‘BANKA SENEDİ’: HANGİ İHTİYAÇTAN
KAYNAKLANIYOR VE DOĞRU BİR ÇÖZÜM MÜ?
Mustafa Durmuş
16 Mayıs 2017
Geçen hafta Bloomberg’e
yaptığı açıklamalarda Başbakan Yardımcısı N. Canikli, bankalara
bilançolarındaki kredi varlıkları üzerinden menkul kıymetleştirme yapılabilme imkânı
tanınacağını ve bu menkul değerlerin T. Varlık Fonu tarafından satın
alınabileceğini söylemişti.
Canikli iki gün önce de
Bankalar Birliği genel kurulunda bir konuşma yaptı ve bu konuşmasında, özel
sektöre yapılmakta olan köprü, hava limanı, tünel, otoyol gibi alt yapı
projeleri için bankalar tarafından verilmiş olan büyük çaptaki kredilerin yine
bu bankalar tarafından çıkartılacak olan ‘banka senedi’ aracılığıyla menkul
kıymetleştirilebileceğinin ve bu kâğıtların da (bu kez) T.C. Merkez Bankası tarafından
satın alınacağının müjdesini verdi.
Menkul kıymetleştirme furyası
Yani bir tür varlığa dayalı
menkul kıymet çıkarma furyası başlatılacak ve milyarlarca liralık menkul kıymet
Merkez Bankası’nca satın alınarak bu projeler finanse edilmiş olacak.
Görünen o ki son kertede Merkez Bankası, finans sermayenin “son çare olarak başvurduğu bir kurtarıcı olma” rolünü ilk kez bu kadar büyük bir riski göğüsleyerek oynayacak. Zira sözü edilen yatırımlara ilişkin kredilerin tutarı onlarca milyar doları buluyor.
Bunun dışında böyle bir sürecin ülkede dolarizasyonu hızlandırması ve döviz kurunu yukarı doğru hareketlenmesi de kaçınılmaz olacak.
Görünen o ki son kertede Merkez Bankası, finans sermayenin “son çare olarak başvurduğu bir kurtarıcı olma” rolünü ilk kez bu kadar büyük bir riski göğüsleyerek oynayacak. Zira sözü edilen yatırımlara ilişkin kredilerin tutarı onlarca milyar doları buluyor.
Bunun dışında böyle bir sürecin ülkede dolarizasyonu hızlandırması ve döviz kurunu yukarı doğru hareketlenmesi de kaçınılmaz olacak.
Finansal balon şişirme ihtiyacı
Böyle bir “denenmiş ve zararı
başta ABD’de olmak üzere küresel çapta görülmüş olan finansallaşmaya Türkiye’de
siyasal iktidar hangi ihtiyaçtan yöneldi” sorusunu sormak bu noktada önemli
oluyor? Böylece ihtiyacı ve şiddetini anlayabilirsek meseleyi de tam olarak
kavrayabiliriz.
Hükumeti ve diğer karar
alıcıları bu yola iten esas ihtiyaç özellikle de 2016 yılından bu yana
ekonominin kendi iç dinamikleriyle ya da dökme su anlamına gelen yabancı
kaynaklarla büyütülmesinin sonuna gelinmiş olunması nedeniyle bu durumdan çıkma
ihtiyacı.
Şiddetinin ölçüsü ise bu
ciddi ekonomik durgunluk halinin ABD ve Avrupa gibi Merkez ülkelerde ve birçok
yükselen ekonomide işlerin göreli olarak iyiye gittiği bir dönemde
gerçekleşiyor olması.
Bu ekonomik durgunluk ya da
kriz durumunu aşabilmek için sistemin egemenleri finansal balonlar şişirmekten
başka çare görmüyorlar. Yani artık sistem her seferinde yeni finansal balonlar
şişirilerek ilerleyebiliyor. ABD bunu 1999’da borsa ve 2002’den itibaren
mortgage balonları biçiminde denemişti. Balonlar patlayınca 2001 ve 2008
krizleri yaşandı. Küresel kapitalizm içinden hala çıkılamayan çok uzun süreli
bir krizin içine girdi.
Bu durum kalbe giden
damarları büyük ölçüde tıkanmış olan bir hastanın tıkalı damarlarını ‘balon’
ile açmak biçiminde bir geçici rahatlama sağlayan tedavi uygulamaya benziyor.
Bunun en büyük riski ise bu işlemin pıhtı atılması ve bu pıhtının beyin gibi
zaruri bir organa yerleşmesi sonucunda hastanın kaybedilmesi.
Çözümden ziyade sorun öteleme yolu
OHAL uygulamalarının sürmesi
ve referandumdan rejim değişikliği onayı ile çıkılmış olması gibi gelişmeler bu
yolu politik olarak da mümkün kılıyor. Yani bu tür yasa değişikliklerini ve
uygulamayı yeni bir KHK ile hayata geçirmek son derece kolay.
Finans sermayesinin dayattığı
bu politikalar bankaların ve bir bütün olarak finans sisteminin kârlılığını
artırmanın dışında ekonomik krize bir çözüm olur mu? Buna ‘Evet’ diyebilmek çok
güç. Nitekim konu üzerine yazan iktisatçılardan Ü. Akçay bu yolu “gelecek
üzerine oynanan kumar”, U. Gürses ise “nedenlere tedavi yerine sonuçlara
pansuman” olarak niteliyor.
Doğru çözüm için doğru tespit gerekiyor!
Çözümümüzü anlatabilmek için
tespitimizden başlayalım. Bunun için de biraz geriden, bu noktaya nasıl
geldiğimizden, başlayalım.
İnşaatı devam eden, başlatılması bekleyen onlarca milyar dolarlık alt yapı ve üst yapı inşaat projesi var. Hükumet bu projeleri 10 yılı aşkın bir süredir ve giderek daha da büyüterek sürdürüyor.
İnşaatı devam eden, başlatılması bekleyen onlarca milyar dolarlık alt yapı ve üst yapı inşaat projesi var. Hükumet bu projeleri 10 yılı aşkın bir süredir ve giderek daha da büyüterek sürdürüyor.
Projeler büyük ölçüde
Kamu-Özel-Ortaklığı (KÖO) üretim ve finansman modeli ile yürütülüyor. Bu
modelde Hükumet örneğin arsa gibi tahsisleri bedava yaparken, projelerin finansmanı
büyük ölçüde, yerli ve yabancı sermaye gruplarının oluşturduğu konsorsiyumların
büyük bankalardan (ve yerli kamu bankalarından) ve yatırım fonlarından
sağladıkları dış kredilerden sağlanıyor.
Bu krediler için Hükumet, bir
yandan Ziraat Bankası ya da Halk Bank gibi kamu bankalarının verdikleri
kredilere garanti vererek dolaylı olarak destek sağlarken, diğer yandan hizmet
satın alımı ve yolcu, hasta garantileri gibi mekanizmalarla yapımcı-işletmeci
firmanın olası zararını üstleniyor. Böylece Hazine dilinde ‘koşullu
yükümlülükler’ adı altında bir mekanizma ile zarar kamuca devralınıyor.
Ayrıca bu model hem
örgütlenme tarzı, hem de finansman temini yöntemi açılarından geleneksel kamu
ihale yöntemlerine göre hem daha pahalı, hem de daha az denetlenebilir
nitelikte. Ayrıca bu projelerin toplumsal fayda ve zararlarını ortaya koymaya
yeterli sosyal-maliyet fayda analizleri de yapılmış değil.
Gerçek toplumsal ihtiyaç mı?
Bu noktada şu soruyu sormak
gerekiyor: Bu çapta büyük alt yapı- üst yapı proje yatırımlarına gerçekten
ihtiyaç var mıydı? Bu projeler, toplumsal gelişmenin ya da ekonomik gelişmenin,
büyümenin dayattığı ihtiyaçlar mıydı?
Büyüyen, gelişen bir
kapitalist ekonomide üretim ve kârın realizasyonu için böyle alt yapıya ihtiyaç
duyulması (özellikle de alt yapı hızlı bir biçimde aşınıyorsa, eskiyorsa)
kaçınılmazdır.
Ancak mevcut projelerin bu çaptaki büyüklüğünü, ne hızlı büyüyen bir ekonominin ortaya çıkardığı ihtiyaçlarla, ne de aşırı bir aşınma ya da yıpranma, eskime olgusu ile açıklayabilmek mümkün değil.
Ancak mevcut projelerin bu çaptaki büyüklüğünü, ne hızlı büyüyen bir ekonominin ortaya çıkardığı ihtiyaçlarla, ne de aşırı bir aşınma ya da yıpranma, eskime olgusu ile açıklayabilmek mümkün değil.
Öncelikle bir kıyaslama
yapmak gerekirse, 17 trilyonluk ABD ekonomisinde Trump’ın hayata geçirmek
istediği alt yapı projelerinin toplam tutarı 1 trilyon dolar civarında, yani
milli gelirin on yedide biri iken, bizde 350 milyar dolar, yani neredeyse milli
gelirin yarısına denk düşen bir alt yapı harcamasından söz ediyoruz.
Ayrıca ABD bir ekonomik
toparlanma sürecine girmişken, bizde 2013 yılından bu yana ekonomik büyümede
sert bir düşüş yaşanıyor. Yani ne üretim ya da ticaretin durumu, ne de halkın
gelir durumu bu çapta bir alt yapı-üst yapı inşaat projesini gerektirmiyor,
tersine bu durum daha ziyade bir kaynak israfını çağrıştırıyor.
Talep finans-inşaat kompleksinden geliyor
Bu projelerin yerli ve
yabancı müteahhit firmalara, bankalara (büyük kısmı dış kredilerle yapılıyor)
ve diğer sermaye kesimlerine sağladığı büyük çaptaki kazançlar dikkate
alındığında, bu talebin asıl olarak bu kesimlerden geldiği söylenebilir.
Dönemin baskın neo liberal ekonomi- politik ruhunun buna uygun düşmesi de bu
çaptaki projelerin hayata geçirilebilmesini mümkün kılıyor.
Bir başka anlatımla, bu
projelerin asıl kazandırdığı kesimlerin sırasıyla; büyük çapta kredi pazarlayan
uluslararası finans sermaye çevreleri, bunların aracılığını yapan yerli
bankalar, yerli ve yabancı inşaat şirketleri (son dönemin gözdelerinden
Limak’ın sahibi N. Özdemir’in bu konuda söyledikleri son derece önemli) ve son
olarak çok büyük görsellik etkisine sahip böyle projelerle seçmen üzerinde
yarattığı algı ile onun politik desteğini sürekli kılabilen siyasal iktidar
olduğunun altını çizmek gerekiyor.
Böylece daha önceki bir
yazımızda vurguladığımız siyasal iktidar bloku ile başta finans-inşaat
sermayesi olmak üzere büyük sermaye arasındaki simbiyotik ilişki bağları giderek
güçleniyor. Bu bağların geleceğe damgasını vurmasını ve sınıflar arasındaki
ilişkinin ve yeni rejimin üst yapısının da buna göre şekillenmesini
bekleyebiliriz.
Yerel halka sorulmuyor
Diğer taraftan bu projeler ne
Türkiye toplumuna, ne de yapıldığı bölgelerdeki bölge halkına sorulmadan,
onların görüşlerine başvurulmadan hayata geçiriliyor. Örneğin illerin ya da
bölgelerin gerçek ihtiyaçlarının büyük köprüler, oto yollar, hava limanları,
HES’ler, TOKİ konutları ya da yeni cezaevleri olup olmadığı yerel halka
sorulmuyor.
Oysa ekonominin ve toplumun
gerçek ihtiyaçlarının neler olduğunun ortaya çıkarılabilmesi için bu sorular,
bu projelerin sonuçlarından öncelikli olarak etkilenecek olan yerellere
sorulmalıydı.
Yani yerli ve yabancı inşaat
şirketlerinin, bankaların kâr beklentilerinden değil, toplumun ve yerellerin
gerçek ihtiyaçlarından yola çıkılarak bu projelerin neler olacağı, nasıl
örgütlenebileceği ve finansman modellerinin ne olabileceği belirlenmeliydi. Bu
yapılsaydı ölçek küçültülür, maliyetler düşürülür ve emek üzerindeki (iş
kazaları) ve çevre üzerindeki etkiler hesaba katılabilirdi.
Proje finansmanında çıkmaz iki sokak
Gelinen nokta itibariyle
siyasal iktidar, büyüme modeli olarak finansallaşma yolunu seçmiş bulunuyor.
Yani hem T. Varlık Fonu’nun riskleri üstlenerek projeler için dış borçlanmaya
başvurmasını amaçlıyor (örneğin Çay Kur’un satışı), hem de yazının
başlangıcında anlattığımız ve aslında bir menkul kıymetleştirme olan ‘banka
senedi’ modeli ile T.C. Merkez Bankası’nın elini taşın altına sokuyor (kuşkusuz
eli asıl taşın altında olan bu Fon ya da Banka değil, Türkiye’nin emekçi
sınıfları olacaktır).
Ne yapmalı?
Yapılacak olanların başında,
hali hazırda başlatılmamış olanlar da dâhil olmak üzere, sürmekte olan
projelerin ciddi bir toplumsal denetime açılarak, hem ticari hem de toplumsal
fayda ve maliyetlerinin yeniden gözden geçirilmesi ve özellikle de çok büyük
ekolojik felaketlere neden olabileceklerin ve büyük çapta dış kredi temerrüt
riski taşıyanların iptal edilmesi geliyor.
İkinci olarak, Merkez Bankası
böyle bir menkul kıymetleştirme için araçsallaştırılmamalıdır. Zira böyle bir
uygulama sadece maliyeti çok yüksek olan bu projelere kredi veren bankalara ve
büyük inşaat şirketlerine yarayacaktır.
Gerçek bir yatırım bankası kurulmalı
Üçüncü olarak, hangi
projelerin seçileceğine ve gerçekleştirileceğine, öncelikle söz konusu yerelin
ve tüm toplumun ihtiyaçları gözetilerek aşağıdan yukarıya doğru karar verilmeli
ve bu doğrultuda bir örgütlenme biçimi olarak toplumsal denetime açık bir yatırım
bankası (ulusal ya da bölgesel düzeyde) kurulmalıdır.
Proje tahvillerini Merkez Bankası satın almalı
Bölgesel düzeyde, örneğin,
yerel yönetimlerin, işçi sendikalarının, üretici ve tüketici kooperatiflerinin,
kısacası halkın kendi örgütlerinin etkin bir şekilde temsil edilerek karar
verme mekanizmasında yer alabildiği böyle bir yatırım bankasının en geniş
uzlaşı ile hazırlayacağı projeler için banka tarafından tahvil çıkartılabilir
ve bu tahvilleri Merkez Bankası’nın satın alması ve böylece projeler için para
yaratması zorunlu kılınabilir. Böylece Merkez Bankası’nın, bir avuç bankanın ya
da inşaat şirketinin çıkarlarını değil, toplumun bütününün çıkarlarını
gözetmesi sağlanmış olur.
Sermaye / servet vergisi konulmalı
Bir diğer yol olarak, böyle
bir finansman yeni bir servet ya da sermaye vergisinden oluşturulacak kamusal
tasarruflarla karşılanabilir. Ya da hibrid (karma) bir biçimde hem tahvil hem
de vergilemeye başvurulabilir. Vergi tahsil / tahakkuk oranının KDV gibi ilk
sırada yer alan bir vergide bile yüzde 25’e kadar gerilediği bir ortamda, bu
projelerden asıl yarar sağlayanlardan alınacak sermaye vergilerinden daha adil
ve etkin olanı yok. Kaldı ki böyle bir vergileme bu grupların bu tür projelerin
dayatmalarını da caydıracaktır.
Yerinden demokrasi
Böyle bir ekonomik modelin
hayata geçirilebilmesi için buna uygun bir siyasal üst yapının kurulmasının
gerekli olduğu açıktır.
Böyle bir üst yapı modeli,
gücün, iktidarın tepede ya da merkezde yoğunlaştığı otokratik bir devlet
yapılanması olamaz. Zira böyle bir yapılanma büyük sermayenin alınacak kararlar
üzerinde etkilerini çok daha güçlendiren bir mekanizma olacaktır.
Önerilen,
tepenin sadece demokratik bir koordinasyonla sınırlı kaldığı, gücün asıl olarak
demokratik bir biçimde tabana dağıtıldığı, yayıldığı, böylece ekonomik kaynak
tahsisi başta olmak üzere kararların aşağıdan yukarıya doğru alındığı, gerçek
bir doğrudan demokrasi modelidir.
Merhaba,
YanıtlaSilBu halkı Ny'ya bildirmek. Özel bir borç veren Morgan Erica, mali yardıma ihtiyacı olan herkes için finansal fırsatlar açtı. Açık ve anlaşılır şart ve koşullara sahip bireylere, şirketlere ve şirketlere% 2 faiz kredisi veriyoruz. Bugün bize e-posta yoluyla ulaşın, böylece kredi şartlarımızı ve koşullarımızı sağlayabiliriz: (morganerica007@gmail.com)