Darbe
Notları 1
15 Temmuz Darbe Girişimini Açıklamaya Dönük İki Yaklaşım
Mustafa Durmuş
Ne denli bilimsel olursa olsun tek bir yaklaşımla, yöntemle ya da tek bir faktörle sosyal, siyasal ve ekonomik yaşamın ve olayların bütün karmaşıklığını tam olarak kavramanın ve açıklayabilmenin zorluğunun altını çizerek, “15 Temmuz başarısız darbe girişiminin” ekonomi politiğini irdelemeye başlayabiliriz.
Bu bağlamda önce, komplo teorilerini, bilimsel bir temel dayanmadıkları ve pratikte de siyaset alanında hareket imkanı bırakmadıkları için, dışarıda tutarak, darbe girişiminin farklı yaklaşımlarca nasıl açıklandığını ele alabiliriz. Bu girişim ve sonrasındaki OHAL uygulamalarının yarattığı ekonomi ve emek alanındaki etkiler ise ayrı bir yazı konusu olacak.
1. “Darbe Mekaniği” yaklaşımı
Bu yaklaşım “15 Temmuz başarısız darbe girişimini”, hali hazırda ordu içinde mevcut olan bir darbe mekaniğinin işlemesiyle açıklıyor ve daha çok Kürt Hareketince dillendiriliyor. Bu mekanizmayı harekete geçiren gücün de Kürt sorununun bir kez daha çözümsüz bırakılması olduğu ileri sürülüyor.
Kısaca, bu yaklaşıma göre, 7 Haziran 2015 genel seçimlerinin ortaya çıkardığı sonuçlar R.T. Erdoğan’ı, iktidarda kalabilmek için savaş konseptine dönüp orduya muhtaç hale getirince, Balyoz operasyonları gibi operasyonlarla Ergenekoncu generallerden büyük ölçüde temizlenmiş, ama bunların yerini büyük ölçüde Amerikancı-NATO’cu- Fetullahçı generallerin aldığı ordu siyaset içinde giderek kaybettiği gücü tekrar ele geçirmeye başladı. Böylece potansiyel olarak her zaman darbelere açık olan böyle büyük bir askeri yapıda darbe mekaniği devreye girdi ve darbeyi gerçekleştirmek için uygun koşulların oluşması beklendi.
1 Kasım 2015’de tekrarlanan seçimlerden sonra savaş hızlanıp, ordu şehirlere gönderildiğinde ikinci darbe mekaniği de harekete geçirildi. Çünkü Türkiye siyasetinin ağırlık merkezinde yer alan “Kürt sorunu” karşısındaki sert tutumu belli olan ve alanda giderek daha fazla yer alan ordu, bu sayede Erdoğan karşısındaki konumunu daha fazla güçlendirdi. Savaşta güçlendiğine inanan ordu, Türkiye siyasetini yeniden tasarlamak için siyasal alanda daha fazla rol oynamak istedi ve darbe girişiminde bulundu. Böylece darbe mekaniği bir kez daha harekete geçirildi.
Kısacası bu tez, bir darbe mekaniğinin özellikle son bir iki yıldır, harekete hazır olduğunu ileri sürüyor. Bu mekaniği harekete geçiren gücün de Kürt sorununun askeri çözümünde aktif rol alan ordunun sivil siyaset karşısında güç kazanması olduğunu vurguluyor. Bu ordu içinde kilit noktalarda olanlar ise Fetullahçı üst düzey rütbeli askerler ve Ergenokoncu klik dışında kalan bazı yeni ulusalcı ya da yeni Kemalist rütbeli askerler.
Bu yaklaşım her ne kadar darbe girişiminin Türkiye’nin en önemli sorunu olan Kürt sorunu ile olan ilişkisini kurması ve ordu içindeki kliklerin sivil siyaset karşısında harekete geçmesini açıklaması bakımından önemli bir yaklaşım olsa da, bazı soruların yanıtlarını vermekte yetersiz kalıyor.
(i) Öncelikle, darbe girişimini tek başına “Kürt sorununun çözümsüzlüğü ya da çözüm sürecinin sona erdirilmesi” gibi tek bir faktörle açıklamak yeterli değil. Çünkü bu analize toplumsal sınıflar arası çelişkiler-çatışmalar ve bunların siyasal alana yansımaları, jeopolitik gerilimler ya da riskler, ekonomi alanında olan bitenler dâhil edilmiyor.
Oysa darbe girişimi sonrasında yapılan operasyonlarla kamu görevinden çıkartılan (ya da açığa alınan) başta öğretmenler olmak üzere 50,000 civarında kamu görevlisinin “Fetullahçı Terör Örgütü” ile ilişkilendirilmesi darbe sonrası hesaplaşmanın öncelikli olarak kimler arasında olacağını ortaya koyuyor.
Ayrıca aynı yasa çerçevesinde çıkartılan Milli Emlak Genel Tebliğinde getirilen bazı düzenlemeler, resmi açıklamaya göre 1 milyar dolarlık bir mal ve nakit varlığına el konulan, kapatılan 15 vakıf üniversitesi, 35 sağlık kuruluşu, 1043 özel öğretim kurum ve kuruluşu, 1229 vakıf ve dernek, 19 sendika, federasyon ve konfederasyon, sermayenin iktidara yakın olan kesimi (MÜSİAD gibi) ile FETÖ’nün kapsama alanı içinde olan kesimi arasındaki bir süredir devam eden kavgayı da ortaya çıkartıyor.
Yani bir süredir devlet imkânlarından (ihale vs) faydalanamayan bazı Anadolu sermayesi gruplarının servetine ve sermayesine “çağdaş” bir ilkel sermaye birikimi yöntemiyle el konuluyor. Bu servet bir süre sonra iktidar bloğuna yakın sermaye gruplarına devredilirse sürpriz olmaz.
Diğer taraftan OHAL uygulamalarının uzatılarak ve genel olarak tüm muhalefeti hedefine alacak bir biçimde derinleştirileceğine ilişkin bazı işaretler, darbe girişimi sonraki siyasal gelişmelerin çok daha sert geçeceğini ve gidişatın demokratik hak ve özgürlüklerin daha da budanacağı yönünde olacağı biçimindeki değerlendirmeleri haklı çıkartıyor.
(ii) İkinci olarak yaklaşım felsefi olarak da eleştiriye açık. Kullandığı “darbe mekaniği” kavramı, olay ve olguları ele alışımızda 100 yılı aşkın bir süredir düşüncelerimizi ciddi olarak etkilemiş olan 19yy pozitivizminin ve fen bilimleri devriminin ortaya attığı bir kavram.
Şöyle ki 19yy’ın ikinci yarısı fen bilimleri ve matematik alanında devrim niteliğinde buluşların gerçekleştiği bir dönem. Bu dönemin buluşlarını etkileyen en önemli isim ise 17. Yüzyılda yaşamış olan ve ‘Üç Hareket Kanunu’, ‘Yer Çekimi Kanunu’ bulan ve ‘Rasyonel Mekanik’ kavramını ortaya atan Isaac Newton idi.
Rasyonel mekanik kavramına göre, bir maddeyi anlayabilmek ve ona ilişkin bir sorunu çözebilmek için onu ana bileşenlerine ayırmak ve her bileşene hükmeden, onları harekete geçiren fizik kanunlarını keşfetmek, buradan matematiksel formüllere ulaşmak ve böylece sorunu çözmek mümkün. Buna göre evrendeki her hareket böyle bir mekaniğin kullanılmasıyla tahmin edilebilir.
Newton’un bu buluşu, 19yy pozitivizminden etkilenmiş olan iktisat ve siyaset kuramcıları dâhil hemen her ideolojiye ve uygulamaya da esin kaynağı oldu. Elektromanyetikten kimyaya ve jeolojiye kadar bütün bilimler bu yaklaşıma çok güçlü bir biçimde adapte oldular.
Böylece “eğer Newton mekaniği mühendislik ve fizik gibi alanlarda başarıyla uygulanabiliyorsa, iktisat, devlet ve politik alanda olan biteni açıklamada da kullanılabilirdi”. Kısaca devlet kurumlarındaki ve politika alanındaki aktörlerin davranışlarına ve hareketlerine yön veren güçleri belirlemek yeterlidir.
Bu bağlamda “Darbe mekaniği” yaklaşımına göre ordu içindeki bu kliklerin davranışlarını ve hareketlerinin yönlerini etkileyen şey; yeniden savaş konseptine dönüşle birlikte çözüm sürecinin ortadan kaldırılmasıyla bu kliklerin yeniden güçlenmeleri ve bu gücü sivil siyaset karşısında kullanmak istemeleri varsayımı.
Kuşkusuz her yaklaşım belli ölçüde varsayımlara dayanmak durumunda. Bu noktada “bu varsayımların gerçekliğe ne kadar yakın olduğu” sorusu önem kazanıyor.
2. Darbe girişiminin jeopolitik açıklaması
Bu yaklaşım meseleyi ABD’nin Orta Doğu’daki hegemonya kaybı ve Türkiye’nin yalnızlaşması bağlamında ele alıyor. Buna göre, ABD bir süredir Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da ciddi bir hegemonya kaybı yaşıyor. Bölge’de göreli olarak elinde tutabildiği tek ülke Mısır. Mısır’da darbeci Sisi’yi destekleyerek bölgeye ilişkin siyasal rejim tercihlerini de ortaya koymuş durumda.
Diğer yandan Suriye’deki savaş sırasındaki tutumu ile Rusya, İran’la kurduğu ilişkiler ve bölgeye yaptığı yatırımlarla Çin bölgede yükselen güç olduklarını ortaya koydular.
Türkiye ise Yeni Osmanlıcı hayallerinin suya düşmesiyle birlikte kendini bölge devletlerinden neredeyse tamamen izole edilmiş bir durumda buldu. Bu durumu düzeltebilmek için de, darbe girişimi öncesinde, başta İsrail ve Rusya ile olmak üzere bölge devletleriyle ilişkileri düzeltmeye yöneldi.
Yaklaşıma göre, darbe girişimi Türkiye’nin ABD’den ve NATO’dan uzaklaşmasını önlemek için yapılmış olan ve el altından ABD’nin desteklediği bir girişim. Darbe girişimi sırasında ABD’li medyanın darbeciler konusundaki yumuşak tutumu ve sonrasında S&P’nin Türkiye’nin puanını düşürmesi bu tezi desteklemek için örnekler olarak sunuluyor.
Öyle ki darbe girişiminin yapıldığı saatlerde J. Kerry sadece “istikrarın sürdürülmesi” dileğinde bulundu. AB Komisyonu Başkan Yrd. Mogherini darbe girişimini açıktan kınamaktan kaçınırken, “demokratik kurumlara saygı gösterilmesi” vurgusunu yaptı. Obama ise darbe girişiminin başarısızlığa uğramasının ardından hükümete desteğini açıkladı.
Darbe girişimi öncesinden başlayan, daha önce dondurulmuş olan ve Rus doğal gazının Avrupa’ya geçişini sağlamaya dönük ‘Mavi Akım Projesi’nin yeniden canlandırılması girişleri de bu tezi destekler nitelikte.
Ayrıca hükümetin ordu ile yaşadığı gerilim, PKK’nin gerek Doğu Beyazıt-İran, gerekse de Irak’tan sağlanan doğal gaz hattına dönük saldırıları güvenlik nedeniyle de bu projenin yeniden gündeme getirilmesinin nedeni olabilir. Hem İsrail hem de Rusya ile düzeltilen ilişkiler sadece bu iki ülkeden doğal gaz temin etmeyi garantilemez, ayrıca Erdoğan’ın bu iki devlet nezdindeci itibarını yeniden tesis etmesine yardımcı olabilir.
Kâr için üretimin zorunlu koşulu olan enerjinin temin edilmesindeki önemi çok büyük olan Mavi Akım Projesinin büyüklüğü, aslında neden ihmal edilemez nitelikte bir proje olduğunu da ortaya koyuyor. 11,4 milyar avroluk 4 hattı içeren bu proje yılda 63 milyar m3’lük bir gaz sevkiyatını içeriyor. Bunun yaklaşık yarısı olan 31,5 milyar m3’lük kısmı tek başına Türkiye, kalanı ise Bulgaristan, Yunanistan ve İtalya tarafından üstleniyor (bu durum diğer ülkelerin sessizliğini korumasının nedenini açıklayıcı olabilir). O denli önemli bir proje ki iktidar blokunun en önemli bileşeni olan Erdoğan Ailesi bu projenin yöneticisi olan bakanlığın kontrolünü bakan - damat aracılığıyla doğrudan elinde tutuyor.
Hükümetin Rusya cephesine doğru kayma eğiliminin bir diğer göstergesi bugün enerji bakanının bu projeye atıfta bulunarak doğal gaz fiyatlarının ucuzlatılacağı müjdesini (!) televizyonlardan vermesiydi.
Diğer taraftan bu teze iki önemli eleştiri yapılabilir. İlki “Avrasya Bloku” olarak da adlandırılan blokun pivotu konumunda olan Rusya’nın içinde bulunduğu durum. Rus ekonomisi bir süredir tarihinin en derin ekonomik sorunlarını ve en derin resesyonunu yaşıyor ve bunun beraberinde getirdiği işsizlik, yoksulluk gibi nedenlerle ülkede sosyal huzursuzluklar giderek artıyor. Ayrıca Rusya’nın Ukrayna ve Orta Doğu’dan dönmesi beklenen binlerce IŞİD’li ile başı belada. Bu durum Türk sermayesinin eksen kaymasına vereceği desteği azaltan bir etken.
Türk sermayesinden böyle bir kaymaya gelecek itirazın asıl nedeni, AB ve batı ile olan iş, ticaret ve sanayi ilişkilerinden kaynaklanan sınıfsal çıkarlarının zarar görmesi olacaktır. Zira Türkiye son yıla kadar dünyanın en fazla batılı turist çeken destinasyonuydu. En büyük ticari ortakları AB ülkeleri. Sıralamada Irak, Rusya ve İran daha altlarda yer alıyorlar. AB için Türkiye en büyük 5.ihracat, 7.ithalat kapısı. Ayrıca bazı bankalar ve büyük şirketler, başta Alman, İngiliz ve Fransız şirketleri olmak üzere yabancı sermaye ile evlilik yapmış durumda ve bunların her iki tarafta da milyonlarca dolarlık ortak yatırımları söz konusu. Yani Türkiye’nin NATO’dan çıkması, Avrupa ile bağlarını koparması her iki tarafın büyük sermayesi açısından da kabul edilebilir bir durum gibi gözükmüyor.
Sonuç
Bu çapta bir darbe girişimini tek bir faktörle açıklamak mümkün değil. Ancak bu girişim ve beraberinde yükselttiği sivil diktatörlük çabalarına karşı durabilmek için bu girişimin en yüksek soyutlama düzeyinde açıklanmasının çabası içinde olmak da gerekiyor.
Bu bağlamda belki de en net söyleyebileceğimiz şey bu girişimin 12 Eylül 1980 Darbesi gibi bir darbe olmadığıdır. Zira ne dünya ekonomisi 1970’lerin iktisadi krizlerini yaşamaktadır, ne de Türkiye’deki sermaye birikimi rejimi 1980 öncesindeki geçerli rejim gibi tıkanmış, artık yürüyemez durumdadır. Ayrıca yükselen bir sınıf mücadelesi ve işçi sınıfı örgütlülüğü ve sosyalist güçten söz etmek mümkün değil.
Bilindiği gibi 1960’lardan beri uygulanan ve ağırlıklı olarak iç pazara, dolayısıyla göreli olarak belli düzeyde satın alma gücünü garantileyen işçi ve memur ücretlerine dayalı ithal ikameci birikim ve büyüme stratejisi 1970’lerin ortalarından itibaren hem iç hem de dış ekonomik nedenlerden dolayı krize girdi. Sermaye birikim rejimini bu krizden çıkarmak ancak yeni bir birikim rejimi ile mümkün olabilirdi. Bu artık iç pazara değil, kapitalist küreselleşmeye paralel olarak, dış pazara dayanan bir model olmak durumundaydı. Bu modelin temelini ise rekabetçi işçi ücretleri (yani düşük ücretler), işçi sınıfının örgütsüzleştirilmesi ve genel olarak hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması oluşturuyordu. 1975-1985 döneminde başta Latin Amerika olmak üzere bazı ülkelerde yapılan 15 askeri darbenin getirdiği model aşağı yukarı bu ortak özellikleri taşıyor. Türkiye’de 24 Ocak 1980 Kararları başlangıç oldu ve bu 12 Eylül darbesi ile de perçinlendi.
15 Temmuz darbe girişimi böyle koşulların sonucu değil. Öyle ki geçen yıla göre, bu yılın ilk 6 ayında borsa % 15 yükselmiş ve yabancı sermaye girişleri son yılların en yüksek seviyesine ulaştığı gibi, örneğin 10 yıllık devlet tahvillerinin faizleri de geçen yıla göre düşük durumdaydı.
Bu kez ekonomik kriz darbeye neden olmadı, ama darbe girişimi ve OHAL bir süredir durgunlukta olan Türkiye ekonomisinin kriz dinamiklerini harekete geçirecek gibi gözüküyor. Özellikle de yabancı kaynak girişinin (azalan yatırımcı güveni gibi nedenlerden dolayı) donması, azalması ve beraberinde çıkışların artması durumunda Türkiye’nin mevcut politik krizine bir de iktisadi kriz eklenecektir.
Bu gelişmelerden hareketle, Gramşi’ye atfen bir değerlendirmede bulunmak mümkün. Gramşi’nin “Tarihsel Blok” adını verdiği, bizim de dar anlamda “İktidar Bloku” olarak da adlandırabileceğimiz blok büyük bir kırılma yaşıyor(*). Bu kırılma üst yapıda devlet-yönetim krizi, hukuk krizi ve ideoloji krizi olarak kendini gösteriyor. Bir “Hegemonya Krizi” olarak da değerlendirilebilecek bu kriz darbe girişiminin ve sonraki olası yeni girişimlerin de asıl nedenini oluştururken, bu kriz tablosu yukarıdan aşağıya tetiklenmekte olan iktisadi krizle tamamlanacak gibi gözüküyor.
Böyle bir organik krizden iki yolla çıkılabilir. İlki, ucu bir üretim tarzı değişikliğine kadar (sosyalizm) gidebilecek olan demokrasi mücadelesi. İkinci yol ise kabaca önümüze, tarihte de görülmüş olan üç seçenek koyar: İlki Bonapartizm’dir. Ancak bunun için yenişemeyen, yani pat durumunda iki sınıf ve buna müdahale edebilecek konumda bir tarihsel figür olmalı. Bu durum Türkiye için geçerli değil. İkincisi askeri diktatörlüklerdir ki bunlardan ilkinin kurulmasına ilişkin girişim başarısız kaldı. Yenileri her an gündeme gelebilir. Üçüncüsü ise bu yollardan en kötü olanıdır:
Otoriter ve totaliter bir faşist diktatörlüğün inşası. Kitlelerin sokaklara çağırılması yeni darbe girişimlerine karşı bir önlem olduğu kadar, yükselen faşizmin kitle tabanının oluşturulması ve sağlamlaştırılması çabası olarak da değerlendirilebilir.
Darbe girişimi sonrasında hızlanan ve bir süredir yerli ve küresel sermaye güçlerinin önerdiği yeni iktidar blokunun-ki buna MHP ve CHP’de dahil edilecek gibi görünüyor- nasıl işleyeceği ya da işlemeyeceği Türkiye’nin bundan sonraki yöneliminde belirleyici etkenlerden bir olacaktır.
(*) Gramşi’ci analiz konusunda kendisi ile de süreci müzakere etme şansı bulduğumuz Prof. Dr. Mehmet Yetiş’in doktora tezine ve diğer çalışmalarına bakılması önerilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder