toprak ve su gibi) bir ekonomik sistemi kurgulamalıyız ve
ekonomik büyümeyi bu kurgu çerçevesinde ele almalıyız. “Bizi var eden şeyler
yok edildiğinde sonuçta bizim de yok olacağımızın” bilincinde olmalıyız.
Sonuç olarak
Emekten yana istikrarlı bir
bölüşüm de sağlayabilecek bir “ücret destekli ekonomik
büyüme” stratejisinin temelleri şunlar olabilir:
●Asgari ücretin istisna olarak kabul edilerek,
ücretlerin genel olarak bir ailenin geçimini onurlu bir biçimde
sağlayabilmesine imkân veren bir düzeye çıkartılması.
●İşçi sendikalarının güçlendirilmesine ve toplu
pazarlık sisteminin kapsayıcılığının genişletilmesine hizmet eden yasal
değişikliklerin yapılması.
●Banka kredilerinin etkin kontrolü için finans
sektörünün yeniden yapılandırılmasına yönelik olarak; bankaların etkin
denetimi, finansal işlem vergisi uygulamasına ve iş döngülerine uyarlanmış
kredi sistemine geçilmesi ve gölge bankacılığının kontrol altına alınması.
Ancak böyle bir ücret destekli büyüme stratejisinin başarılı
olabilmesi için küresel düzeyde uygulanması gerekiyor. Ayrıca bu stratejinin
kısa vadede değil, ancak orta ve uzun borçlanmaya dayalı olmayan bir ekonomik
büyümeyi sağlayabileceği gerçeği ve daha da önemlisi, ülkede barış ve
demokrasinin inşa edilmesi ve hukukun üstünlüğünün sağlanması gerekliliği göz
ardı edilmemeli.
Dip notlar:
(1) Özgür
Orhangazi, https://www.evrensel.net/yazi/98359/makroekonomik-istikrar (27
Aralık 2025).
(2) TÜİK,
Gelir Dağılımı İstatistikleri, 2025, https://data.tuik.gov.tr (26 Aralık
2025).
(3) TÜİK,
Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, III. Çeyrek: Temmuz-Eylül, 2025,
https://data.tuik.gov.tr (1 Aralık 2025).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder