BORSA,
BANKA KÂRLARI, KÜLÇE ALTIN, SIRADA NE VAR?
Mustafa
Durmuş
10 Mayıs 2017
Son haftalarda borsada ortaya çıkan yükselişi ve bankaların
bu yılın ilk çeyreğinde karlarını yüzde 65 oranında artırmış olmasını ekonominin
canlanmasının bir göstergesi olarak yorumlayanlar TÜİK’in dünkü bültenini nasıl
yorumlayacaklar acaba?
Zira TÜİK’in dün yayımladığı ‘Finansal Yatırım
Araçlarının Reel Getiri Oranları, Nisan 2017’ Bülteni son derece önemli
sonuçlar içeriyor.
Bu bültene göre, hem aylık (Nisan), hem de yıllık
olarak finansal araçlar arasında en yüksek getiriyi sağlayan araç külçe altın
olmuş. Zira ÜFE-TÜFE indirgemesiyle aylıkta ortalama yüzde 1,63 ve yıllıkta
yüzde 15,5 getiri sağlamış.
Yani külçe altına yatırım yapanlar, bunun ticaretini
yapanlar en yüksek getiriyi sağlamışlar (külçe altından her hangi bir KDV ve
ÖTV alınmadığını, borsa gelirlerinden de her hangi bir vergi alınmadığını, yani
buralardan sağlanan kazancın vergi biçiminde devlet ile paylaşılmadığını
hatırlatalım).
Aylık bazda diğer finansal araçların reel getirileri
külçe altının çok gerisinde kalıyor. Borsa İstanbul’un (BİST 100) ve Hazine
bonosu ve tahvillerinin getirisi (DİBS) sadece binde 5’lerde kalırken; mevduat
faizi reel getirisi eksi binde (-) 1-2 olmuş. Dövizde bu kayıp çok daha fazla.
DİBS’in altı aylık getirisi ise eksi yüzde (-) 8’in üzerinde gerçekleşmiş.
Kısaca finansal araçlar arasında, külçe altın
dışında gerçek anlamda reel getiri sağlayan bir araç olmamış. Bu da siyasal
iktidarın özel tasarruf hacmini artırabilmek için bel bağladığı finans
sektörünün, bu işlevi ne kadar yerine getirebileceğine ilişkin önemli soru
işaretlerinin varlığı anlamına geliyor.
Yatırım- Tasarruf Açığı
Bu verileri daha makro düzeyde, yatırım-tasarruf
açığı bağlamında, irdelemek daha doğru olur. Zira kapitalist bir ekonomide
ekonomik büyümeyi emek gücü verimliliğini artırarak ve daha fazla yatırım
yaparak sürdürülebilir kılmak mümkün olabiliyor.
İlki açısından, Türkiye ekonomisinde durum pek
parlak değil. OECD’ye göre (1), verimlilik artışı 2001- 2007 arasında yıllık
yüzde 6 olurken, 2009-2014 döneminde yıllık yüzde 1’e geriledi. Yani verimliğin
milli hâsıla büyümesine olan katkısı 2002-2007 döneminde yüzde 1,9 puan iken,
bu 2010-2011’de yüzde - 0,1 puana ve 2012-2015’te yüzde - 1,0 puana kadar
geriledi (2).
İkincisinde, daha fazla yatırım ise daha fazla
tasarruf gerektiriyor. Oysa Türkiye’nin iç tasarruf oranı (milli hâsıla
içindeki payı cinsinden ) eski hesaplamaya göre yüzde 13, yenisine göre yüzde
23 civarında. Fiilen yapılan yatırım oranı ise bunun yüzde 7-8 puan üzerinde.
Bu açık kaçınılmaz olarak yabancı sermaye girişi ile kapatılıyor ama bu durum
da kronik bir cari açığa neden oluyor, ülkenin dışa bağımlılığı artarak
sürüyor.
Bir alternatif olarak kamusal tasarruflara yönelmek
mümkün. Yani hükümet vergi ödeme gücü yüksek kesim ve sektörlerden daha fazla
vergi alıp, daha az cari harcama, güvenlik harcaması yapabilir, böylece net bir
kamusal tasarruf sağlayabilir ve yatırımları fonlamada bu tasarrufları
kullanabilir. Ancak, özellikle son dönemde sermayeye verilen yüksek vergi
teşvikleri ve neredeyse üçe katlanan bütçe açıklarına bakıldığında Hükümetin bu
yolu iç düşünmediği ortaya çıkıyor.
Özel Tasarrufların Teşviki
Geriye yerli özel tasarruflara yüklenmek kalıyor.
Bunun için de BES uygulaması zorunlu hale getiriliyor ama bu da bir çıkış
sağlamıyor. Zira hem sistemden çıkışlar arttı, hem de IMF’nin Türkiye raporuna
göre (3) bu tür bireysel emeklilik sigortası uygulamaları ile tasarruf hacmi en
fazla yüzde 2 puan artırılabiliyor.
Böylece, söylem farklı olsa da, uygulamada finansal
piyasaların teşvik edilmesinden başka çare kalmıyor. Bu araçlardan ve
yabancıların da yoğun ilgi gösterdikleri DİBS’in yeterli reel getiri
sağlamadığı, hatta yüksek enflasyon yüzünden negatif bir getiri ile
sonuçlandığını TÜİK bülteninin verilerinden anlıyoruz. Borsanın ise işlem
hacmi-kapasitesi düşük, kote olmuş şirket sayısı az ve bir ‘Herif’in
operasyonları ile dalgalanabilecek bir manipülatifliğe sahip olduğu dikkate
alındığında, uzun vadede özel tasarrufları çekecek ve bunu da beklendiği gibi
potansiyel yatırımcı, girişimci ile buluşturabilecek niteliğe sahip olmadığı
açık (BİST’in değeri 174 milyar dolar olarak açıklandı . Bu haliyle Apple’nin
değerinin sadece dörtte birinden azına sahip).
Banka mevduatları ise hem yetersiz, hem de yüksek
enflasyon oranı nedeniyle pozitif bir reel getiri sağlayamıyor. Böylece dövize
yönelimin caydırılması çabalarıyla da birlikte, gerçek anlamda ne kadar
tasarruf olduğu tartışmalı külçe altın ya da rant getirisi yüksek olan arsa ve
arazi yatırımları gibi ‘ölü yatırımlar’a yönelim artıyor.
Yüksek Faiz- Düşük Vergi İkilemi
Finansal araçların getirisi iki yoldan
artırılabiliyor. İlk yol devletin vergi biçiminde aldığı payı azaltması. Ancak
uygulamaya bakıldığında finansal kazançlardan neredeyse hiç gelir vergisi
alınmadığı ortaya çıkıyor. Öyle ki borsa kazançlarının vergisi sıfır, DİBS
gelirlerinden sadece yüzde 10 stopaj, mevduat faizi gelirlerinden ise vadeye ve
mevduatın lira ve döviz cinsinden olmasına bağlı olarak sadece yüzde 10-15
arasında bir stopaj yapılıyor.
Yani paradan para kazananlar, alın teri ile, emeği
ile hayatını kazanmaya çalışan işçilerin ödedikleri minimum vergi olan yüzde
15’in dahi altında vergi ödüyorlar. Dolayısıyla da bu finansal araç
sahiplerinin vergileri daha ne kadar azaltılabilir? Bu olursa ne kadar adil
olur?
Geriye faiz oranlarının yükseltilmesi kalıyor.
Hükumet aslında bunu bir süredir ‘geç likidite penceresi faizi uygulaması’ ile
yapıyor. Ancak reel faiz getirisinin artması, özel tasarruf hacminin artmasını
garantilemiyor. Yani mikro düzeyde, birey düzeyinde faiz getirisinin artması
onun daha da zenginleşmesine neden olurken, makro düzeyde bu daha fazla
tasarruf ile sonuçlanmıyor. Oysa ülkenin ihtiyacı zenginin daha fazla zengin
yapılması değil, tasarruf hacminin artırılması. Bunun için tasarrufların faize
olan esnekliğinin / duyarlılığının yüksek olması gerekiyor. Bunun Türkiye’de
bir belirtisi yok. Yani yüksek faiz, düşük vergi sadece rantiyenin daha fazla
zenginleşmesiyle sonuçlanıyor.
Kaldı ki yüksek faiz- düşük vergi özel tasarrufları
artırdığında kaçınılmaz olarak bu kesimlerden daha az vergi alınmasıyla
sonuçlandığından, net kamusal tasarruflar, yanı toplam tasarruflar azalıyor.
Yani ‘kaş yaparken göz çıkartılıyor’.
Özcesi TÜİK’ in finansal araçlara ilişkin bülteni,
ekonomi politikalarının giderek daha da fazla finans sermayesinin hegemonyası
altına girerek faiz oranlarının yükseltileceğinin, bu sektörden alınan
vergilerin daha da azaltılacağının, sektörün bir önceki yazımızda anlattığımız
gibi sınırsız menkul kıymetleştirme ve ucuz kamusal mevduatları kullanma gibi
yollarla daha da teşvik edileceğinin işaretlerini veriyor. Bunun sonucu ise
bedeli ağır olan yapay ama sürdürülebilir olmayan bir canlanma, ekonomik büyüme
buna karşılık artan işsizlik ve yoksulluktur.
………
(1) OECD, “Compendium of Productivity Indicators
2016”, 2017, s. 45.
(2) Morgan Stanley, “A Big Gurantee and a Little
Concern, Turkey: Update”, 13 December 2016:
(3) IMF, “Country Report: Turkey: 16/ 105”, 8 March
2016.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder