Covid-19
salgınının ikinci yılında Türkiye ekonomisi: gerçekler ve algı yönetimi
Mustafa
Durmuş
7
Mart 2021
Bugünlerde siyasal iktidar bir hukuk ve ekonomi
reformundan söz ediyor. Her ikisi konusunda da ne kadar samimi olduğu bir yana,
18 yıldır ülkeyi tek başına yöneten bir parti ve son dönemlerdeki ortağının
böyle bir öneri ile gelmeleri, Cumhuriyet tarihinin en uzun iktidarda kalma
anlamında ikinci sırada yer alan bir yönetimin bu 18 yıllık süreyi en iyimser
bir değerlendirme ile boşa geçirdiğinin bir itirafı gibi.
Çünkü ülkenin hukuk, özgürlükler ve demokrasi
anlamındaki notu 18 yıl öncesinin de altında olduğu gibi, ekonomisi 2001 krizindekinden
çok daha kırılgan ve krizlere çok daha eğilimli bir hale geldi. İşsizlik ve
yoksulluk daha önce görülmemiş boyutlara erişirken, toplumun çok küçük bir
kesimini oluşturan özellikle de yeni türedi zenginler ortaya çıktı. Alınan her
önemli karar ve yapılan her büyük ihale artık bu az sayıda dolar milyarderi
zenginin etkisi altında gerçekleşiyor.
Bir belirleme ile başlayalım. Türkiye ekonomisi 2013
yılından bu yana inişe geçti, özellikle de 2015 yılından beri ciddi sıkıntılar
yaşıyor. Son dört yıllık süreçte, ekonomi sadece 2017 yılında yüksek cari açık
ve büyük çaptaki Kredi Garanti Fonu ( KGF) kredileriyle pompalanan tüketim
harcamaları sayesinde yüksek bir oranda (yüzde 7,5) büyüyebildi.
Son
dört yılda yüzde 7,5’ten yüzde 1,8’e
Ancak böyle bir hormonlu büyüme sürdürülemezdi,
nitekim sürdürülemedi ve ekonomi 2018 yılının ikinci yarısından itibaren sert
bir biçimde inişe geçerek ciddi bir resesyon-daralma sürecine girdi. Büyüme
2018 yılında yüzde 3,0’a ve 2019’da binde 9’a kadar geriledi. (1) Son olarak
2020 yılındaki Covid-19 Salgınının etkisiyle ekonomi tam bir krize girdi.
Bu ayın başında TÜİK tarafından açıklanan 2020 yılı
büyüme verisine göre ise ekonomi 2020 yılında yüzde 1,8 büyüdü. (2) Bu büyümede
göze çarpan şey, milli gelir içinde en büyük paya sahip bulunan hizmetler
sektörünün (yüzde 22,8) bu bir yılda yüzde -4,3 küçülmesi ve yüzde 22,4 pay ile
ikinci büyük sektör konumundaki sanayi sektörünün sadece yüzde 2 büyümesi oldu.
Yani Covid-19 Salgının etkisiyle hizmetler sektörü küçülürken, sanayi
sektöründeki büyüme (üçüncü ve dördüncü çeyrekteki göreli toparlanmaya rağmen)
çok cılız kaldı.
Sektörel bazda en yüksek büyüme hızını ise milli
gelir içindeki payı yüzde 3,7 olan bankacılık ve sigortacılık sektörü sağladı (yüzde
21,4). Bunu bilgi ve iletişim faaliyetleri sektörü izledi (yüzde 13,7).
İstihdam
azalırken ekonomi büyür mü?
Büyüme verisi ile istihdam verisi arasındaki çelişki
ise dikkat çekiyor. Çünkü ekonominin yüzde 1,8 büyüdüğü bu bir yıllık süreçte milli
gelir ve toplam istihdamın önemli bir kısmını oluşturan ticaret-konaklama ve
ulaştırma sektörlerinden oluşan hizmetler sektöründeki hem katma değer yüzde
-4,3, hem de istihdam yüzde -8,2 azaldı. Keza yerleşik ve yerleşik olmayan hane
halklarının hizmet tüketimi de yüzde -1,9 oranında düştü.(3) Ekonominin
bütününde ise istihdam oranı yüzde 43’e kadar geriledi.(4)
Bu durum TÜİK verilerinin (iç tutarlılık anlamında) sorgulanmasını
gerektiriyor. Ekonominin sürükleyici gücü konumundaki bir sektörde hem katma
değer, hem de istihdam azalırken ekonominin büyümesi nasıl açıklanabilir? Böyle
bir büyüme gerçek olsa dahi, işsizliğin bu kadar arttığı bir dönemde, istihdam
azaltan böyle bir büyümeye sığınarak,
“Salgına rağmen büyüdük” diyerek övünmek doğru mudur?
Borçlandırmaya,
ithalata ve cari açığa dayalı büyüme
modeline devam
Bankacılık sektörü faaliyetlerinin yüzde 21,4 artması
ülkede bir süredir izlenmekte olan para ve kredi politikalarının bir sonucu. Öyle
ki emekçilerin gelirlerini yükselterek tüketim harcamalarını artırmak yerine,
onları tüketici kredileriyle borçlandırarak toplam talep artırılmaya
çalışılıyor.
Bu tespitimiz BDDK verileri tarafından da doğrulanıyor.
Çünkü bu bir yıllık süreçte toplam bankacılık sektörü kredileri yaklaşık yüzde
35, tüketici kredileri yüzde 45 ve kredi kartları üzerinden yapılan harcamalar yüzde
30 arttı. (5)
Bir diğer faktör ithalattaki artışlar. Ülke
ekonomisinin bu denli daraldığı bir dönemde ithalat artışı hız kesmedi ve yüzde
7,4 oranında arttı. Buna karşılık ihracat bunun iki katı kadar (yüzde 15,4)
azaldı. Bu da cari açığı artırdı.
Kısaca ülkede hane halkı tüketim harcamalarının milli
gelirin yüzde 56,4’ünü ve ithalatın yüzde 32,3’ünü oluşturduğu gerçeği de
dikkate alındığında, iç kredilerdeki büyük çaptaki artışa ve cari açığa dayalı
bir iktisadi büyüme stratejisinin hala ülkeyi yöneten iktidar bloku ve
ardındaki sermaye çevrelerinin temel birikim stratejisi olmayı sürdürdüğü
anlaşılıyor.
Halkın
yoksulluğu 2013 yılından bu yana arttı
Böyle bir büyümenin sonucunda kişi başı milli
gelirin sadece 8,599 dolarda kalması ise deyim yerindeyse “takkeyi düşürüp keli
gösteren” bir durum.
Öyle ki kişi başı gelir, 2008 krizinin etkilerini
taşıyan 2009 yılındaki 9,039 doların dahi altına düştü. Dahası kişi başı gelir 2013
yılında 12,519 dolardı. Yani, eşit dağılmasa da, kişi başı gelir ölçütü ile
açıklanan ortalama insanımızın yaşam standardı 2013 yılından bu yana istikrarlı
bir biçimde azaldı ve geçen yıl dip yaptı. Bundan daha kötüsü sadece 2006
yılında yaşanmış ve kişi başı gelir o yıl 7,906 dolarda kalmıştı.(6)
‘İktisadi
büyüme’ toplum refahının iyi bir göstergesi değil
Diğer taraftan, bir gerçeğin daha altını çizmek
lazım: Kapitalist ekonomilerde iktisadi büyümenin ölçütü olan kişi başı milli
gelir büyümesinin toplumsal refahın iyi bir göstergesi olamayacağı artık ana
akım iktisatçılar tarafından dahi kabul ediliyor.(7)
Çünkü iktisadi büyümenin gerçek anlamda toplumsal
refahı artırabilmesi için kapsayıcı olması, ortaya çıkan refahın adil
dağıtılması, nitelikli istihdam
yaratması, gelir bölüşümünde adaleti sağlayıcı olması, yoksulluğu azaltması,
toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaya yardımcı olması, farklı kimlikler
arasındaki eşitsizlikleri azaltması ve son olarak da ekolojiyi tahrip etmemesi
gerekiyor. Bu bağlamda iktisatçılarca ve bazı uluslararası örgütlerce artık
farklı toplumsal refah ölçümü göstergeleri öneriliyor.(8)
Ücretlerin
milli gelir içindeki payı azaldı, kârların payı arttı
Bu bağlamda geçen yıl sağlanan ekonomik büyümenin işçilere,
emekçilere gerçek anlamda bir kazanım sağlamadığı, aksine onlardan çok şey
götürdüğü de anlaşılıyor. Öyle ki aynı TÜİK bültenine göre; işçilerin ücret biçiminde
milli gelirden aldıkları pay 2019 yılında yüzde 34,8 iken, 2020 yılında yüzde 33,0’e geriledi. Buna
karşılık kârların payı yüzde 47,5’ten yüzde 49,4’e yükseldi. (9) Kısaca ekonomi
büyürken emeğin payı azaldı, sermayenin payı arttı.
Bir başka anlatımla, toplumsal ilerlemeyi ve toplumun
iyi olma halini mutlak ve en yüksek ekonomik büyüme ile ilişkilendiren söylem ideolojik
bir söylemdir, kapitalist kültürel hegemonyanın bir yansımasıdır. Bu
metalaştırma ve doğanın tahribatı gibi insan toplulukları ve ekoloji için
yıkıcı etkilere sahip bir süreci içeriyor.
Buna karşılık başta emekçilerin olmak üzere bir bütün
olarak toplumun, bireyin ve doğanın ihtiyaçlarını önceleyen, üretim, tüketim ve
dağıtımı buna uygun olarak yeniden tasarlanmış bir ekonomik sisteme
ihtiyacımızın olduğu çok açık.
Bu anlamda geçen yıl çok daha yüksek oranlarda bir
büyüme sağlanmış olsaydı dahi, yukarıdaki ölçütlere uygun olmayan bir büyümenin
başta işçi sınıfı ve emekçiler olmak üzere yoksullara, ezilen kimliklere,
kadınlara ve doğaya bir faydası olmazdı.
Yüksek borç stokları, yüksek döviz pozisyonu açığı, eriyen döviz rezervleri
Covid-19 Salgını ile derinleşen ekonomik krizi daha
öncekilerden farklı kılan, sadece hem arz, hem de talep yönlü şokların bir
arada olması değil, aynı zamanda Türkiye ekonomisinin bu krize çok yüksek bir
borç stoku ve dış borç geri ödeme programı altında yakalanmış olması.
Borç stokları açısından baktığımızda; Hazine ve
Maliye Bakanlığı’ndan derlediğimiz verilere göre, ülkenin özel ve kamusal olmak
üzere toplam borç stoku 7,5 trilyon lirayı buluyor. Bu da milli gelirin yüzde 150’sini
aşıyor. Yani borç yükü ciddi olarak arttı. Bu borçların yüzde 63’ü iç, yüzde
37’si dış borçlardan; yüzde 73’ünden fazlası özel kesim ve yüzde 27’si kamu
kesimi borçlarından oluşuyor.
Ancak bu borçlar içinde dış borçlar çok özellikli bir
öneme sahip, zira bunlar döviz ile ödenecek olan borçlar. Geçen yılın üçüncü çeyreği itibarıyla 435,1
milyar doları bulan dış borç stokunun yaklaşık yüzde 70’i özel sektöre ait.
Aynı yılın Kasım ayı itibarıyla yaklaşık 185 milyar dolarlık, bir yıl içinde
geri ödenmesi gereken bir borç ve cari açığın fonlanması için gerekli miktarla
birlikte toplamda 200 milyar doları aşan bir döviz ihtiyacı bulunuyor.
Küresel arzın daralması ve lojistik-ulaştırma
hizmetlerinin aksaması hammadde fiyatlarını ciddi biçimde artırırken, bu durum
ithalata bağımlı ihracatı olumsuz etkiliyor. (10) İlave olarak, Covid-19
yüzünden turizm gelirlerinde ortaya çıkan ciddi düşüş dış borç geri ödemesi
için gerekli olan dövizin sağlanmasını zorlaştırıyor.
Rezervlerdeki
erimeden kaynaklı güven sorunu döviz kurunun tekrar yükselmesinin asıl nedeni
Geçen yıl siyasal iktidarın Merkez Bankası (MB)
politika faizi oranını yüzde 8,25’te ve dolar kurunu 6,85’te tutma konusundaki
ısrarı Merkez Bankası döviz rezervlerinin kamu bankaları aracılığıyla değerinin
altından satılmasıyla ve beraberinde de bu rezervlerin erimesiyle sonuçlandı.
“Türkiye’nin hiçbir iç ya da dış kaynaklı kriz
döneminde, (Şubattan Eylüle) 7 ayda olduğu gibi 75 milyar dolarlık rezervi
eritilmedi. 2019 yerel seçimleri öncesinde Şubat ayından itibaren başlayıp,
2020 Eylül ayına kadar olan dönemde Merkez Bankası’nın net uluslararası
rezervleri (NUR) 102 milyar dolar eridi. 16 milyar dolarlık diğer ülke
swaplarının da sadece bilanço makyajı olduğu hesaba katılırsa 120 milyar dolara
yakın bir döviz eritildiği açık”.(11)
Dünyada, gelişkin ekonomilerde bu yıl enflasyonun
yükseleceği beklentisinin artması ve buna bağlı olarak ABD’deki 10 yıllık
tahvil faizlerinin yükselmesi sonucunda TL’den çıkışlar hızlandı. Böyle
gelişmelerin etkisini azaltacak bir döviz rezervi de olmayınca 7,0 TL’nin
altına kadar düşmüş olan doların kuru bir haftada 7,50 TL’nin üzerine fırladı.
Kısaca, büyük çaptaki işsizlik ve reel ekonomideki
küçülmenin yanı sıra; yüksek döviz kuru (geçen yılın Kasım ayında dolar kuru
8,50’yi geçmişti), yüksek resmi enflasyon (yüzde 15,6), yüksek faiz oranları
(geçen yılın sonunda ortalama fonlama maliyeti yüzde 13’e dayanmıştı), yüksek bütçe açığı ( yüzde -3,5) ve yüksek
cari açık (yüzde -5), düşük verimlilik ve düşük kârlılık gibi göstergeler ülke
ekonomisinin her an bir borç krizi, devlet mali krizi ve olası bir bankacılık
krizi ile karşı karşıya kalabileceğini gösteriyor.
Devlet
mali krizi riski
Covid-19 Salgını nedeniyle artan sağlık harcamaları,
ekonomiye (özellikle de sermaye kesimine) verilen mali destekler, otoriter
rejimi tahkim etmeye hizmet eden güvenlik harcamaları ve yeterince
artırılamayan kamu gelirleri devasa bir bütçe açığının ve Hazine nakit açığının
doğmasına neden oldu. Bu açığın kapatabilmesi için yapılan emisyonların yanı
sıra, TL, altın ve özellikle de döviz cinsinden iç borçlanmaya başvurulunca bu durum
olası bir devlet mali krizi sürecinin de önünü açtı.
Toplanamayan, sık sık affedilen, uzlaşma yoluyla
eksik alınan ve Covid-19 Salgını yüzünden indirim, erteleme biçiminde özel
sektörden tahsil edilmeyen vergiler ve diğer mali yükümlülükler ciddi boyutlara
ulaştı. Diğer yandan Salgın nedeniyle başta sağlık harcamaları olmak
üzere, sermaye sınıfına verilen
teşvikler, sübvansiyonlar, büyük inşaat ve enerji şirketlerinin kurtarılması
için verilen mali desteklerde ciddi artışlar söz konusu oldu.
Bunlara bir de piyasa faizlerine göre daha ucuz
faizlerle kredi ve düşük kurdan döviz sattıkları için kamu mevduat bankalarının
yüzde 100’e yakın oranda azalan kârları (12), bir türlü düşürülemeyen ve çok
büyük bir kısmı halkın refahı ile ilgili olmayan lüks devlet harcamaları,
askeri harcamalar, iç güvenlik harcamaları ve Kamu Özel İşbirliği (KOİ) altında
yapılan büyük alt yapı projelerinin bütçeye getirdiği yükler dâhil edildiğinde
durum daha da kötüleşti.
Devlet maliyesindeki bu gelişmelerin sonucunda, özel
ekonominin yanı sıra devlet de artık mali kriz potasına girmiş durumda.
Sırasıyla; bütçe açığı, Hazine nakit açığı, kamu borçlanması ve faiz ödemeleri ciddi
biçimde artış gösteriyor. Öte yandan olası bir devlet mali krizi kamu
maliyesinin sınırları içinde kalmayacak ve bankacılık krizini de tetikleyebilecektir.
İnşaata
dayalı birikim modeli sürdürülemez bir noktada
2003 yılından 2013 yılına kadar dünyadaki parasal
genişleme konjonktüründen de yararlanılarak elde edilen bol dış kaynak girişi
ile fonlanan ve ağırlıklı olarak inşaat, emlak, alt yapı ve finans
sektörlerinde yüksek rantları hedefleyen bir servet ve sermaye birikimi esas
alındı. Özelleştirmeler, devletin düzenlemelerden çekilmesi, işçileri güvencesizleştirme
ve borç stoklarını daha da artıran finansallaşma bu stratejinin ana ayaklarını
oluşturdu.
Ancak bu strateji (politik ve jeo-politik
faktörlerin yanı sıra), 2013 yılından itibaren Fed’in uyguladığı parasal
sıkılaştırma politikalarından fazlasıyla etkilenen uluslararası sermaye
hareketlerinin de tersine dönmesiyle (ülkeden sermaye çıkışlarının artması
biçiminde) sorunlar yaşamaya başladı ve ülkenin bugün yaşamakta olduğu çoklu
krizlerin içine girmesine neden oldu.
Bu süreçte (güvenilirliği tartışmalı) resmi verilere
göre dahi, Türkiye ekonomisinin büyümesi çok yavaşladı. İşsiz sayısı ülke
tarihinde görülmemiş ölçüde arttı, devasa istihdam kayıpları yaşandı. Gelir
dağılımı daha da kötüleşirken, yoksulluk artık yardımlarla giderilemeyecek bir biçimde
toplumsallaşarak derin bir yoksulluğa dönüşmeye başladı. Yüksek enflasyona,
yüksek faiz oranlarına ilave olarak ülke parasının değeri hızla düştü, doların
kuru tarihsel zirveleri görürken, Merkez Bankasının rezervleri eriyerek net
rezervler eksiye döndü.
Kısaca, “resesyona” ilave olarak, “ödemeler dengesi-döviz krizi” ortaya çıktı. Özel
sektörün dış borç krizi ve bankacılık krizi şeklindeki “finansal kriz” riski
arttı. Son olarak, Covid-19 Salgını ile birlikte devlet borç stoklarının daha
da artmasıyla birlikte devleti de bir mali kriz içinde sürükleyen bir süreç
başladı.
Bir başka deyişle, 18 yılın sonunda ülkede sadece
ciddi bir ekonomik kriz-finansal kriz değil, aynı zamanda sosyal ve politik
kriz ve yakın gelecekte kendini çok daha derin hissettirecek olan bir ekolojik
kriz riski söz konusu.
Ancak Türkiye ekonomisini krize sokan dinamikleri
sadece ekonomi ile ilgili faktörlerle açıklamak doğru olmaz. 2013 yılından bu
yana ülkede yaşananlar dikkate alındığında, ekonomik faktörler kadar,
ekonominin ve siyasetin kötü yönetilmesi ve artan politik ve jeopolitik kriz
riskinin de ekonominin krize sürüklenmesinde etkili olduğu görülüyor.
Sonuç:
Türkiye ekonomisini krize sokan dört dinamik
Bu süreçte Türkiye ekonomisini krize sokan dört dinamik
sırasıyla şunlar oldu:
(i)
Türkiye ekonomisinin (gelişkin ekonomilerdekinden farklı olarak) krize girmesine neden olan özgün faktörler ya
da dinamikler söz konusu. Bu farklılaşmanın nedeni Türkiye ekonomisinin
emperyalist-kapitalist sisteme eklemlenme biçimi. Öyle ki geç kapitalistleşmiş bir
ülke olarak Türkiye, küresel sermaye hareketlerindeki büyük çaptaki
dalgalanmaların, gidiş gelişlerin sonucunda, belirli aralıklarla krize giriyor.
2001 ve 2018 krizleri bunun somut örnekleri.
Ülke ekonomisini krize sokan iktisadi dinamikleri
anlayabilmek için kapitalizm altındaki “para-sermaye-yatırım-üretim”
hareketlerini anlamak, daha doğrusu “sermaye çevrimlerine” bakmak gerekli. Şöyle
ki Türkiye ekonomisi, sermaye birikim döngüsünün daha başında, üretim ve
ihracatta ithalata bağımlı olduğu gibi, para sermaye (kredi) açısından da
yabancı kaynağa ihtiyaç duyuyor. Bu
kaynak yeterince gelmeyince, tam tersine diğer koşulların tetiklemesiyle para
sermaye dışarıya çıkmaya başlayınca, ülke kendini “ödemeler bilançosu krizi”,
“döviz krizi” ve sonuçta “finansal krizlerle” karşı karşıya buluyor. Bu da
resesyonların tetikleyicisi oluyor.
(ii)
“Kürt sorununu” çözmeye yönelik olarak başlatılan müzakereye dayalı çatışmasızlık
sürecinin 2015 yılından itibaren sona erdirilmesi, müzakerenin yerini tekrar savaş
konseptine bırakması ve ülkenin siyasetiyle ve ekonomisiyle de Suriye’deki
savaşın da bir parçası haline gelmesi iktisadi durgunluğu ve krizi tetikledi.
Zira bu sürekli savaş durumu hem genel olarak ekonomiyi, hem de devlet
bütçesini olumsuz etkiliyor, iktisadi krizin dinamiklerini de aktif hale
getiriyor.
(iii)
2002 genel seçimlerinin hali hazırda ülkeyi yöneten iktidar tarafından
kazanılmasının en önemli etkenlerinden olan Cemaat (FETÖ) -AKP ittifakının
dağılması 15 Temmuz Başarısız Darbe Girişimi ile sonuçlandı. Bu girişimin
ardından ilan edilen OHAL uygulamaları ise mevcut politik krizi iyice belirgin
hale getirirken, aynı zamanda da ülke ekonomisinin yumuşak karnı niteliğindeki sermaye
çıkışlarına, ekonomiye olan güven yitimine ve yatırımların durmasına yol açtı.
2017’deki Anayasa değişikliğinden itibaren hayata
geçirilen ve parlamenter demokrasiyi fiilen işlevsiz kılan Partili
Cumhurbaşkanlığı Sistemi, ileri sürüldüğünün aksine, ekonomik sorunları daha da
derinleştirdi ve ekonomi krizden krize sürüklendi.
(iv)
Son olarak, Covid-19 Salgını ekonomideki kriz dinamiklerini iyice
belirginleştirdi. Küresel çaptaki arz ve talep yönlü şoklar ve ekonomideki
kapanmalar ve krizin yönetimindeki yanlışlıklar Salgın öncesinden gelen
ekonomik sorunları iyice derinleştirerek ülkeyi içinden çıkılması zor ve uzun
yıllar alacak olan bir derin ekonomik krize soktu. Bu gelişmelerin sonucunda giderek
daha da otoriter bir karaktere bürünen rejim, başta iktisadi kriz olmak üzere,
ülkenin karşı karşıya bulunduğu çoklu krizlerinden çıkılabilmesinin önündeki en
büyük engeli oluşturuyor.
Dip notlar:
(1) 2021 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık
Programı, 2020, s, 12.
(2) TÜİK, Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, IV.
Çeyrek: Ekim - Aralık, 2020, https://data.tuik.gov.tr
(1 Mart 2021).
(3) Zafer Yükseler, 2020 yılı hizmetler sektörü
büyümesi tutarlı mı?, https://zaferyukseler.blogspot.com
(2 Mat 2021).
(4) https://data.tuik.gov.tr/Bulten
(11 Ocak 2021).
(5) BDDK, Aylık Bankacılık Sektörü Verileri (Temel
Gösterim), https://www.bddk.org.tr/BultenAylik
(1 Mart 2021).
(6) https://tr.euronews.com/turkiye-de-kisi-bas-na-dusen-milli-gelir-2007-seviyesine-geriledi
(1 Mart 2021).
(7) https://rwer.wordpress.com/2020/01/02/beyond-gdp; David Pilling, The Growth Delusion: Wealth, Poverty and the Well-Being of Nations,
Bloomsbury Publ. 2018.
(8) Jason
Hickel, “Thought experiment: Radical abundance”, https://rwer.wordpress.com/2019/07/09; Thorvaldur Gylfason, “Economic performance in two
dimensions: How Europe beats the US”, http://voxeu.org/article/human-development-inequality-and-long-working-hours
(22 August 2016).
(9) TÜİK, agb.
(10)
https://www.dunya.com/sektorler/ihracat-kusatildi-uretim-tekliyor-haberi
(16 Şubat 2021).
(11)
https://ugurses.net/2021/02/22/eritilen-rezervlerle-yaratilan-kirilganlik
(22 Şubat 2021).
(12)
https://www.dunya.com/finans/haberler/kamu-mevduat-bankalari-kar-edemedi-haberi
(3 Mart 2021).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder