BORSAYA DEĞİL, ORGANİZE SANAYİ
BÖLGELERİNE BAKMAK GEREK!
(Erken doğmuş bir yazı)
Mustafa Durmuş
10. 11.2017
Aslında bu yazının daha geniş kapsamlısı
birkaç gün sonra yayımlanacaktı. Ancak bugün A. Yıldırım’ın şirket kârlarındaki
görülmemiş artışı anlatan yazısı (1) yayımlanınca bir erken doğum yazısı yazmak
durumunda kaldık.
Yıldırım, Türkiye’de ilk 9 ay itibariyle
borsada işlem gören 73 büyük şirketin kârlarını ortalama yüzde 55 ve 9 banka
hariç tutulduğunda ise yüzde 93 artırdıklarını açıkladı.
Bu müthiş artışın nedeninin aşırıya
kaçan teşvikler olduğunu, ancak bu kârların normal olmadığı gibi sürdürülebilir
olmadığını da yazdı. İlave olarak Ekonomi Bakanı’nın daha önce açıkladığı gibi,
3.çeyrek büyümesinin yüzde 10’un üzerinde ve bu yılın toplam büyümesinin ise
resmi öngörü olan yüzde 5,5’in üzerinde çıkmasının hayli muhtemel olduğunu
belirtti.
Yıldırım’ın yazısında yaptığı standart
bir ana akım ekonomist gazeteci çözümlemesinin ötesinde bir şey değil. Bu
nedenle de bu bakış açısının ötesine geçmek gerekiyor.
Sınıfsal bir sonuç
(i) Büyük bazı şirketlerin kârlarındaki
bu patlama OHAL uygulamaları ile doğrudan ilgili. OHAL altında uygulamaya
sokulan; Hazine tarafından garantilenmiş Kredi Garanti Fonu’ndan sağlanan 215
milyar liralık kredi, beyaz eşya ve inşaat sektörü ürünlerinden alınan ÖTV ve
KDV’lerde yapılan ciddi indirimler, Kurumlar Vergisi indirimi, işverene prim
desteği, bankalara ciddi kârlar sağlayan döviz-lira arbitrajı imkânları ve OHAL
altında her türlü işçi hareketi ve grevin yasaklanması gibi uygulamalar bu
kârlardaki patlamanın asıl nedeni. Yani bu sonuçlar OHAL’in sınıfsal
etkilerinin bir kısmını gösteriyor.
Kâr sürümlü büyüme
(ii) Bu gelişme “kapitalist büyümenin
gerçekte bir sermaye, servet büyümesi olduğunu” bize bir kez daha gösteriyor.
Yani bazı büyük şirketlerin ve bankaların kârları arttığında ekonomi büyüyor
ama bu emekçilerin, halkın ya da toplumun bütününün refahının da büyüdüğü,
arttığı anlamına gelmiyor.
Nitekim ekonomide büyümeyi sağlayan ana
etmenler; vergi indirimleri gibi mali, bol ve garanti edilmiş krediler, borç
erteleme gibi parasal olmak üzere büyük sermayeye verilen devasa düzeye erişmiş
bulunan teşvikleri olmuş.
Yani aşırı borçlanma, sınırsız devlet
desteği ve teşviklerle sağlanmış bir kâr sürümlü büyümeden söz ediyoruz.
Bunun alternatifi ise ücret gelirlerinin
hem reel olarak, hem de milli gelir içindeki payının artmasıyla elde edilen
büyümedir.
İstihdam edilenlerin yüzde 70’inden fazlasının ücretli olarak çalıştıkları bir ekonomide elde edilen bir reel büyüme emekçilerin refahını artıran ücret sürümlü bir büyüme olabilir.
İstihdam edilenlerin yüzde 70’inden fazlasının ücretli olarak çalıştıkları bir ekonomide elde edilen bir reel büyüme emekçilerin refahını artıran ücret sürümlü bir büyüme olabilir.
Oysa düşük ücret zammı, yüksek enflasyon
ve yüksek döviz kuru nedeniyle son 9 ayda işçilerin ne reel ücretleri artmış
(tersine azalma var) ne de toplam ücret gelirlerinin milli gelir içindeki payı
artmış. Tam tersine TÜİK’in verilerine göre, ücret gelirlerinin milli gelir
içindeki payı azalmaya devam ediyor ve bu pay yüzde 36 civarında seyrediyor
(2). Yani bu yılki büyüme de ücret sürümlü bir ekonomik büyüme değil.
Adaletsizlikler ve riskler artacak
Şu ana kadar sağlanan ve sağlanacak olan
kâr sürümlü büyümenin gelir başta olmak üzere her türlü bölüşüm adaletsizliğini
daha da derinleştireceği, enflasyonu ve işsizliği daha da azdıracağı, ekonomik
istikrarsızlığa neden olacağı gibi, kamu tarafında bütçe açığını, kamu
borçlanmasını ve kamu borç stokunu artıracağı da açık.
Anlaşılan o ki siyasal iktidar bir
süredir kamu borç stokunun göreli olarak düşük olmasından hareketle (diğer
yükselen ekonomilerle kıyaslandığında), özel sektör riskinin kamuya
devredilmesi politikasını (artırılan kamu borçlanması yoluyla) hayata
geçiriyor.
Derin ihtiyaçlar politikalara yön mü veriyor?
Ancak böyle bir yönelim deyim yerindeyse
“bütün gemilerin yakılması” demek. Şöyle ki, ülke içinden fon temininin kısıtlı
olması (mevduatların, iç tasarrufların çok düşük olması gibi nedenlerle) dış
borçlanmanın (son dönemde kamusal borçlanma yoluyla) devreye sokulmasını
zorunlu kılıyor.
Diğer yandan dış borçlanma arttıkça lira
değer kaybetmeye ve paralelinde borç servisinin (faiz ödemeleri) maliyeti
artmaya devam edecek.
Bir başka anlatımla, Hükümet bol kredi
ile yatırımları artırmak istiyor ama bankalarda bunu sağlayacak yeterli
para-kredi yok. Bu yüzden devlet elinden dış borçlanmaya (tahvil ihracı
biçiminde sıcak para temini yoluyla) yükleniyor.
Uzun dönemli risk alarak kısa dönemde kazanmak mı?
Böyle bir manevra ile Türkiye zorunlu
olarak uzun dönemli bir finansal riski üstlenerek kısa dönemli bir ekonomik
canlanmayı fonluyor. Eğer lira değer kaybetmeyi sürdürürse, ülkenin alacağı her
yeni dolar ya da avro cinsinden kredinin geri ödemesi ilerde çok daha maliyetli
olacak.
Böyle bir risk göze alınır mı? İhtiyacın
derinliğine bağlı olarak alınabilir. Görünen o ki ülkeyi yönetenler 2019’a
kadar bu riski göze almış durumda (3).
Merkez Bankası’nın faiz oranlarını
yükseltip, böylece enflasyonu düşürüp, kuru kontrol altına alıp, dış borç
servisinin maliyetini azaltması teorik olarak mümkün olsa da siyasi irade buna
taraftar değil. Zira yüksek faiz, daha az kredi demek, ekonomik durgunluk demek
ve tüm bunlar da halk/seçmen desteğinin giderek azalması demek.
Tekelleşme artıyor
(iii) Büyük şirketlerin kârlarındaki
büyük artış ülkede tekelleşmenin arttığının da bir göstergesi. Kârları artan bu
şirketlerin borsada işlem gören büyük sermaye şirketleri olduğuna dikkat
edelim.
Oysa Türkiye’de sanayi üretiminin yüzde
80’inden fazlasını KOBİ’ler yapıyor. Bu şirketlerin kârlarının patladığını,
dolayısıyla da durumlarından çok memnun olduklarını ileri sürebilmek çok zor.
Bunu anlayabilmek için borsaya bakmak
değil (zira onlar borsada işlem göremeyecek kadar küçükler) organize sanayi
bölgelerine bir ziyarette bulunmak yeterli:
Yüksek kârlar bir yana, satışlar,
gelirler düşmüş, borç stokları artmış, vergi ve prim ödemeleri gecikerek
birikmiş, yüksek faizler nedeniyle yeni yatırım yapmak imkânsız hale gelmiş.
Zaten üretimin yüzde 80’ini yapan bu
şirketlerin, küçük üretici ve esnafın durumu bu kadar iyi olsaydı, 2011’den bu
yana 3 kez vergi ve prim affı çıkartılıp, yenisinin hazırlıkları yapılır mıydı?
Maliye’nin KDV tahsilatları yüzde 35’e kadar düşer miydi ya da bu kesimlerden
alınacak olan vergilerin bu yıl 102 milyar lirasından, gelecek yıl 132 milyar
lirasından vazgeçilir miydi?
Özcesi borsada işlem
gören az sayıda büyük şirketin yüksek kâr açıklaması; aslında kısa vadeli
yüksek oranlı bir büyüme hedefine odaklanıldığını, buna uygun OHAL
uygulamalarıyla, maliye ve para politikalarıyla kârların artırıldığını ve
tekelleşmenin giderek hızlandığını ortaya koyuyor.
………..
(1) Abdurrahman Yıldırım, “Şirketlerin kâr artışı enflasyonu 5’e katladı”, ayildirim@htgazete.com.tr, 10 Kasım 2017.
(2) TÜİK, Dönemsel Gayri Safi Yurtiçi Hasıla, II. Çeyrek: Nisan - Haziran, 2017, 11 Eylül 2017.
(3) http://www.mauldineconomics.com/…/turkey-a-case-study-in-th…#, 6 November 2017.
………..
(1) Abdurrahman Yıldırım, “Şirketlerin kâr artışı enflasyonu 5’e katladı”, ayildirim@htgazete.com.tr, 10 Kasım 2017.
(2) TÜİK, Dönemsel Gayri Safi Yurtiçi Hasıla, II. Çeyrek: Nisan - Haziran, 2017, 11 Eylül 2017.
(3) http://www.mauldineconomics.com/…/turkey-a-case-study-in-th…#, 6 November 2017.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder