Mustafa Durmuş
Darbe
girişiminden bu yana yaklaşık bir ay geçti. Bu sürede gündemi,
televizyonlardaki darbeye ilişkin tartışmalar, yorumlar, sokaklardaki darbe
karşıtı demokrasi nöbetleri ve Cumhurbaşkanı ve üç parti liderinin katılımıyla
gerçekleştirilen 7 Ağustos Mitingi, FETÖ’cülere yönelik kitlesel operasyonlar
ve OHAL uygulamaları belirledi.
Oysa
bu sancılı haftalardaki böyle yoğun bir politik gündem altında ana akım medyada
yeterince yer bulmayan, “Türkiye Varlık
Fonu Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” adı altında çok önemli bir torba yasa tasarısı
da hazırlanmıştı.
Meclis
Genel Kurulu’na gelmesi beklenirken, Komisyon’da muhalefet partilerinin
(özellikle CHP’nin) itirazları nedeniyle bu torba yasadaki Türkiye Devlet
Varlık Yönetimi A.Ş. ve Türkiye Varlık Fonu’nun kurulması ve Atatürk Orman
Çiftliği’nin (AOÇ) arazisi ile ilgili maddelerin görüşülmesi ertelendi, çünkü
bu maddeler, üzerlerinde yeniden çalışılmak üzere, şimdilik geri çekildi.
Konuyu
yakından takip eden bazı yazarların da altını çizdiği gibi, bu yeni Torba Yasa
ekonomik, siyasal ve toplumsal yaşamı ve
emekçileri çok yakından etkileyecek olan çok önemli düzenlemeler içeriyor.
Örneğin tasarıda; terörle ilişkilendirilen belediye yönetimlerinin,
başkanlarının azledilmesi ve yerine valilerce atama yapılması gibi önemli
siyasal sonuçlar doğurabilecek maddeler olduğu gibi, AOÇ’nin ve ormanların talan
edilmesine imkân verebilecek imar değişiklikleri (ertelendi) ve yeni yatırım teşvik tedbirleri gibi sermaye
kesimine yönelik önemli düzenlemeler de mevcut.
Yakın
bir gelecekte tekrar gündeme getirileceği anlaşılan Türkiye Varlık Yönetimi A.Ş. adı altında bir devlet şirketinin ve
buna bağlı olarak; borsada kote şirketlerin hisse senetlerinin, özelleştirme
kapsamındaki kuruluşlara ait payların, her türlü altın, para ve sermaye
piyasası araçlarının alım satımı ile uğraşacak olan Türkiye Varlık Fonu’nun (TVF) kurulmasına izin veren düzenleme
önümüzdeki ayların en önemli iktisadi konularından birini oluşturacak.
Nitekim
bu Fon’a hazırlık olmak üzere zorunlu Bireysel Emeklilik Yasası (BES) Meclis’te
kabul edildi. 45 yaş altındaki emekçilerin zorunlu olarak kaydolacakları bu
özel emeklilik fonu ile önümüzdeki 10 yılda 100 milyar liralık bir fonun
oluşturulmasının hedeflendiği belirtiliyor. T. Varlık Şirketi ve Fonu
kurulduktan sonra BES’in bu havuzun su kaynaklarından biri olacağı açık.
Tasarıya
göre, ödenmiş 50 milyon liralık sermayesinin tamamı Özelleştirme İdaresi
Başkanlığı’na, dolayısıyla da Başbakanlığa ait olacak bu şirket yasada
belirtilen fonların yönetimini üstlenecek.
Türkiye
Varlık Fonu’nun kaynakları ise; Özelleştirme
Fonu’nun varlıkları ve nakdi, Bakanlar Kurulu’nca verilecek karara bağlı olarak
diğer kamu kurum ve kuruluşlarının ihtiyaç fazlası gelirleri (örneğin İşsizlik
Fonu, BES), varlıkları ve iç ve dış finans piyasalarından sağlanacak diğer
finansman kaynakları gibi çok geniş bir iç ve dış kaynaktan oluşacak.
Süper yetkilere sahip
bir devlet şirketi ve fonu
Bu
haliyle tasarı tekrar gündeme getirilip yasalaşırsa, Türkiye Devlet Varlık
Yönetimi A.Ş. Türkiye’de şu ana kadar kurulmuş en imtiyazlı şirket olacak. Öyle
ki, örneğin, yöneteceği T. Varlık
Fonu’nun varlıkları haczedilemeyecek, üzerine ihtiyati tedbir konulamayacak.
Keza bu Fon ve kuracağı şirketler ve alt fonlar da gelir vergisi, kurumlar vergisi, damga vergisi, banka ve
sigorta muameleleri vergisi, kaynak kullanımını destekleme fonu
kesintileri, emlak vergisi, tapu harcı,
döner sermaye bedelleri ve ilgili yasalarda belirtilen diğer vergilerden muaf
tutulacak.
Ayrıca
Şirket ve bağlı ortaklıkları ve Fon, KİT mevzuatındaki kısıtlamalara da, 5018 sayılı
kanuna da, 657 sayılı DMK ve Kamu ihale Kanunu’na da tabi olmayacaklar.
Böylece
T. Varlık Fon’u serbest rekabete hiçbir biçimde açık olmayacak (tekel konumunda
olacak), kamuya hesap vermeyecek (bu nedenle de şeffaf olmayacak), doğrudan
siyasal iktidarın tasarrufu altında faaliyet gösterecek, vergi ödemeyeceği ve
diğer kamu kaynaklarını da gelir olarak kullanacağı için, bir yandan kamusal
gelir kaybına, diğer yandan verimsiz harcamalar yapabilecek olan yetkilerle
donatıldığı için, kamuya ait geliri istediği gibi kullanarak kamu zararına
neden olabilecek.
Denetlenemeyen, hesap
sorulamayan bir fon
Ertelenen
Tasarı’ya göre, Fon’un denetimi Sayıştay denetimine (dolayısıyla da TBMM
denetimine ) tabi olmayacak. Fon’un denetimini yerli ya da yabancı ‘bağımsız denetim kuruluşları’ gerçekleştirecek.
Aslında,
Fon’un Meclis ve Sayıştay denetiminden uzak tutulması Türkiye’de yeni bir durum
değil. 12 Eylül askeri diktası sonrasında, 1983 yılında kurulan Turgut Özal Hükümeti
ile hâkim kılınmaya başlanan neo liberal ekonomi yönetimi altında, çabukluk ve
esneklik gerekçeleriyle 100’ü aşkın bütçe dışı fon kurulmuş ve Özal iktidarı bu
fonların hem gelir kaynaklarını, hem de
harcandığı yerleri Meclis denetiminden kaçırarak, neo liberal birikim ve büyüme
modelinin hayata geçirilmesinde bir araç olarak kullanmıştı.
Bugün
ekonomik ve siyasal gücün daha da merkezileştirildiği ve siyasal iktidardan hesap
sormanın zorlaştığı bir yönetim biçimi altında, bu model daha da büyük bir
boyutta tekrar gündeme getiriliyor. Böylece T. Varlık Fonu’nun potansiyel boyutları, hem gelir sağlama hem de harcama yapma
konusundaki sınırsız bir hareket alanına sahip olması göz önüne
alındığında, onlarca milyar liralık varlık,
servet ve nakdin, iktidar bloğunun siyasal, ekonomik ve uluslar arası
tercihleri doğrultusunda ve tek merkezden kullanılabileceği ortaya çıkıyor.
Bir
başka anlatımla, belirli kamu gelirlerinin (özelleştirme, bir kısım
yeni vergiler ve kira gelirleri vb.) doğrudan fona aktarılması ile bazı
fonların yeni kurulacak TVF tarafından yönetilmesini (işsizlik fonu, DASK ve BES
vb.) mümkün kılacak bir yapı kurulacak. Özelleştirme gelirleri, örneğin, bir
fon çatısı altında, bütçe dışında ve denetim ve sınırlamalara tabi olmadan
doğrudan yönetilecek. Ayrıca İşsizlik Fonu ve BES’e, TVF’nin çıkardığı fonları
aldırmak yoluyla, bu kaynakları doğrudan fona almadan yönetmek mümkün
olabilecek.
Tutarlı olmayan ve
gerçeklikle uyuşmayan gerekçeler
Ertelenen Tasarı’nın
gerekçesi ile taslak maddeler arasında tam bir örtüşme yok. Bu nedenle,
amaçlananı tam olarak anlamak çok mümkün görünmüyor.
Torba
Yasa Tasarısı’nda T. Varlık Fonu’nun kurulmasının gerekçeleri şöyle
sıralanıyor:
►Bu Fon’un G-20
ülkelerinin hepsinde var olduğu ileri sürülüyor ve bu fon ile reel sektördeki, petrol,
doğal gaz gibi stratejik sektörlerde faaliyet gösteren şirket ve projelere uzun
vadeli kaynak temin edilmesiyle, ekonomik kalkınmanın hızlandırılması,
sürdürülebilir bir büyüme hızının elde edilmesi ve ekonomik istikrarın
sağlanması hedefleniyor.
Öncelikle,
referans gösterilen küresel muadil fonlar petrol, doğal gaz vs gelirleri ve
diğer ticaret fazlalarından sağlanan gelirleri ve bütçe fazlalarını kullanıyorlar.
Kuşaklar arası servet ve tasarruf transferi de dâhil olmak üzere birçok
ekonomik amaca hizmet etmek üzere kurulmuş durumdalar.
Türkiye’de
ne petrol geliri, ne de dış ticaret fazlası veya bütçe fazlası mevcut değil. Ayrıca
G-20 ülkeleri içinde sadece Türkiye’nin böyle bir fonunun olmadığı savı gerçeği
yansıtmıyor. Zira bu fonlar asıl olarak
Birleşik Arap Emirliği (BAE), Norveç ya
da Rusya gibi ciddi miktarda petrol ve doğal gaz geliri olan ya da Çin Halk
Cumhuriyeti gibi mal ticaretinden dolayı büyük dış ticaret fazlaları olan az
sayıda devletin bu fazlaları yönetmek, döviz fazlasının içerde parasal
istikrarsızlığa yol açmasını önlemek ya da küresel çapta finans piyasalarında
bir aktör olarak yer almak için kuruldular.
Türkiye’nin
bu tür döviz fazlaları söz konusu olmadığından böyle bir Fon’un kurulmasının
ardında başka ekonomik ve siyasal nedenler aramak daha doğru olacaktır.
Gerekçede,
büyüme-kalkınma, ekonomik istikrar,
etkin kaynak kullanımı gibi geniş anlamda ekonomi politikalarının (para ve maliye
politikaları) amaçları sıralanıyor.
Ancak bu gerekçelerin içinde son derece adaletsiz bir halde olan ve giderek
daha da kötüleşen gelir ve servet bölüşümünün iyileştirilmesinden söz
edilmemesi, siyasal iktidarın sınıfsal pozisyonunu gösteriyor, Yani bölüşümden
kaynaklı adaletsizlikler ve yoksulluk görmezden geliniyor. Oysa Norveç
örneğinde kuşaklar arası servetin yeniden dağılımı da Fon’un kurulma nedenleri
arasında sayılıyor.
Yani
bölüşümün iyileştirilmesi bir kenara bırakıldığında, bu Fon şu ana kadar yürütülmüş
olan, özellikle de siyasal iktidarın
etrafında kümeleşmiş olanların servet ve sermayesinin daha da büyütülmesinde
bir araç olarak kullanılabilecektir. Ayrıca yaygın bir biçimde giderek kabul
gören bir görüşe göre ekonomik krizler ve istikrarsızlıklar dâhil olmak üzere,
ekonomik sorunların temelinde bölüşümsel adaletsizlikler ve eşitsizlikler
yatıyor[1].
Gerekçeye hâkim olan felsefe ise, modası geçmiş, emek karşıtı, ama bir yanıyla
da ekonomik sorunlara çözüm olmaktan uzak ana akım ekonomi teorilerine
dayanıyor.
►Yurt dışı sermaye
hareketlerinin istikrar bozucu etkilerinin bu Fon aracılığıyla yumuşatılacağı,
bu Fon’un piyasalarda stabilizatör görevini üstleneceği ileri sürülüyor.
Uluslar
arası sermaye hareketlerinin istikrarsızlık yaratıcı etkilerinin 50 milyon
sermayeli bir Fon ile ortadan kaldırılması mümkün değil. Kaldı ki Türkiye’nin
uluslar arası sermayeye bağımlılığı sorunu yapısal bir sorun ve küresel
kapitalist sistem ile bağlarını koparmadığı sürece bu sorun ortadan
kalkmayacak.
Zira
bu durum sadece sermaye talep eden ülke (örneğin Türkiye) ile değil, aşırı
sermaye birikimi nedeniyle sermaye ihraç eden konumundaki ülkelerle de ilgili
bir durum. Aşırı birikim kâr oranlarının düşme eğilimine girmesine, bu da kârlılığın
azalmasına neden oluyor. Bu nedenle de metropol ülkelerdeki aşırı sermaye
birikimini, böylece kârlılık sorununu çözmenin yollarından biri sermaye
ihracıdır. IMF, DTÖ ve hatta NATO gibi küresel örgütler son
tahlilde buna hizmet ediyorlar. Bu gereklilik
ortadan kalkmadığı, küresel kapitalist sistemle bu bağlar koparılmadığı sürece
uluslar arası sermaye hareketlerinden kaynaklı ekonomik istikrarsızlıklar, krizler
ortadan kalkmayacaktır. Nitekim sistem, şu ana kadar, aslında reformist bir
çözüm önerisi olan Tobin Vergisi’ne dahi izin vermemiştir.
►2023 hedeflerine
uyulacağı, kısa vadeli finansman temin eden bankacılık sektörünün göreli rolü
azaltılırken, uzun vadeli fon temin eden sermaye piyasalarının göreli rolünün
artırılacağı (kamusal emeklilik tasarrufları da bu Fon’a aktarılacak) ileri
sürülüyor.
Gerek
İslami referansları, gerekse de benimsediği birikim modeli nedeniyle faiz
oranlarının yüksekliğinden şikâyetçi olan ve bu nedenle de ticari bankacılıkla arasının
çok iyi olmadığı bilinen siyasal iktidar, fon temini açısından daha uzun vadeli
fon sağlama özelliğine sahip piyasa türü olan sermaye ve sigortacılık
piyasalarını ön plana çıkartıyor olabilir.
Ülkedeki
sermaye piyasalarının (borsa, tahvil- bono ve özel emeklilik fonları) azgelişmişliği,
sığlığı, spekülatif özelliği ve araç
sayısının yetersizliği göz önüne alındığında, siyasal iktidar bu piyasaları
kendi haline bırakmaktansa, onlar adına hareket edici (proxy/vekaleten) bir rol
oynamayı ve bu yönde bir vekil sermaye piyasasının temellerini oluşturmayı
planlıyor olabilir.
Böylece
ekonominin en temel sorunu haline gelen düşük iç tasarruf sorunu bu yolla
aşılmaya, yani milli gelirin % 13’ünün
altına kadar düşen iç tasarruf oranını yükseltmeye çalışılmaktadır. Uluslararası
sermaye hareketlerinin giderek artan istikrarsızlığı, jeopolitik riskler ve iç politik riskler altında
mevcut sermaye ve servet birikimi modelinin sürdürülebilmesi, kârlı
yatırımların yapılabilmesi ve ortaya çıkan işsizlik başta olmak üzere birçok
temel sorunun kısmen de olsa hafifletilmesi mümkün gözükmemektedir.
Bunun
sağlanabilmesi için yerli tasarrufların istikrarlı bir biçimde büyütülmesi (BES
ve Fon), içerde ve dışarıda yapılacak finans yatırımlarıyla bunun
çoğaltılması, mobilize edilmesi ve
yatırımcılarla buluşturulması gerekiyor. Dünyada tarihte bunu “arazi vergisi”
gibi sağlam bir iç kaynak aracılığıyla uygulayan Japonya (1868- 1940) başta olmak üzere bazı ülkeler oldu. Ama o
dönemde finansın bugünkü kadar başatlığı, asalaklığı, spekülatifliği söz konusu
değildi.
Hükümet
bu Fon’un gelirlerini uluslar arası piyasalarda ya da petrol ve doğal gaza dayalı
türev piyasalarda büyütmeyi hedefliyor olabilir. Oysa bu piyasalar son derece
spekülatif ve manipülatiftir. Bunun en somut kanıtı, bu piyasaların 2008
finansal krizinin tetikleyici mekanizması olmasıdır. Birçok küresel emeklilik
fonu ve uluslar arası varlık fonu bu krizle ciddi değer kaybetti. Bu fonlarda
tasarrufları tutulan milyonlarca insan geleceklerini, ekonomiler ise yatırım ve
büyüme imkânlarını yitirdiler.
Yeni
bir küresel finansal krizin, özellikle de 2008 krizi sonrasında uygulanmış olan
miktarsal ve parasal kolaylaştırma politikalarıyla nakde ve hisse geri alımı
biçiminde spekülatif finansal kazanç sağlamaya dönük faaliyet gösteren bu
uluslar arası finans piyasalarınca adım adım yaratıldığı, bu yönde yeni
finansal balonların şişirilmekte olduğu başta IMF ve BIS gibi yetkin
kuruluşlarca açıklanırken, Hükümetin bu piyasalara bel bağlayarak böyle bir
Fon’un oluşturulmasına girişmesi Taslağı hazırlayanların küresel ekonomik
gelişmeleri doğru kavramadığının bir göstergesidir. Bu bağlamda bu Fon’da
birikecek milyarlarca liralık kamu parasının bu piyasalarda batırılması (buna
karşılık bu işlemlerden bazı çevrelerin komisyon, işlem payı, yönetim ücreti vs
adları altında ciddi gelirler elde etmesi ) sürpriz olmayacaktır.
►Gelecek 10 yıllık
süreçte, ekonomik büyüme oranının bu Fon sayesinde ilave % 1,5 puan büyüyeceği
ileri sürülmektedir.
Böyle
bir hesap nasıl yapılmıştır bilinmiyor. Ancak hali hazırda yılda ancak % 3-4
arası büyüyebilen ve hem küresel ekonomik durgunluk hem de ülkenin darbe
girişimi sonrasında artan politik riskleri nedeniyle bu oranların 2016 ve 2017
için öngörülmemesi gerçekçi olacaktır. Bu gerçeğe rağmen olası bir büyümenin
yarısı kadar (% 1,5) ilave bir büyüme oranının bu Fon’un işleyişi ile
sağlanabileceği iddiasının ekonomi bilimi açısından sağlıklı bir açıklamasını
yapmak çok zor.
Teoride,
en sık kullanılan büyüme modeline başvurduğumuzda; büyüme oranı = tasarruf
oranı / marjinal sermaye hasıla katsayısı (g= s / c) olarak formüle edilir. Bu
formüle uygun olarak yılda % 1,5 ilave ekonomik büyüme sağlayabilmek için basitçe
tasarruf oranının her yıl % 6 oranında artması gerekir (yani % 1,5 = s / 4, buradan da s= 4 x % 1,5 = % 6).
Yani yıllık tasarruf artışı hali hazırdaki iç tasarruf oranının neredeyse
yarısı kadar bir büyüklükte olmalıdır. Bunun pratikte gerçekleşmesi mümkün
değil.
Ayrıca, Türkiye’deki gelir bölüşümü eşitsizliğinin
boyutları, yüksek borçluluk ve yoksulluk
düzeyi geniş kitlelerin tasarruf yapmasını mümkün kılmıyor, tam tersine büyük
çoğunluk kredi kartı harcamaları ile eksi tasarrufta bulunuyor. Tasarruf
yapabilecek kesim ise, Panama Belgeleri’nde de görüldüğü gibi, tasarruflarını büyük ölçüde yurt dışında
tutuyor.
Bir çalışmaya göre[2], Türkiye’de nüfusun artmasına ve üniversite
mezuniyet ve işgücüne katılım oranlarının artacağı beklentilerine bağlı olarak,
hane halkı tasarruf oranı 2010 yılından 2025 yılına kadar en fazla 3,60 puan ve
2050 yılına kadar olan dönemde 7,61 puan artabilecek. Ayrıca, kentleşme
ihtiyati tasarruf güdüsünün azalmasına yol açarak tasarruf oranını düşüren bir
etken olabilmekte. Bu durum, iç göç nedeni ile daha belirsiz olan tarımsal
gelirlerin öneminin azalmasından kaynaklanabilir. Bir başka anlatımla
azgelişmiş ülkelerde kentleşme oranının artması ile yurtiçi tasarruf oranı arasında
ters yönlü ve anlamlı bir ilişki mevcut.
Keza
sağlık ve eğitim harcamalarının kentlerde daha yüksek düzeyde olması bireysel
tasarrufları olumsuz etkiliyor. Türkiye’de izlenmekte olan inşaata ve tüketime dayalı
neo liberal büyüme modeli ise hem sanayisizleşmeyi, hem de tarımsızlaştırmayı,
iç göçü ve kentleşmeyi hızlandırmaktadır. Dolayısıyla iç tasarruf hacminin
artırılmasının önündeki engellerden biri bizatihi izlenmekte olan mevcut birikim
stratejisi.
Kaldı
ki mevcut haliyle ortalama % 3-4 büyüyen bir ekonomi 2023 yılına kadar yılda ortalama
% 6 büyüse dahi, gelişmiş ülkelerle olan kalkınma açığının kapanması mümkün
değil. Bunun için bir yüzyıl daha gerekiyor (bu ülkelerin yerinde saydığı varsayımı
altında).
Ayrıca
ülkenin ihtiyacı olan sadece iktisadi büyüme değil, ekoloji ile uyumlu,
sürdürülebilir, emeği tahrip etmeyen ve kararların merkezi - yukarıdan aşağı
anti demokratik-piyasacı bir planlama ile değil, gönüllü katılımcı, kendinden yönetimci bir demokratik planlama ile alındığı, barış
içinde ve eşitlikçi bir iktisadi ve sosyal kalkınmayı (sanayileşme dahil)
hedefleyen sosyo-ekonomik yapısal bir dönüşümdür.
►Yüz binlerce insana
ilave istihdam sağlanması öngörülüyor.
Uygulanmakta
olan birikim modelinin ortaya çıkardığı ekonomik büyümenin yeterince istihdam
yaratmadığı biliniyor. Paralel bir biçimde işsizlik de artıyor. Uluslar arası
finans piyasalarından sağlayacağı istikrarsız finans kaynağı ile (kalkınmacı
bir vergileme önerilmiyor) böyle bir Fon’un yeterince istihdam yaratması zor
görünüyor. Bu nedenle de yasanın gerekçesinde belirsiz bir “yüz binlerce” ifadesinin
kullanıldığı düşünülebilir.
►Büyük alt yapı projelerinin
kamu borcu artırılmaksızın finanse edilmesi öngörülüyor.
Dış
kredi ve dışsal tasarrufa dayalı bir büyüme modelinin yönünün bir anda iç
tasarruflara döndürülmesi, bırakın kısa vadeyi, orta vadede dahi mümkün değil. Diğer
taraftan onlarca milyar dolarlık alt yapı projesinin (Kanal İstanbul, Üçüncü
Havalimanı vs) kaynak ihtiyacı artarak devam ediyor. Bu Fon ile 100 milyar liralık bir büyüklüğe
erişmiş olan İşsizlik Fonu’nun bu projelerin finansmanında kullanılabilmesinin
önündeki hukuki engel ortadan kaldırılmış olacaktır.
Diğer
taraftan, böyle bir Varlık Fonu ve bunun istikrarsız uluslar arası piyasalardan
sağlayacağı finansman yerine, ülkemiz insanı ve ekonomisi yararına olabilecek projeler;
ülke ekonomisinin ve bölgelerin gerçek ihtiyaçlarının yerinden belirlenip,
kararların yerinden verilmesini mümkün kılan bir gönüllü katılımcı, kendinden yönetimci
planlama mekanizması altında kurulacak bir Ulusal ya da Bölgesel Yatırım Bankası
aracılığıyla hayata geçirilebilir.
Proje
finansmanını sağlayacak olan bu bankanın sermayesi ise kurumlar vergisi
oranında artışlar yaparak ve servet vergisi uygulamasına geçilerek elde edilen
vergi gelirlerinden sağlanabileceği gibi, tamamlayıcı olarak (Corbynomics’in
önerdiğine benzer biçimde) bu bankanın
çıkardığı tahvillerin Merkez Bankası tarafından satın alınmasıyla
gerçekleştirilebilir.
► Yurt dışındaki doğal
gaz ve petrol sektörlerine doğrudan hiçbir yasal, bürokratik kısıta bağlı
olmaksızın yatırım yapılması öngörülüyor.
Altyapı
yatırımlarının fonlanması, özel sektörün desteklenmesi, uluslararası arenada
söz sahibi olunması ve enerji - hammadde güvenliğinin sağlanması gibi gerekçeler
ortaya konulmuş olmasına rağmen, taslağın önerdiği model, kamusal varlıkların
bu amaçlara yönelik olarak nasıl yeniden yapılandırılacağını anlatmaktan
ziyade, bu varlıkların yönetiminin mevcut hukuki yapının dışına
çıkartılmasından ibaret.
Türkiye’de
özellikle cari açık nedeniyle, devlet eliyle yurtdışına sermaye transferi
mümkün görünmüyor. Buna rağmen içerdeki kısıtlı vergi ve diğer fon gelirleri
ile dışarıda sözü edilen sektörlerde ya da bunun
türevi olan finans piyasalarında yatırımlara girişmek büyük ölçüde spekülatif
gelir sağlamak arayışı ile açıklanabilir. Bunun ülke ekonomisinden ziyade, bu
Fon’un yönetim ve denetimini elinde tutan ve hesap sorulamaz konumdakilere fayda
sağlayacağı açıktır.
(Dünyadaki
devlet fonlarının ekonomi politiği ile devam edecek….)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder