Darbe
Notları 6
İNSAN
HAKLARI İHLALLERİ YABANCI YATIRIMCIYI CAYDIRIR MI?
Mustafa
Durmuş
Darbe girişimi ve sonrasındaki gelişmelerin,
ekonomik istikrarın ve büyümenin sürdürülebilirliği anlamında ekonomiye olası
etkileri tartışılmaya devam ederken, OHAL uygulamaları ile tekrar gündeme gelen
insan hakları ihlalleri yeni bir sorunun sorulmasına neden oluyor:
“Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı sermaye
yatırımları insan hakları ihlallerinden etkilenir mi, etkilenirse bunun ekonomi
üzerindeki sonuçları neler olabilir?”
Türkiye ekonomisinin yapısal bir sorunu olan sermaye
ve kaynak temini açısından dışa bağımlılığı ve şu ana kadar gelen sermayenin
kısa vadeli ve spekülatif kazanç amaçlayan sıcak para niteliğinin ağır bastığı,
buna karşılık yeni yatırımlara dönük sermaye girişlerinin keskin bir şekilde
azalarak iyice azaldığı bir dönemde, bu yatırımlar bu kez de insan hakları
ihlalleri nedeniyle kesilirse Türkiye % 7-8 civarındaki tasarruf-yatırım
açığını nasıl kapatacaktır?
İç tasarruf oranının % 13’e kadar gerilemiş olması
orta vadede bu açığın iç kaynaklarla kapanmasını mümkün kılmıyor. T. Varlık
Fonu gibi fonların da bu derde çare olamayacağı açık (http://siyasihaber3.org/dokunulmaz-statatusunde-bir-fon-tur…).
Garriga isimli bir bilim kadınının 135 geri
bıraktırılmış ülkeden derlediği verilere dayalı olarak yaptığı araştırma insan
hakları ihlallerinin doğrudan yabancı sermaye yatırımları üzerindeki etkileri
konusundaki kafa karışıklığına yanıt niteliğinde (Ana Carolina Garriga, “Human
Right Regimes, Reputation and Foreign Direct Investment”, International Studies
Quarterly, 2016 (60), s. 160-172).
Çünkü ilk bakışta, insan hakları ihlallerinin
yoğunluğu ile ülkeye gelen yabancı sermaye akımları arasında negatif bir ilişki
olduğu göze çarpıyor. Yani bu tür
ihlaller (düşünce, ifade, örgütlenme özgürlüğü, kimlik ve inanç özgürlükleri,
cinsiyet ayrımcılığının olmaması, LGBTİQ bireylerinin haklarına yönelik vs) arttığında
ülkeye gelen yabancı sermaye azalıyor.
Diğer taraftan eğer söz konusu ülke, “insan hakları
sözleşmesi ya da rejimini” kabul etmişse durum değişiyor ve yabancı sermayenin
hassasiyeti ortadan kalkıyor.
Garriga bunu, “yabancı sermayenin bu tür
anlaşmaları/sözleşmeleri ya da taahhütleri kendi itibarını koruyan bir şemsiye
olarak gördüğünü, gerçekte ülkede ciddi insan hakları ihlalleri olsa da, eğer ülke
görüntüde uluslar arası insan hakları sözleşmesine imza atmışsa ya da bu
doğrultuda bir taahhüdü varsa, bu durumun yabancı yatırımcılar açısından yeterli
bulunduğu” biçiminde açıklıyor.
Kısaca, 135 ülkenin deneyimlerinin ele alındığı bu
araştırmada, yabancı yatırımcılar için, gerçekte olan bitenden ziyade,
görüntünün önemli olduğunun, bu tür anlaşmalar varsa bu görüntünün yabancı
sermayeyi tatmin ettiği gerçeğinin altı çiziliyor.
Bu araştırma, kapitalist bir sistemde yatırımcıyı
harekete geçiren temel etkenin (ekonomik istikrar, güven ve olumlu beklentiler
gibi faktörlerin ötesinde); toplumsal ihtiyaçları karşılamaya ya da toplumsal
iyiliğe, kamu yararına dönük üretimin değil, asıl olarak kâr, daha fazla kâr ve
en fazla kâr elde etmek olduğu şeklindeki A. Smith, D. Ricardo ve K. Marks’tan bu yana
ortaya atılmış olan yüzlerce yıllık tespitin doğru olduğunu bir kez daha ortaya
koyuyor.
Kapitalizm asıl olarak, büyük sermaye şirketleri
arasındaki rekabet aracılığıyla işliyor. Ancak günümüzde bu rekabet firmalar
arasındaki, ürün fiyatları üzerinden yürütülen bir rekabetten ziyade, emek gücü
ve hammadde/kaynak maliyetleri üzerinden yapılıyor. Yani emek gücünü ve hammaddeyi
ve doğal kaynağı en ucuza hangi şirketler elde ediyorsa, pazarda onlar
avantajlı hale geliyor ve diğerlerini dışarı atıyor ya da ele geçiriyor.
Bu nedenle de özellikle de kapitalizmin krizinin
artık kronik bir hal aldığı neo liberal çağda, en ucuz emek gücü ve doğal
kaynak (enerji başta olmak üzere) temini için kıyasıya bir rekabet ortaya
çıkıyor. Bu durum da her türlü emek karşıtı politikanın (düşük ücret, esnek çalıştırma,
sendikasızlaştırma vs), insan hakları ihlallinin ve doğa tahribatının önünü
açıyor.
En fazla kârı yapmak ve bunu koruyabilmek için
sistemin egemenleri, doğayı da, demokrasiyi de, insan haklarını da (kapitalistlerin
bazıları sübjektif olarak bu niyette olmayabilirler), özellikle de ekonomik
durgunluk ya da kriz dönemlerinde,
ortadan kaldırıyor ya da minimuma indiriyorlar. Buna hazır politik
rejimlerle uzlaşabiliyor, hatta bu tür
rejimlerin kurulmasına destek verebiliyorlar. Ekonomistler bunun teorisini
oluşturabiliyorlar (M. Friedman’ın, 1970’lerde Şili’deki askeri diktatör Pinoche’nin
ekonomi danışmanı olarak görev yaptığını ve neo liberal politikaların ilk olarak
bu ülkede denendiğini ve sonrasında tüm dünyaya yayıldığını hatırlayalım).
Özgürlüklerle ilgili sermayenin kırmızı çizgisi ise özel
mülkiyetin ve bundan kaynaklanan ‘haklar’ın korunmasıdır. Sermaye açısından üretim araçları üzerindeki
özel mülkiyet garanti altına alındıkça ve serbestçe kâr çıkarımı yapılabildiği
sürece insan hakları, demokrasi gibi şeyler sadece platonik bir ilişki olarak
kalabilir.
Bir başka anlatımla, yatırımların temel güdüleyicisi
ve nedeni kâr mekanizması olduğu sürece ve bu mekanizma (dolayısıyla da artı
değer sömürüsü) ortadan kaldırılmadığı sürece, H. Zinn’in de vurguladığı gibi,
insanın, emeğin ve doğanın gerçek anlamda özgürleşmesi mümkün değil.
Bu bağlamda Türkiye’deki yabancı sermaye
yatırımcıları açısından insan hakları ihlalleri konusu, kârlı üretim, örgütsüz ve
ucuz emek, yeni özelleştirme imkânları, yeni kârlar ve rantlar gibi çıkarlardan
sonra gelmektedir. Ekonominin istikrarlı büyüme potansiyeli devam ettiği,
“yapısal reformlar” adı altında talep ettikleri emek karşıtı emek gücü piyasa
reformları yerine getirildiği, yeni özelleştirmelerle yeni fırsatlar yaratıldığı
(www.hurriyet.com.tr/ozellestirme-torbasi-geliyor) ve
kendilerine üretim-kâr transferi güvencesi verildiği sürece, aşırı sermaye
nedeniyle getirinin küresel çapta düştüğü bir zamanda, insan hakları sözleşmesine atılmış olan
imzanın ya da bu yöndeki taahhütlerin varlığı bu yatırımcılar açısından yeterli
olabilecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder