23 Ağustos 2016 Salı

"DOKUNULMAZ” STATÜSÜNDE BİR FON: TÜRKİYE VARLIK FONU




Mustafa Durmuş

Darbe girişiminden bu yana yaklaşık bir ay geçti. Bu sürede gündemi, televizyonlardaki darbeye ilişkin tartışmalar, yorumlar, sokaklardaki darbe karşıtı demokrasi nöbetleri ve Cumhurbaşkanı ve üç parti liderinin katılımıyla gerçekleştirilen 7 Ağustos Mitingi, FETÖ’cülere yönelik kitlesel operasyonlar ve OHAL uygulamaları belirledi. 

Oysa bu sancılı haftalardaki böyle yoğun bir politik gündem altında ana akım medyada yeterince yer bulmayan,  “Türkiye Varlık Fonu Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” adı altında çok önemli bir torba yasa tasarısı da hazırlanmıştı.  

Meclis Genel Kurulu’na gelmesi beklenirken, Komisyon’da muhalefet partilerinin (özellikle CHP’nin) itirazları nedeniyle bu torba yasadaki Türkiye Devlet Varlık Yönetimi A.Ş. ve Türkiye Varlık Fonu’nun kurulması ve Atatürk Orman Çiftliği’nin (AOÇ) arazisi ile ilgili maddelerin görüşülmesi ertelendi, çünkü bu maddeler, üzerlerinde yeniden çalışılmak üzere, şimdilik geri çekildi.
Konuyu yakından takip eden bazı yazarların da altını çizdiği gibi, bu yeni Torba Yasa ekonomik,  siyasal ve toplumsal yaşamı ve emekçileri çok yakından etkileyecek olan çok önemli düzenlemeler içeriyor. Örneğin tasarıda; terörle ilişkilendirilen belediye yönetimlerinin, başkanlarının azledilmesi ve yerine valilerce atama yapılması gibi önemli siyasal sonuçlar doğurabilecek maddeler olduğu gibi, AOÇ’nin ve ormanların talan edilmesine imkân verebilecek imar değişiklikleri (ertelendi)  ve yeni yatırım teşvik tedbirleri gibi sermaye kesimine yönelik önemli düzenlemeler de mevcut.  

Yakın bir gelecekte tekrar gündeme getirileceği anlaşılan Türkiye Varlık Yönetimi A.Ş. adı altında bir devlet şirketinin ve buna bağlı olarak; borsada kote şirketlerin hisse senetlerinin, özelleştirme kapsamındaki kuruluşlara ait payların, her türlü altın, para ve sermaye piyasası araçlarının alım satımı ile uğraşacak olan Türkiye Varlık Fonu’nun (TVF) kurulmasına izin veren düzenleme önümüzdeki ayların en önemli iktisadi konularından birini oluşturacak.

Nitekim bu Fon’a hazırlık olmak üzere zorunlu Bireysel Emeklilik Yasası (BES) Meclis’te kabul edildi. 45 yaş altındaki emekçilerin zorunlu olarak kaydolacakları bu özel emeklilik fonu ile önümüzdeki 10 yılda 100 milyar liralık bir fonun oluşturulmasının hedeflendiği belirtiliyor. T. Varlık Şirketi ve Fonu kurulduktan sonra BES’in bu havuzun su kaynaklarından biri olacağı açık.

Tasarıya göre, ödenmiş 50 milyon liralık sermayesinin tamamı Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’na, dolayısıyla da Başbakanlığa ait olacak bu şirket yasada belirtilen fonların yönetimini üstlenecek.
Türkiye Varlık Fonu’nun kaynakları ise;  Özelleştirme Fonu’nun varlıkları ve nakdi, Bakanlar Kurulu’nca verilecek karara bağlı olarak diğer kamu kurum ve kuruluşlarının ihtiyaç fazlası gelirleri (örneğin İşsizlik Fonu, BES), varlıkları ve iç ve dış finans piyasalarından sağlanacak diğer finansman kaynakları gibi çok geniş bir iç ve dış kaynaktan oluşacak.

Süper yetkilere sahip bir devlet şirketi ve fonu

Bu haliyle tasarı tekrar gündeme getirilip yasalaşırsa, Türkiye Devlet Varlık Yönetimi A.Ş. Türkiye’de şu ana kadar kurulmuş en imtiyazlı şirket olacak. Öyle ki, örneğin,  yöneteceği T. Varlık Fonu’nun varlıkları haczedilemeyecek, üzerine ihtiyati tedbir konulamayacak. Keza bu Fon ve kuracağı şirketler ve alt fonlar da gelir vergisi,  kurumlar vergisi, damga vergisi, banka ve sigorta muameleleri vergisi, kaynak kullanımını destekleme fonu kesintileri,  emlak vergisi, tapu harcı, döner sermaye bedelleri ve ilgili yasalarda belirtilen diğer vergilerden muaf tutulacak. 

Ayrıca Şirket ve bağlı ortaklıkları ve Fon, KİT mevzuatındaki kısıtlamalara da, 5018 sayılı kanuna da, 657 sayılı DMK ve Kamu ihale Kanunu’na da tabi olmayacaklar.

Böylece T. Varlık Fon’u serbest rekabete hiçbir biçimde açık olmayacak (tekel konumunda olacak), kamuya hesap vermeyecek (bu nedenle de şeffaf olmayacak), doğrudan siyasal iktidarın tasarrufu altında faaliyet gösterecek, vergi ödemeyeceği ve diğer kamu kaynaklarını da gelir olarak kullanacağı için, bir yandan kamusal gelir kaybına, diğer yandan verimsiz harcamalar yapabilecek olan yetkilerle donatıldığı için, kamuya ait geliri istediği gibi kullanarak kamu zararına neden olabilecek. 

Denetlenemeyen, hesap sorulamayan bir fon

Ertelenen Tasarı’ya göre, Fon’un denetimi Sayıştay denetimine (dolayısıyla da TBMM denetimine ) tabi olmayacak. Fon’un denetimini yerli ya da yabancı  ‘bağımsız denetim kuruluşları’ gerçekleştirecek. 

Aslında, Fon’un Meclis ve Sayıştay denetiminden uzak tutulması Türkiye’de yeni bir durum değil. 12 Eylül askeri diktası sonrasında, 1983 yılında kurulan Turgut Özal Hükümeti ile hâkim kılınmaya başlanan neo liberal ekonomi yönetimi altında, çabukluk ve esneklik gerekçeleriyle 100’ü aşkın bütçe dışı fon kurulmuş ve Özal iktidarı bu fonların hem gelir kaynaklarını,  hem de harcandığı yerleri Meclis denetiminden kaçırarak, neo liberal birikim ve büyüme modelinin hayata geçirilmesinde bir araç olarak kullanmıştı. 

Bugün ekonomik ve siyasal gücün daha da merkezileştirildiği ve siyasal iktidardan hesap sormanın zorlaştığı bir yönetim biçimi altında, bu model daha da büyük bir boyutta tekrar gündeme getiriliyor. Böylece T. Varlık Fonu’nun potansiyel boyutları,  hem gelir sağlama hem de harcama yapma konusundaki sınırsız bir hareket alanına sahip olması göz önüne alındığında,  onlarca milyar liralık varlık, servet ve nakdin, iktidar bloğunun siyasal, ekonomik ve uluslar arası tercihleri doğrultusunda ve tek merkezden kullanılabileceği ortaya çıkıyor.  

Bir başka anlatımla, belirli kamu gelirlerinin (özelleştirme, bir kısım yeni vergiler ve kira gelirleri vb.) doğrudan fona aktarılması ile bazı fonların yeni kurulacak TVF tarafından yönetilmesini (işsizlik fonu, DASK ve BES vb.) mümkün kılacak bir yapı kurulacak. Özelleştirme gelirleri, örneğin, bir fon çatısı altında, bütçe dışında ve denetim ve sınırlamalara tabi olmadan doğrudan yönetilecek. Ayrıca İşsizlik Fonu ve BES’e, TVF’nin çıkardığı fonları aldırmak yoluyla, bu kaynakları doğrudan fona almadan yönetmek mümkün olabilecek.

Tutarlı olmayan ve gerçeklikle uyuşmayan gerekçeler

Ertelenen Tasarı’nın gerekçesi ile taslak maddeler arasında tam bir örtüşme yok. Bu nedenle, amaçlananı tam olarak anlamak çok mümkün görünmüyor. 

Torba Yasa Tasarısı’nda T. Varlık Fonu’nun kurulmasının gerekçeleri şöyle sıralanıyor:

►Bu Fon’un G-20 ülkelerinin hepsinde var olduğu ileri sürülüyor ve bu fon ile reel sektördeki, petrol, doğal gaz gibi stratejik sektörlerde faaliyet gösteren şirket ve projelere uzun vadeli kaynak temin edilmesiyle, ekonomik kalkınmanın hızlandırılması, sürdürülebilir bir büyüme hızının elde edilmesi ve ekonomik istikrarın sağlanması hedefleniyor.

Öncelikle, referans gösterilen küresel muadil fonlar petrol, doğal gaz vs gelirleri ve diğer ticaret fazlalarından sağlanan gelirleri ve bütçe fazlalarını kullanıyorlar. Kuşaklar arası servet ve tasarruf transferi de dâhil olmak üzere birçok ekonomik amaca hizmet etmek üzere kurulmuş durumdalar.
Türkiye’de ne petrol geliri, ne de dış ticaret fazlası veya bütçe fazlası mevcut değil. Ayrıca G-20 ülkeleri içinde sadece Türkiye’nin böyle bir fonunun olmadığı savı gerçeği yansıtmıyor.  Zira bu fonlar asıl olarak Birleşik Arap Emirliği (BAE),  Norveç ya da Rusya gibi ciddi miktarda petrol ve doğal gaz geliri olan ya da Çin Halk Cumhuriyeti gibi mal ticaretinden dolayı büyük dış ticaret fazlaları olan az sayıda devletin bu fazlaları yönetmek, döviz fazlasının içerde parasal istikrarsızlığa yol açmasını önlemek ya da küresel çapta finans piyasalarında bir aktör olarak yer almak için kuruldular.

Türkiye’nin bu tür döviz fazlaları söz konusu olmadığından böyle bir Fon’un kurulmasının ardında başka ekonomik ve siyasal nedenler aramak daha doğru olacaktır.

Gerekçede, büyüme-kalkınma,  ekonomik istikrar, etkin kaynak kullanımı gibi geniş anlamda ekonomi politikalarının (para ve maliye politikaları)  amaçları sıralanıyor. Ancak bu gerekçelerin içinde son derece adaletsiz bir halde olan ve giderek daha da kötüleşen gelir ve servet bölüşümünün iyileştirilmesinden söz edilmemesi, siyasal iktidarın sınıfsal pozisyonunu gösteriyor, Yani bölüşümden kaynaklı adaletsizlikler ve yoksulluk görmezden geliniyor. Oysa Norveç örneğinde kuşaklar arası servetin yeniden dağılımı da Fon’un kurulma nedenleri arasında sayılıyor.

Yani bölüşümün iyileştirilmesi bir kenara bırakıldığında, bu Fon şu ana kadar yürütülmüş olan,  özellikle de siyasal iktidarın etrafında kümeleşmiş olanların servet ve sermayesinin daha da büyütülmesinde bir araç olarak kullanılabilecektir. Ayrıca yaygın bir biçimde giderek kabul gören bir görüşe göre ekonomik krizler ve istikrarsızlıklar dâhil olmak üzere, ekonomik sorunların temelinde bölüşümsel adaletsizlikler ve eşitsizlikler yatıyor[1]. Gerekçeye hâkim olan felsefe ise, modası geçmiş, emek karşıtı, ama bir yanıyla da ekonomik sorunlara çözüm olmaktan uzak ana akım ekonomi teorilerine dayanıyor.

►Yurt dışı sermaye hareketlerinin istikrar bozucu etkilerinin bu Fon aracılığıyla yumuşatılacağı, bu Fon’un piyasalarda stabilizatör görevini üstleneceği ileri sürülüyor.

Uluslar arası sermaye hareketlerinin istikrarsızlık yaratıcı etkilerinin 50 milyon sermayeli bir Fon ile ortadan kaldırılması mümkün değil. Kaldı ki Türkiye’nin uluslar arası sermayeye bağımlılığı sorunu yapısal bir sorun ve küresel kapitalist sistem ile bağlarını koparmadığı sürece bu sorun ortadan kalkmayacak. 

Zira bu durum sadece sermaye talep eden ülke (örneğin Türkiye) ile değil, aşırı sermaye birikimi nedeniyle sermaye ihraç eden konumundaki ülkelerle de ilgili bir durum. Aşırı birikim kâr oranlarının düşme eğilimine girmesine, bu da kârlılığın azalmasına neden oluyor. Bu nedenle de metropol ülkelerdeki aşırı sermaye birikimini, böylece kârlılık sorununu çözmenin yollarından biri sermaye ihracıdır.   IMF, DTÖ ve hatta NATO gibi küresel örgütler son tahlilde buna hizmet ediyorlar.  Bu gereklilik ortadan kalkmadığı, küresel kapitalist sistemle bu bağlar koparılmadığı sürece uluslar arası sermaye hareketlerinden kaynaklı ekonomik istikrarsızlıklar, krizler ortadan kalkmayacaktır. Nitekim sistem, şu ana kadar, aslında reformist bir çözüm önerisi olan Tobin Vergisi’ne dahi izin vermemiştir.

►2023 hedeflerine uyulacağı, kısa vadeli finansman temin eden bankacılık sektörünün göreli rolü azaltılırken, uzun vadeli fon temin eden sermaye piyasalarının göreli rolünün artırılacağı (kamusal emeklilik tasarrufları da bu Fon’a aktarılacak) ileri sürülüyor.

Gerek İslami referansları, gerekse de benimsediği birikim modeli nedeniyle faiz oranlarının yüksekliğinden şikâyetçi olan ve bu nedenle de ticari bankacılıkla arasının çok iyi olmadığı bilinen siyasal iktidar, fon temini açısından daha uzun vadeli fon sağlama özelliğine sahip piyasa türü olan sermaye ve sigortacılık piyasalarını ön plana çıkartıyor olabilir. 

Ülkedeki sermaye piyasalarının (borsa, tahvil- bono ve özel emeklilik fonları) azgelişmişliği,  sığlığı, spekülatif özelliği ve araç sayısının yetersizliği göz önüne alındığında, siyasal iktidar bu piyasaları kendi haline bırakmaktansa, onlar adına hareket edici (proxy/vekaleten) bir rol oynamayı ve bu yönde bir vekil sermaye piyasasının temellerini oluşturmayı planlıyor olabilir.

Böylece ekonominin en temel sorunu haline gelen düşük iç tasarruf sorunu bu yolla aşılmaya, yani milli gelirin  % 13’ünün altına kadar düşen iç tasarruf oranını yükseltmeye çalışılmaktadır. Uluslararası sermaye hareketlerinin giderek artan istikrarsızlığı,  jeopolitik riskler ve iç politik riskler altında mevcut sermaye ve servet birikimi modelinin sürdürülebilmesi, kârlı yatırımların yapılabilmesi ve ortaya çıkan işsizlik başta olmak üzere birçok temel sorunun kısmen de olsa hafifletilmesi mümkün gözükmemektedir.

Bunun sağlanabilmesi için yerli tasarrufların istikrarlı bir biçimde büyütülmesi (BES ve Fon), içerde ve dışarıda yapılacak finans yatırımlarıyla bunun çoğaltılması,  mobilize edilmesi ve yatırımcılarla buluşturulması gerekiyor. Dünyada tarihte bunu “arazi vergisi” gibi sağlam bir iç kaynak aracılığıyla uygulayan Japonya (1868- 1940)  başta olmak üzere bazı ülkeler oldu. Ama o dönemde finansın bugünkü kadar başatlığı, asalaklığı, spekülatifliği söz konusu değildi. 

Hükümet bu Fon’un gelirlerini uluslar arası piyasalarda ya da petrol ve doğal gaza dayalı türev piyasalarda büyütmeyi hedefliyor olabilir. Oysa bu piyasalar son derece spekülatif ve manipülatiftir. Bunun en somut kanıtı, bu piyasaların 2008 finansal krizinin tetikleyici mekanizması olmasıdır. Birçok küresel emeklilik fonu ve uluslar arası varlık fonu bu krizle ciddi değer kaybetti. Bu fonlarda tasarrufları tutulan milyonlarca insan geleceklerini, ekonomiler ise yatırım ve büyüme imkânlarını yitirdiler.
Yeni bir küresel finansal krizin, özellikle de 2008 krizi sonrasında uygulanmış olan miktarsal ve parasal kolaylaştırma politikalarıyla nakde ve hisse geri alımı biçiminde spekülatif finansal kazanç sağlamaya dönük faaliyet gösteren bu uluslar arası finans piyasalarınca adım adım yaratıldığı, bu yönde yeni finansal balonların şişirilmekte olduğu başta IMF ve BIS gibi yetkin kuruluşlarca açıklanırken, Hükümetin bu piyasalara bel bağlayarak böyle bir Fon’un oluşturulmasına girişmesi Taslağı hazırlayanların küresel ekonomik gelişmeleri doğru kavramadığının bir göstergesidir. Bu bağlamda bu Fon’da birikecek milyarlarca liralık kamu parasının bu piyasalarda batırılması (buna karşılık bu işlemlerden bazı çevrelerin komisyon, işlem payı, yönetim ücreti vs adları altında ciddi gelirler elde etmesi ) sürpriz olmayacaktır.

►Gelecek 10 yıllık süreçte, ekonomik büyüme oranının bu Fon sayesinde ilave % 1,5 puan büyüyeceği ileri sürülmektedir.

Böyle bir hesap nasıl yapılmıştır bilinmiyor. Ancak hali hazırda yılda ancak % 3-4 arası büyüyebilen ve hem küresel ekonomik durgunluk hem de ülkenin darbe girişimi sonrasında artan politik riskleri nedeniyle bu oranların 2016 ve 2017 için öngörülmemesi gerçekçi olacaktır. Bu gerçeğe rağmen olası bir büyümenin yarısı kadar (% 1,5) ilave bir büyüme oranının bu Fon’un işleyişi ile sağlanabileceği iddiasının ekonomi bilimi açısından sağlıklı bir açıklamasını yapmak çok zor.

Teoride, en sık kullanılan büyüme modeline başvurduğumuzda; büyüme oranı = tasarruf oranı / marjinal sermaye hasıla katsayısı (g= s / c) olarak formüle edilir. Bu formüle uygun olarak yılda % 1,5 ilave ekonomik büyüme sağlayabilmek için basitçe tasarruf oranının her yıl % 6 oranında artması gerekir (yani  % 1,5 = s / 4, buradan da s= 4 x % 1,5 = % 6). Yani yıllık tasarruf artışı hali hazırdaki iç tasarruf oranının neredeyse yarısı kadar bir büyüklükte olmalıdır. Bunun pratikte gerçekleşmesi mümkün değil. 

Ayrıca, Türkiye’deki gelir bölüşümü eşitsizliğinin boyutları,  yüksek borçluluk ve yoksulluk düzeyi geniş kitlelerin tasarruf yapmasını mümkün kılmıyor, tam tersine büyük çoğunluk kredi kartı harcamaları ile eksi tasarrufta bulunuyor. Tasarruf yapabilecek kesim ise, Panama Belgeleri’nde de görüldüğü gibi,  tasarruflarını büyük ölçüde yurt dışında tutuyor.  

Bir çalışmaya göre[2], Türkiye’de nüfusun artmasına ve üniversite mezuniyet ve işgücüne katılım oranlarının artacağı beklentilerine bağlı olarak, hane halkı tasarruf oranı 2010 yılından 2025 yılına kadar en fazla 3,60 puan ve 2050 yılına kadar olan dönemde 7,61 puan artabilecek. Ayrıca, kentleşme ihtiyati tasarruf güdüsünün azalmasına yol açarak tasarruf oranını düşüren bir etken olabilmekte. Bu durum, iç göç nedeni ile daha belirsiz olan tarımsal gelirlerin öneminin azalmasından kaynaklanabilir. Bir başka anlatımla azgelişmiş ülkelerde kentleşme oranının artması ile yurtiçi tasarruf oranı arasında ters yönlü ve anlamlı bir ilişki mevcut. 

Keza sağlık ve eğitim harcamalarının kentlerde daha yüksek düzeyde olması bireysel tasarrufları olumsuz etkiliyor. Türkiye’de izlenmekte olan inşaata ve tüketime dayalı neo liberal büyüme modeli ise hem sanayisizleşmeyi, hem de tarımsızlaştırmayı, iç göçü ve kentleşmeyi hızlandırmaktadır. Dolayısıyla iç tasarruf hacminin artırılmasının önündeki engellerden biri bizatihi izlenmekte olan mevcut birikim stratejisi.

Kaldı ki mevcut haliyle ortalama % 3-4 büyüyen bir ekonomi 2023 yılına kadar yılda ortalama % 6 büyüse dahi, gelişmiş ülkelerle olan kalkınma açığının kapanması mümkün değil. Bunun için bir yüzyıl daha gerekiyor (bu ülkelerin yerinde saydığı varsayımı altında).
Ayrıca ülkenin ihtiyacı olan sadece iktisadi büyüme değil, ekoloji ile uyumlu, sürdürülebilir, emeği tahrip etmeyen ve kararların merkezi - yukarıdan aşağı anti demokratik-piyasacı bir planlama ile değil,  gönüllü katılımcı, kendinden yönetimci  bir demokratik planlama ile alındığı, barış içinde ve eşitlikçi bir iktisadi ve sosyal kalkınmayı (sanayileşme dahil) hedefleyen sosyo-ekonomik yapısal bir dönüşümdür.

►Yüz binlerce insana ilave istihdam sağlanması öngörülüyor.

Uygulanmakta olan birikim modelinin ortaya çıkardığı ekonomik büyümenin yeterince istihdam yaratmadığı biliniyor. Paralel bir biçimde işsizlik de artıyor. Uluslar arası finans piyasalarından sağlayacağı istikrarsız finans kaynağı ile (kalkınmacı bir vergileme önerilmiyor) böyle bir Fon’un yeterince istihdam yaratması zor görünüyor. Bu nedenle de yasanın gerekçesinde belirsiz bir “yüz binlerce” ifadesinin kullanıldığı düşünülebilir.

►Büyük alt yapı projelerinin kamu borcu artırılmaksızın finanse edilmesi öngörülüyor.

Dış kredi ve dışsal tasarrufa dayalı bir büyüme modelinin yönünün bir anda iç tasarruflara döndürülmesi, bırakın kısa vadeyi, orta vadede dahi mümkün değil. Diğer taraftan onlarca milyar dolarlık alt yapı projesinin (Kanal İstanbul, Üçüncü Havalimanı vs) kaynak ihtiyacı artarak devam ediyor.  Bu Fon ile 100 milyar liralık bir büyüklüğe erişmiş olan İşsizlik Fonu’nun bu projelerin finansmanında kullanılabilmesinin önündeki hukuki engel ortadan kaldırılmış olacaktır.

Kaldı ki ‘Norveç Devlet Emeklilik Fonu’, dünyanın en büyük fonu (873 milyar doları yönetiyor) ve dünya borsalarında kote edilmiş olan her 100 hissenin % 1’ini elinde tutuyor. Ama bu Fon Norveç’e yatırım yapamıyor. Amaç ülke riskini yönetmek olduğu için, kendi ülkesine yatırım yaparak riskler bertaraf edilemeyeceğinden dolayı, bu Fon sadece yurtdışına yatırım yapabiliyor. 

Diğer taraftan, böyle bir Varlık Fonu ve bunun istikrarsız uluslar arası piyasalardan sağlayacağı finansman yerine, ülkemiz insanı ve ekonomisi yararına olabilecek projeler; ülke ekonomisinin ve bölgelerin gerçek ihtiyaçlarının yerinden belirlenip, kararların yerinden verilmesini mümkün kılan bir gönüllü katılımcı, kendinden yönetimci planlama mekanizması altında kurulacak bir Ulusal ya da Bölgesel Yatırım Bankası aracılığıyla hayata geçirilebilir. 

Proje finansmanını sağlayacak olan bu bankanın sermayesi ise kurumlar vergisi oranında artışlar yaparak ve servet vergisi uygulamasına geçilerek elde edilen vergi gelirlerinden sağlanabileceği gibi, tamamlayıcı olarak (Corbynomics’in önerdiğine benzer biçimde)  bu bankanın çıkardığı tahvillerin Merkez Bankası tarafından satın alınmasıyla gerçekleştirilebilir.

► Yurt dışındaki doğal gaz ve petrol sektörlerine doğrudan hiçbir yasal, bürokratik kısıta bağlı olmaksızın yatırım yapılması öngörülüyor.

Altyapı yatırımlarının fonlanması, özel sektörün desteklenmesi, uluslararası arenada söz sahibi olunması ve enerji - hammadde güvenliğinin sağlanması gibi gerekçeler ortaya konulmuş olmasına rağmen, taslağın önerdiği model, kamusal varlıkların bu amaçlara yönelik olarak nasıl yeniden yapılandırılacağını anlatmaktan ziyade, bu varlıkların yönetiminin mevcut hukuki yapının dışına çıkartılmasından ibaret. 

Türkiye’de özellikle cari açık nedeniyle, devlet eliyle yurtdışına sermaye transferi mümkün görünmüyor. Buna rağmen içerdeki kısıtlı vergi ve diğer fon gelirleri ile dışarıda sözü edilen sektörlerde ya da bunun türevi olan finans piyasalarında yatırımlara girişmek büyük ölçüde spekülatif gelir sağlamak arayışı ile açıklanabilir. Bunun ülke ekonomisinden ziyade, bu Fon’un yönetim ve denetimini elinde tutan ve hesap sorulamaz konumdakilere fayda sağlayacağı açıktır.

(Dünyadaki devlet fonlarının ekonomi politiği ile devam edecek….)



[1] Engelbert Stockhammer,  Wage-led growth, Friedrich Ebert Stiftung (SE), April 2015 /5.
[2] Evren Ceritoğlu ve Okan Eren, “Türkiye’nin Nüfus ve Sosyal Yapısındaki Değişimlerin Hane halkı Tasarrufları Üzerindeki Etkileri”, TCMB Ekonomi Notları, Sayı: 2013-24 / 10 Ekim 2013.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder