‘NORMALLEŞME’
ALGISI VE KRİZ GERÇEĞİ
Mustafa
Durmuş
23
Mayıs 2020
Bugünlerde dünyanın birçok ülkesinde, Korona
salgınının kontrol altına alındığı ileri sürülerek normalleşme, programları
açıklanıyor. Nitekim bizde de asıl olarak Bayramdan sonra uygulanmak üzere dört
aşamadan oluşan bir “normalleşme programı” açıklandı. (1)
Böyle programlarla (alınan bazı ilave bazı
önlemlerle birlikte) salgınla ilgili tedbirler gevşetiliyor ve ekonominin
tekrar açılması, ara verilen üretim, tüketim ve dağıtım faaliyetlerinin tekrar
başlatılması öngörülüyor.
Herkesin “normal” ya da Korona sonrası normal” kavramlarına
farklı anlamlar yüklediği gerçeği bir yana, sözü edilen normalleşme için koşulların
oluşup oluşmadığı da bir başka tartışma konusu.
Siyasal iktidarların ve sermaye çevrelerinin açıklamalarından
ve tutumlarından normalleşme için koşulların hazır olduğuna inandıkları ve
bizleri de buna inandırmak istedikleri anlaşılıyor.
Olgu
mu, algı mı?
Salgın ve ekonomik kriz birer olgu iken,
normalleşiyoruz sözcüğü bir algı. Bu nedenle de yaratılan “normalleşiyoruz”
algısına güvenerek hareket etmek ne kadar doğru olur? Salgın ve ekonomik kriz olgularını irdelerken
bu konuda yapılan resmi açıklamalarla yetinmek, geçerlilikleri tartışmalı bazı
göstergelerle kendimizi sınırlandırmak yanıltıcı olmaz mı? Normalleşiyoruz
algısının yaratılmasının derindeki hangi ihtiyaçlardan kaynaklandığına bakmak,
böylece sorunu bilim yöntemiyle ele almak daha akılcı bir bakış açısı olmaz mı?
Kısaca salgınlar ve ekonomik krizler gibi olağanüstü
dönemlerde yapılan açıklamaları bilimsel bir bakış açısıyla masaya yatırmak gerekiyor.
Bizim için de (özellikle de, kitle üretim ve tüketim mekânlarının tekrar
açılmaya başlanacağı Bayram sonrasında) halk sağlığı ve ekonomik durum açısından
bu çözümleme son derece önemli.
Özeleştiri
veren iktidarlara rastlamadık
Yakın tarihimizde hiçbir siyasal iktidarın başarısız
olduğunda özeleştiri verdiğine tanık olmadık. İyice otoriterleşen yönetimler
altında bu giderek imkânsız hale geliyor. Oysa demokratik hesap verilebilirlik
gereği hükümetler, sadece başarılarıyla
övünmekle yetinmemeli, halka doğruları söylemekle ilgili yükümlülüklerine bağlı
kalarak, başarısız olduklarında bunu itiraf edebilmeliler.
Uygulamada ise daha ziyade tersi oluyor. Kontrol
ettikleri medya araçlarıyla topluma; hem salgın ile mücadelede çok başarılı
oldukları, hem başka ülkelere göre salgından ekonomik olarak çok daha az etkilendikleri
ve ekonomi yönetimindeki başarılarıyla, özellikle de ihracata yönelerek hızlı
bir ekonomik toparlanma başlatmakta oldukları duygusu veriliyor.(2) Böylece işe ekonominin yeniden açılmasının ve
işçilerin geri dönüşlerinin haklı gerekçesi de oluşturulmuş oluyor.
Güvenilir
olmayan, uyumsuz Covid-19 verileri
Diğer taraftan salgınla ilgili olarak açıklanan
bilgiler pek de rahatlatıcı değil (en azından henüz değil). Öncelikle, dünya
çapında vaka sayısının 5 milyonu aştığı bir anda, Dünya Sağlık Örgütü, Belçika dışında hiçbir
ülkeden salgınla ilgili olarak güvenilir bilgi gelmemesinden şikâyet ediyor. (3)
Finansal Times Gazetesi ise salgından ölümlerin yüzde 60 oranında düşük gösterildiğini
ileri sürüyor. (4)
Yani dünyada olduğu gibi Türkiye’de de salgın henüz sonlanmadı,
işe dönüşle birlikte ikinci bir dalganın yaşanma olasılığı hala mevcut. Ekonomi
ise “V “ biçiminde hızlı bir toparlanma
aşamasında hiç değil. “İthalatı zorlaştırırken yeni tedarik ülkesi olma
fırsatını değerlendirerek ihracat patlaması yaşamaksa” hiç kolay değil.
Bu yüzden de hem sağlık, hem de ekonomiye ilişkin
normalleşme haberlerini sorgulamak ve asıl olarak bu acelenin derinde yatan nedenlerini
araştırıp ortaya çıkartmak gerekiyor.
Vakaların
sadece yüzde 2’si yoksul ülkelerde (!)
Öncelikle, Koronavirüs salgını 210 ülkeyi ve 5
milyon insanı doğrudan etkiledi. Ama ülkelerin vakalarla ilgili olarak sunduğu
veriler son derece kafa karıştırıcı. Öyle ki az gelişmiş ülkeler, dünya
nüfusunun yarısını oluştururken, Koronavirüsün neden olduğu ölümlerin sadece yüzde
2’sinin bu ülkelerde gerçekleşmiş olması inandırıcı değil.
Bu çerçevede 30 Nisan’da küresel olarak gerçekleşen
230,000 ölümün yüzde 70’inin beş yüksek gelirli ülke olan ABD, İtalya,
İngiltere, İspanya ve Fransa’da gerçekleşmiş olmasını (5), kalan yüzde 30’un
dünyanın diğer ülke ve bölgelerde yaşanmasını bilimsel olarak izah etmek mümkün
değil.
Bu durum “Tanrının zengin ülkeleri cezalandırması”
gibi bilim dışı bir bakışla açıklanmayacaksa, bunun bir tek açıklaması
var: Dünyanın en az yarısından gelen pandemi ile ilgili veriler gerçek durumu
yansıtmıyor.
Ayrıca dünya nüfusunun sadece yüzde 2’si civarında
bir nüfusun enfekte olduğu bir durumda insanları tekrar sokaklara, üretim ve
tüketim merkezlerine göndermeyi içeren “sürü bağışıklığını” zorlamak büyük
çapta yeni vakalara ve ölümlere davetiye çıkartmaktır.
Kaldı ki bu yöntemle geliştirilecek bir bağışıklığın
da kalıcı olmadığı, SARS ve MERS’te elde
edilen bağışıklığın ancak 1-3 yıl sürmesinden biliniyor.(6)
Yaşam
mı, yaşam araçları mı?
Kısaca kapitalizm bizleri hayatta kalmakla, yaşam
araçlarını üretmek arasında çok zor bir seçim yapmak durumunda bırakıyor.
Çünkü birçok kez vurgulandığı gibi, dünya böyle bir şeyi daha önce yaşamadı. Öyle ki bu salgın yüzünden dünya nüfusunun dörtte biri yani 2 milyar civarında insan
evlerine kapanmak durumunda kaldı. Üretim ve tüketimdeki bu sert durdurmanınsa
ulusal hâsılaların ortalama yüzde 25’ine denk düşen bir kayba neden olacağı,
hatta bazı sektörlerde bu küçülmenin yüzde 35’i bulurken, kapatılmanın aylık
maliyetinin dünya ekonomik hâsılasının yüzde 2’si kadar olabileceği öngörüldü. (7)
Dünya ekonomisinin ilk üç ayına (birinci çeyrek)
ilişkin veriler hiç de iç açısı olmayan bu öngörüyü doğruluyor. Fransa, İtalya ve Almanya gibi Merkez Ekonomiler
resesyona girerken, özel yatırım ve özel tüketim harcamaları sert bir biçimde
düştü.
ABD ekonomisi bu yılın ilk çeyreğinde yüzde (-) 1,2
küçülürken, kapanmanın asıl olarak gerçekleştiği ikinci çeyrekte bu daralmanın yüzde
20 – 30 arasında olması bekleniyor. İlk çeyrekte özel tüketim yüzde (-) 7,6 ve
özel yatırımlar yüzde (-) 5,6 daraldı. Avro bölgesi ekonomisi ilk çeyrekte
yüzde (-) 3,8 daraldı. Özel tüketim harcamaları yüzde (-) 3,1 ila 7,3 oranında
geriledi. Bunlar 2008 krizi sonrasından çok daha kötü sonuçlar. İkinci çeyrekteki
daralma ise beklendiği gibi çok daha fazla olacak. (8)
Krizi
fırsata çevirmek
IMF’nin bu yıl için yüzde 5 küçülme öngördüğü
Türkiye’de ise siyasal iktidar küresel tedarik zincirlerinde ortaya çıkan
bozulmayı bir fırsat olarak değerlendirip, küresel bir tedarikçi rolünü
oynamaya soyunmuş gibi görünüyor. Bu yönde ihracatçılara olan desteğini artırdı. Örneğin MÜSİAD’ın önerdiği ve işçiler ve
aileleri için modern cezaevlerini andıran “İzole Üretim Merkezlerinin”(9)
kuruluşuna onay verdi.
Yani iktidar bloku, son 17 yıldır uygulanmakta olan
bol dış kaynakla finanse edilmiş inşaat- alt yapıya dayalı birikim
stratejisinin pandemi ile birlikte artık sürdürülmesinin imkânsız olduğunu
görüyor ve yeni bir birikim stratejisine doğru geçiş yapmaya çalışıyor. Böylece
politik olarak iktidarını da sürdürmek istiyor.
Daralan
dünya ticaretinden pay almak (!)
Diğer yandan salgının nasıl ilerleyeceği ve bunun
ekonomileri nasıl etkileyeceği belirsizliklerle dolu. Ama gidişatla ilgili
olarak birçok veri yol gösterici olabilir. Bunlardan biri küresel ticaret verileri.
Dünya Ticaret Örgütü 2020 yılında dünya ticaret
hacmindeki daralmanın yüzde 13 - 32 arasında olacağını öngörürken (10), UNCTAD’ ın son raporuna göre (11), bu yılın
ilk üç ayında dünya ticareti yüzde (-) 3 oranında azaldı. İkinci çeyrekte bu küçülmenin
(ilk çeyreğe göre) yüzde 27’yi bulması bekleniyor.
Bu da ihracatın milli hâsıla içindeki payının çok
önemli boyutlarda olduğu ve küresel tedarik zincirinin en önemli merkezleri
olan Almanya ve Çin gibi ekonomilerdeki hızlı toparlanmayı imkânsız kılıyor.
Bu veriler ortada iken Türkiye’de siyasal iktidar bu
ülkelerin yerini alabileceğimiz yönünde bir algı yaratıyor. Bunun işçiler,
emekçiler açısından çok daha düşük reel ücretlerle, sağlıksız koşullarda ve
daha sıkı çalıştırılmaktan başka bir anlam taşımayacağı bir yana, Türkiye’nin bu
sayılan ülkelerden temel bir farklılığı söz konusu: Bu ülkeler kredi alan değil,
kredi veren ülkeler. Yani tasarruf fazlaları var.
Türkiye ise dış kredilerle
yani yabancı kaynakla üretimini sürdürebilen bir ülke.
Kredilerse kapitalizmde sermaye birikim
makinesinin çarklarını yağlayan önemli bir araç işlevi görüyor. Çünkü üretimde yaratılan
kârlar yeterli olmadığında, uzun vadeli
ve büyük projeleri finanse etmede kullanılıyor.
Borç
krizi
Diğer taraftan kredi aynı zamanda borç anlamına
geliyor. Eğer borç anapara ve faizi geri ödemesini yapabilmek için yeterince
kâr yaratılamazsa bu borçlar kârları eriten ve sermayenin genişlemesi önleyen
bir engele dönüşüyor. Mevcut borçlarını ve faizlerini ödeyebilmek için zayıf
firmalar daha fazla borçlanmak durumunda kalıyor, böylece borçlar birikmeye
başlıyor. Bu kısır döngü kriz zamanlarında birçok işletmenin iflasıyla
sonuçlanıyor.
Şu anda Türkiye’nin yaşadığı durum tam da bu. Ülkenin
borçlarını çevirebilmek ve ithalatını finanse edebilmek için dövize ihtiyacı
var, ama bunu yeterince sağlayamıyor. Net döviz rezervleri erimiş durumda. Batı
ile ilişkileri ve ülkenin mevcut kredibilitesi kolayca küresel finans
piyasalarından borçlanmasını önlüyor. Bu sefer borç ve dert ertelemesi anlamına
gelen TL/döviz takaslarıyla (swap) bu sorunu ötelemeye çalışıyor. Bunu yaparken
de iktidarının asıl dayanağını oluşturan bazı sermaye kesimlerine ihracatı
işaret ediyor, “seçeneksiz değilsiniz” mesajını
veriyor. Böylece bu kesimin desteğinin sürmesini sağlamaya çalışıyor.
Ancak küresel ticaretin durumu, ABD - ÇİN
arasındaki artan gerilim ve diğer jeopolitik riskler ve bir yıl içinde ödenecek
olan 168,5 milyar dolarlık kısa vadeli dış borcun taşıyıcısı şirketler ve
piyasalar bu sözleri satın alırlar mı, bunlara bel bağlarlar mı, bunu önceden
kestirebilmek zor.
Bu biraz da salgının ve ekonominin
bundan sonra nasıl gelişim göstereceğine, kârlı üretimin ne kadar yakın ya da
uzak olduğuna ve siyasal iktidarın ekonomi yönetimiyle ilgili hem yerli, hem de
yabancı piyasalara verebileceği güvene bağlı gibi gözüküyor.
Acelenin bir
nedeni sermayenin baskın talepleri
Buraya kadar anlattıklarımız aslında siyasal iktidarların
ekonomilerin açılmasında neden bu kadar acele davrandıklarını kısmen açıklıyor.
Şöyle ki kapitalizm ücretli emek sömürüsünden kâr çıkartan bir sermaye birikim
sistemi. Pandemiden bu yana yaklaşık 4-5 aydır, kâr çıkarımının odakları olan
üretim alanları durma noktasına geldi, asıl olarak toplum için yararlı olan
sağlık, bakım, gıda tedariki ve dağıtımı, sağlık malzemesi, hijyen ve temizlik
üretimi gibi üretim alanları açık tutuldu.
Yani artı değerin kaynağı olan ücretli emek sömürüsü
ya yapılamaz oldu ya da çok kısıtlandı. Bu durumun kapitalizmin doğasına ters
bir durum olduğu açık.
Ekonomiler tekrar açıldığında işlerine dönecek
olanlar, dolayısıyla da virüs kapma riski
ile karşı karşıya kalanlarsa sadece işçiler, emekçiler olacaklar. Patronlar ve
yöneticiler açısından (fabrikaları, işyerlerini evden de idare edebildiklerinden),
işçilerin hayatlarını riske atmak çok da abartılacak bir konu değil (ne de olsa
aynı gemideyiz ve herkes fedakârlık yapmalı!).
Bir
diğer neden: Boşalmakta olan Hazine
Sermaye sınıfının çıkarları ile ekonomilerin erken
açılması tutarlı olabilir. Ancak bu neden devletler, hükümetler için de geçerli
olsun? Ya da neden siyasal iktidarlar ve sermayedarlar aynı safta yer alsınlar?
Bu sorunun, Marksist öğretinin ortaya çıkışından bu
yana, reddedilmesi zor bir yanıtı var. Şöyle ki sınıflı bir toplum olan kapitalist
toplum egemen sınıf konumundaki burjuvazinin sınıfsal çıkarlarını devletler
eliyle yürütür. Özellikle de büyük ekonomik krizler söz konusu olduğunda
sistemin devamı açısından siyasal iktidarların sermayenin yanında, emeğin
karşısında saf tutması da kapitalizmin doğasına ters değil.
Ayrıca devletlerin temel gelir kaynağı vergi
gelirleridir. Burjuva hükümetler her ne kadar ekonomik ve politik
faaliyetlerini daha çok temsil ettikleri sınıfın çıkarları doğrultusunda
organize etseler de (hem bunu sürdürebilmek), hem de tarafsızlık görüntüsü
altında toplumun geri kalan büyük çoğunluğuna da bir kısım kamu hizmeti ya da
devlet yardımları biçiminde bir şeyler veriyor algısı yaratabilmek için, vergi
gelirlerine ihtiyaç duyarlar.
Vergi
toplanamadığında
Devletlerin günümüzdeki vergi gelirlerinin asıl kaynağı
üretim ve tüketimden alınan vergiler. İstisnai örnekler dışında örneğin sermaye
ve servet vergilendirilmez. Ancak üretim ve tüketim (bu salgında olduğu gibi)
ciddi bir kesintiye uğramışsa, devletler ihtiyaç duydukları vergileri toplamakta
çok zorlanırlar.
Borçlanmanın ve para basarak finansman temin etmenin
finans kapital açısından da, ekonominin bütünü açısından da hem kısıtları, hem
de enflasyon, para değerinin düşmesi gibi olumsuz sonuçları söz konusu. Bu
nedenle de üretimin ve tüketimin normalleşmesi ve devletin de işçinin yarattığı
artı değerden vergi biçiminde payını alması gerekli. İşte devletleri salgın
devam ederken (halk sağlığını riske atarak da olsa) ekonomileri erken açmaya
iten bir diğer neden de budur.
Son bir aydır ülkede 4,500 ürüne yüzde 30’a varan ek gümrük
vergisi salınmasının (12) bir nedeninin de (döviz sorunu yüzünden giderek
zorlaşan ithalatı kısmak olduğu kadar), devletin boşalan Hazinesine yeni vergi
gelirleri aktarmak olduğu açık.
Bütçe alarm veriyor
Nitekim Bütçe ve Hazine’ye ait veriler alarm veriyor. Nisan 2020
tarihli Kamu Borç Yönetimi Raporu’na göre (13), henüz salgının tam olarak
etkisini göstermeye başlamadığı Mart ayında dahi vergi gelirlerinde ciddi bir
çakılma, bütçe ve Hazine açığında ciddi bir artış gözlemleniyor.
Öyle ki Şubat ayında 86,1 Milyar lira olan Merkezi Yönetim Bütçe
gelirleri Mart ayında 47,4 milyar liraya düştü (yüzde 45 azalma). Gelir ve
Kurumlar Vergisi gibi vergilerden oluşan dolaysız vergiler 37,0 milyar liradan
11,1 Milyar liraya (yüzde 70 azalma); KDV ve ÖTV gibi vergilerden oluşan
dolaylı vergiler 34,7 milyar liradan 25,8 Milyar liraya (yüzde 26 azalma)
geriledi.
Bunun sonucunda bütçe açığı (-) 7,4 Milyar liradan (-) 43,8 Milyar
liraya (yüzde 592 artış) yükseldi. Hazine’nin anlık gerçek durumunu gösteren
Hazine nakit açığı ise (+) 1,4 Milyar liradan (-) 47,4 Milyar liraya fırladı.
18 yılda 13 kat artan borçlar
Bütçe açığıyla birlikte borç stokları da ciddi biçimde arttı. Öyle
ki toplam (kamu + özel) borç stokunun son 18 yılda yaklaşık 13 kat artarak 5
trilyon liranın üzerine çıktığı ülkede, brüt kamu borcu 2010 yılından bu yana 3
kat artarak 1,4 trilyon lirayı aştı (bunun yüzde 58’i iç borçtan oluşuyor).
Net dış borçlar ise 2010 yılından bu yana yarı yarıya artarak 437
milyar dolara ulaştı. Bu borçların yüzde 63’ünün bankacılık dışı reel sektörün
borcu olması ise kriz döneminde döviz borcu olan reel sektör şirketlerinin ne kadar
zor bir durumda olduğunu gösteriyor.
Bunların dışında Hazine garantili toplam 12,1 milyar dolarlık (yüzde
75’i kamu bankalarının üzerinde) ve
Hazine borç üstlenimli 17,2 milyar dolarlık dış kredinin varlığı Hazinenin
durumunu daha da çarpıcı hale getiriyor.(14)
Sonuç olarak salgın sonrası derinleşen ekonomik kriz hem sermaye
kesiminin, hem de devletin bir birinden farklı nedenlerle de olsa, ekonomilerin
erken açılması konusunda birlikte hareket etmesine neden oluyor.
Sermayeyi kurtaralım, Hazineyi toparlayalım derken…
Kapitalizm, tarihindeki krizlerinden her zaman çıkmayı başardı. Bundan
önceki krizlerinden krizin bedelini işsizlik, yoksulluk, kemer sıkma gibi
sonuçlarla emekçilere; daha az vergi ödeyerek ve daha çok mali destek alarak
devlete çıkarttı. Bu kez bunlara ilave bir şeyi deniyor: Salgın devam ederken
ekonomileri erken açarak, kitlesel ölümleri göze alarak krizinden çıkmak
istiyor.
Ancak henüz koşullar yeterince uygun
değilken, sınıfsal çıkarlar ve devletin uğradığı zararlar nedeniyle işlere geri
dönüşün başlatılması hem salgının tekrarlanmasına, dolayısıyla da yeni vakalara
ve ölümlere neden olabilir, hem de bu durum ekonomilerin tekrar kapatılmasıyla,
böylece daha ciddi krizlerle sonuçlanabilir. Kısaca sermayeyi ve Hazineyi
kurtaralım derken, çok daha büyük bedeller ödemek durumunda kalabiliriz.
Bu ve benzeri tespitlerin ve uyarıların
siyasal iktidarca önemsenmediği ya da önemsenmeyeceği çok açık. Nitekim salgını
bir önemli uyarı olarak görüp, mevcut üretim, tüketim ve bölüşüm ilişkileri üzerinde
yeniden düşünüp; insandan, doğadan, emekten yana bir paradigmaya yönelmek
yerine, salgını bir fırsat olarak görüp,
küresel tedarik zincirinin en ucuz parçası olabilmenin yolları aranıyor.
Emekten,
halktan yana seçenek mevcut
Oysa emekten, halktan, toplumdan yana seçenekler
mevcut. Öncelikle, “korunacak ekonominin kimin ekonomisi olduğu” sorgulanmalı
ve “açlık ile ölüm arasında seçim yapmaya zorlanan” işçiler bu kıskaçtan
kurtarılmalı.
Salgın kontrol altına alınana kadar zorunlu olmayan
mal ve hizmet üretimine ara verilmeli, işçiler ücretlerini kesintisiz almayı
sürdürmeli.
Küçük işletmelere (sadece belli işletmelere değil) kredi
desteği sağlanmalı, tüm vadeli konut kredisi ve kredi kartı borçları kriz
süresince iptal edilmeli. Devlet destekleri tekellere değil, topluma verilmeli.
Bizi kurtaracak olan atılımlar; toplumun çok küçük bir zengin azınlığının
çıkarlarını kollayan programlar değil, işçi sınıfından, emekçi halktan yana olan
programlardır. Bu bağlamda salgınla birlikte iyice artan yoksulluğun, açlığın
ortadan kaldırılabilmesi ve işsizliğin yönetilebilir düzeylere düşürülebilmesi
için aşağıdaki radikal reformların gerçekleştirilmesi de talep edilmeli:
(i)
İnsanımızın bağışa, yardıma, sadakaya değil, adil ücret gelirlerine ihtiyacı olduğu
gerçeğinden hareketle, öncelikli olarak, ücret sistemine müdahale edilmeli. Adil bir
ücretlendirme ile emek sömürüsüne son verilmeli, bunu sağlayabilmek için de işçi
sınıfının örgütlenmesinin önündeki engeller kaldırılmalı.
(ii)
Başta kadınlara olmak üzere, herkese yaşanabilir bir ücret düzeyinin altında
olmamak üzere “temel bir yurttaşlık geliri” sağlanmalı.
(iii) Finansmanı Merkezi Yönetim
Bütçesinden karşılanmak üzere, yerel yönetimler, belediyeler ve kurulacak demokratik
işçi kooperatifleri aracılığıyla yürütülecek “kamu garantili istihdam programları”
ile salgınla sayıları daha da artan işsizlere iş ve gelir sağlanmalı.
(iv)
Ücretsiz ve nitelikli kamusal eğitim,
sağlık ve sosyal güvenlik hizmetleri ve ulaştırma başta olmak üzere, temel
ekonomik ve sosyal altyapı hizmetleri etkin bir hale getirilmeli ve daha da
genişletilip yaygınlaştırılmalı.
(v)Bütçedeki
kamu harcamalarında yapılacak radikal değişiklikler ve ilerici vergi reformları ile ücretlilerin uğradığı emek sömürüsü
azaltılmalı. Sermaye üzerinde alınacak vergilerle “kamusal hizmetler”, “yurttaşlık
temel geliri” ve “kamu garantili istihdam programları” için yeterli fon
oluşturulmalı. Bunu desteklemek için belli bir servet düzeyinin üzerindeki
zenginlerden servet vergisi alınmalı.
(vi)
Köylülerin toprağa adil erişimi sağlanmalı, tarımda gerçekleştirilecek demokratik
tarım kooperatifleri biçimindeki örgütlenmelerle, güvenli ve ucuz gıda üretimi
gerçekleştirilmeli.
(vii)
AVM’ler ve büyük market zincirleri gibi tekelleşmeye, pahalı ve güvensiz gıda
vb tüketimine, dışa bağımlılığa neden olan tüketim örgütleme modellerinden
vazgeçilmeli. Bunların yerine demokratik
biçimde işleyen, denetlenebilir tüketici kooperatifleri kurulmalı.
(viii)
Bunların hiç biri ülke demokratikleştirilmeden, ülkede kalıcı bir barış sağlanmadan
gerçekleştirilemeyeceğinden ülke acilen demokratikleştirilmelidir. Demokratik
bir anayasa yapılarak, mali ve idari yönden güçlendirilmiş yerel yönetimlerle
birlikte yürüyen güçlendirilmiş bir parlamenter demokrasiye geçiş yapılmalıdır.
Anahtar
sözcükler: Koronavirüs, Bütçe açığı, Hazine Nakit Açığı, Vergiler, Kamu borcu,
İzole Üretim Merkezleri, Demokratik Kooperatifler
Dip
notlar:
(2) https://www.milliyet.com.tr/ekonomi/bakan-albayraktan-son-dakika-normallesme-aciklaması
(21
Mayıs 2020).
(3) “DSÖ: Belçika
dışında hiçbir ülke verileri doğru açıklamıyor”, BirGün Gazetesi (15 Mayıs 2020).
(4) Global
coronavirus death toll could be 60% higher
than reported, https://www.ft.com
(26 April 2020).
(6) Chris Brooks, “Reopening Our Economy Right Now Will
Result in Mass Death”, https://jacobinmag.com/2020/05/coronavirus-pandemic-reopen-economy-workers-crisis.
(7) “Evaluating the initial impact of COVID-19 containment
measures on economic activity”, http://oecd.org/coronavirus/en (28 March
2020).
(8) C. P. Chandrasekhar and Jayati Ghosh, “Contours of the
Covid-crisis”, https://www.networkideas.org/featured-articles/2020/05/contours-of-the-covid-crisis/(5 May 2020).
(9) “MÜSİAD salgın
sonrası üretim hamlesi için kolları sıvadı”, http://www.musiad.org.tr (12 Mayıs
2020).
(10)
“Trade set to plunge as COVID-19 pandemic upends global economy”, https://www.wto.org (8 April 2020).
(11)
“
COVID-19 triggers marked decline in global trade, new data shows”, https://unctad.org
(14 May 2020).
(12)
https://www.dunya.com/ekonomi/ilave-gumruk-vergisi-gumruk-vergisi-degil-haberi
(21
Mayıs 2020).
(13)
T.C.
Hazine ve Maliye bakanlığı, Kamu Borç Yönetimi Raporu (Nisan 2020).
(14)
Agr.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder