“Reform
” algısına değil, köklü, ilerici bir toplumsal dönüşüme ihtiyacımız var
Mustafa
Durmuş
14
Mart 2021
Covid-19 Salgınının Dünya ve Türkiye ekonomisindeki etkilerini anlatan son iki yazımızdan ortaya çıkan sonuç bu Salgın ile birlikte dünya ekonomisinin 1929 Büyük Depresyonundan bu yana görülen en büyük ekonomik daralmaya yol açtığıydı.
Salgın sadece sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik
ağının ne derece zayıf olduğunu ortaya çıkartmakla kalmadı. İşsizlik ve
yoksulluğun devasa bir biçimde artmasının yanı sıra, küresel dolar
milyarderlerinin servetleri de Salgınla birlikte arttı. Bu da kapitalist
dünyanın nasıl bir eşitsizlikler dünyası olduğunu gözler önüne serdi.
Eşitsizlikler gelir ve servet dağılımı
eşitsizlikleri ile sınırlı kalmadı. Aynı zamanda farklı etnisiteler, kimlikler,
inançlar ve erkek-kadın arasında da derin eşitsizlikler yaşanıyor.
Salgın toplumu bu eşitsizliklere uygun bir biçimde,
yani orantısız olarak etkiliyor. Örnek olarak Covid-19 aşısına erişimde yaşanan
eşitsizlikler dikkate alındığında toplumun ezilenleri, yoksulları, emekçileri,
ötekileştirilenleri bu felaketten çok daha fazla etkileniyorlar. Ekonomide “K”
tipi bir toparlanma beklentisi ise olası bir toparlanmanın da eşitsiz olacağını
gösteriyor.
Salgının
önümüze koyduğu fırsat: Farklı bir toplum, demokrasi ve ekonomi oluşturma
imkânı
Ancak bu Salgın unuttuğumuz bazı önemli gerçekleri
tekrar gün yüzüne çıkartarak, dünyayı değiştirme konusunda bizlere yeni
fırsatlar da sunuyor. Her şeyden önce son 40 yıla damgasını vuran “toplum
yoktur, birey vardır” biçimindeki neo-liberal söylemin içinin ne kadar boş bir
söylem olduğu görüldü. Çünkü Salgın, orantısız bir biçimde olsa da, tüm toplumu
etkiliyor. Bu da, ortak toplumsal çıkarlarımızla birbirimize bağlı olduğumuzu,
ancak yeni bir toplum yaratmamız gerektiğini de anlatıyor.
İkinci olarak, bu Salgın burjuva demokrasilerinin de
kriz içinde olduğunu gösterdi zira birçok ülkede devletler hızla otoriter,
pro-faşist devletlere dönüştüler, halkın sağlıkla ilgili en temel taleplerini dahi
karşılamadılar. Bu birçok ülkede halkın kendi arasında sosyal dayanışma ağları
kurmaya yönelmesiyle sonuçlandı. Bu da bize aşağıdan, yerelden ve doğrudan
olmak üzere yeni bir demokrasi kurmanın gerekli olduğunu gösteriyor.
Üçüncü olarak, ortaya çıkan ekonomik zorlukların,
sıkıntıların, yoksulluk ve açlığın asıl nedeninin, ekonomilerin büyüyememesinden,
daralmasından ya da içine düştüğü krizlerinden ziyade bölüşüm eşitsizliği ve
sosyal koruma-güvenlik ağlarının tahrip edilmişliği olduğunu gösterdi. Bu da
artık farklı bir ekonomi anlayışına sahip olmamız ve bunu örgütlememiz
gerektiğini bize salık veriyor.
Farklı
toplumsal refah ölçüm araçlarına ihtiyaç var
Böylece hayat, “kişi başı GSYH büyümesi” olarak da tanımlanan
ekonomik büyümeyi ekonomik başarının ve toplumun iyi olma halinin tek
göstergesi olarak bize dayatan burjuva iktisat ideolojisini artık reddetmemiz,
bunun yerine farklı bir iktisat anlayışı ve farklı toplumsal refah ölçme
araçları koymamız gerektiğini söylüyor.
Bunun hem düşünce yapısında ve biçiminde, hem
ekonomi anlayışı ve yönetiminde, hem de siyaset yapma biçiminde köklü bir
değişimi ve dönüşümü gerektirdiği çok açık.
Böyle bir köklü değişim ve dönüşümü bizlerin bugünkü
durumundan birinci dereceden sorumlu olanlardan, müesses nizamın kendinden, egemenlerin
siyasal iktidarlarından beklemekse saflık olur. Böyle bir beklenti içindeyseniz, kapitalist
sistemi, kapitalizmin iktisadi işleyiş biçimini, kapitalist devletin rolünü, mevcut
sosyal sınıflar arasındaki uzlaşmaz çelişkilerin belirleyiciliğini hiç
anlamamışsınız demektir.
İçi
boş bir ‘ekonomide reform’ söylemi
Bu bağlamda örneğin, son günlerde siyaset gündemine
damgasına vuran ekonomide reform yapılacağı beklentisinin bir hayal olduğunun
altını çizmek zorundayız. Muktedirin yapacağı ister hukuk, isterse ekonomi
alanındaki ‘reform’ olsa olsa; zamana oynamak, göz boyamak, ama asıl olarak
mevcut zenginleşme düzenini olabildiğince sürdürmeye yarayacak olan (daha
ziyade de ekonomi bürokrasisinde bazı değişiklikler) gibi makyajlar olabilir.
Yani ekonomide de her şeyin hızla aşağıya doğru
gittiği bir anda mevcut iktidar bloğu eliyle köklü (hele de emek ve toplumdan
yana) değişiklikler içeren reformların yapılabilmesi mümkün değil. Bunların
reform olarak adlandırılması ise sadece bir algı yönetimi olabilir.
Bu nedenle, uzun uzadıya açıklanan reform paketi
değerlendirmesine girmeksizin, sadece sayıları 850 bin civarında olduğu ileri
sürülen küçük esnaftan gelir vergisi alınmaması ile ilgili açıklamaya değinmekle
yetineceğiz.
Pansuman
yetmez
Şubat 2021 itibariyle Basit Usulde vergilendirilen
esnaf- mükellef sayısı tam olarak 816.185. Bunların ödediği gelir vergisi zaten
çok düşük, öyle ki 2020 yılında toplamda sadece 228 milyon vergi ödemeyi
taahhüt ettiler. Bu haliyle toplanan vergi toplam vergi gelirlerinin sadece on binde
3’ünü ancak oluşturuyor.(1)
Bunun nedeni bunlara uygulanan yüksek tutardaki
istisna. Ayrıca genç esnaflar “genç girişimci kazanç istisnası”ndan
yararlanabiliyorlar. Öyle ki bu istisna 2020 için 13 bin lira ve 2021 yılında için
14 bin lira. Yani bu kesime bir tür asgari kazanç indirimi uygulanıyor. Reform
paketinde yer alan düzenleme ile bu kesimler Gelir Vergisi Kanunu’ndaki ‘esnaf
muaflığına’ tabi tutularak vergi dışı bırakılacak. Yapılması düşünülen özetle
bu.
Kısaca söylemek gerekirse, ciddi bir vergi kaybına yol
açmayacak bir vergi gelirinin alınmasından vazgeçiliyor (2). Ancak bu durum
esnafa bir müjde, bir jest gibi sunuluyor. Oysa esnafın özellikle de
Covid-19’dan bu yana bundan çok daha fazla iyileştirici düzenlemelerine
ihtiyacı olduğu çok açık.
Örneğin, vergi ve sigorta borçlarını yeniden
yapılandıran yasa uyarınca 1 Mart’ta ödenmesi gereken ilk taksitler büyük
ölçüde (Salgının ve krizin sürmesi nedeniyle) ödenmemiş olmasına rağmen, yapılan
resmi açıklamada bu borçların ertelenmesine, ya da işçiler için çok önemli olan
kısa çalışma ödeneğinin uzatılmasına ilişkin her hangi bir bilgi yer almadı.
Yaraya
neşter lazım
Oysa başta işçi sınıfı olmak üzere, bu ülkenin
emekçileri, halkları açısından bu kötü gidişatı öncelikle durduracak ve yerine
gerçek ihtiyaçların karşılanmasını sağlayabilecek nitelikte radikal
düzenlemelere ihtiyaç var. Ancak böyle düzenlemeler yapıldığında gerçek
reformlardan söz edilebilir.
Başta temel haklar ve özgürlükler, eşit yurttaşlık olmak
üzere, demokratik hak ve özgürlükleri daha da geliştiren, koruma altına alan
köklü reformlar yapılmalı ve bunlar çoğulcu ve katılımcı demokratik bir anayasanın
güvencesi altına alınmalı.
Her
1,000 işçiden 728’i eğreti istihdam koşullarında çalıştırılıyor
İstihdam alanında çok büyük sorunlar mevcut. Öyle ki
eğreti olmayan, güvenceli istihdam toplam istihdamın sadece yüzde 27,2’sini
oluşturuyor. Üstelik bu oran sürekli bir düşüş içinde (3). Yani istihdamdaki
güvencesizlik giderek artıyor. Bu
nedenle de, işçi sınıfı için acil bir koruma önlemi anlamına gelebilecek bir
Temel Gelir Güvencesi, bunu da fonlamada kullanılabilecek bir artan oranlı
servet vergisi ve halkın üzerindeki vergi yükünü azaltacak olan köklü bir vergi
reformu gerekiyor.
Yeşil yatırımlar ve kamuca garanti edilmiş istihdam programları
Ayrıca gerçek işsizliğin TÜİK tarafından dahi (adına
atıl işgücü dese de) yüzde 30,2 olarak kabul edildiği bir anda (4), nitelikli istihdamı
hak olarak gören bir yerden, yerelden yönetilecek, yeni yeşil yatırımlar aracılığıyla
çalışmak isteyen herkese kamu tarafından garanti edilmiş istihdam programları
sunulmalı. Kuşkusuz mevcut kamusal hizmetlerin daha da genişletilip,
yaygınlaşmasını mümkün kılan kamulaştırma ya da toplumsallaştırma programlarını
da hayata geçirmek gerekiyor.
Böyle programlarla, hem karbon emisyonlarını
azaltarak doğayı korurken, hem de emekçilerin, yoksulların, kadınların,
gençlerin, ezilen kimliklerin ve engellilerin yaralarını sarmak ve onları
güvenceye kavuşturmak, geleceğe umutla sarılmalarını sağlayabilmek mümkün.
Bu yüzden de siyasal iktidarların sözünü ettikleri
sözde reformların arkasına sığınarak yüksek devirli bir ekonomik büyüme
makinasını bir kez daha devreye sokmalarına karşı çıkmak, buna karşılık yoksulun
yoksulluktan kurtarılacağı, soluduğumuz havanın temizlenebileceği ve her şeyden
önemlisi uzun vadede yeryüzünün istikrara kavuşturulabileceği bir yeni
ekonomiyi inşa etmemizin mümkün olduğunu tüm topluma göstermemiz gerekiyor.
Büyüme
fetişizmi reddedilmeli
Akıldışı bir ekonomik büyüme takıntısını
reddetmeliyiz. Bunun için çok sayıda haklı nedenimiz var. Bu yazının sınırlı
kapsamını dikkate alarak burada bunlardan sadece bir kaçının altını çizmekle
yetinelim.
GSYH büyüdükçe, yani ekonomik büyüme hızlandıkça,
işsizlik, yoksulluk gelir dağılımı adaletsizlikleri azalmıyor, daha da artıyor,
istihdam (özellikle de nitelikli olan) azalıyor, sosyal gelişme göstergeleri kötüleşiyor,
toplum daha da geriye gidiyor (ana akım iktisat kitaplarında yazılanların
aksine).
Neredeyse tüm ana akım iktisat ideolojisinin
gönüllü, gönülsüz tüm vaizlerinin, insanlığı maksimum refaha ulaştıracak olan
en önemli şeyin ekonomik büyüme (daha fazla üretim, daha fazla tüketim),
sanayileşme ve kişi başı gelir artışı olduğu yönündeki baskın söylemleri dikkate alındığında,
ekonomik büyüme konusundaki savlarımızın çok uçuk olduğu ileri sürülebilir.
Ekonomik büyüme: Her türlü kirin altına süpürüldüğü bir halı
Üstelik böyle bir ekonomik büyüme anlayışı ve
söyleminin politik anlamda bir işlevselliği de mevcut: Her türlü sorunun altına
süpürüldüğü bir halı gibi tüm sosyal, siyasal ve ekonomik sorunların üzerinin
örtülmesine yarıyor. Toplumsal gerilimlerin ve bunalımların arttığı zamanlarda
milliyetçi söylemler nasıl bir işlev görüyorsa, yüksek bir ekonomik büyüme
söyle mi de benzer bir işlev görüyor, siyasal iktidarları ayakta tutmaya
yarıyor.
Oysa artık GSYH büyümesi anlamında ekonomik
büyümenin tek başına bir toplumun “iyi olma halinin” çok kötü bir ölçüm biçimi
olduğu iyice ortaya çıktı. Çünkü bu kavram parasallaşmış piyasa işlemlerinin
ölçeğini bize gösterebilirse de, insan hayatlarının kalitesini ya da doğanın
gerçek durumunu göstermiyor.
Üstelik Dünya Sağlık Örgütü’nün direktörü M. Ryan’ın
da dediği gibi:” Ekonomik büyümeyi, doğayı koruma ve sosyal sürdürülebilirlik
gibi temel sorunların önüne koyup birincil önceliğimiz olarak gördüğümüzde,
gelecekte Covid-19’dan çok daha tehlikeli salgın hastalıklarla karşılaşma riskimiz
de artıyor”.(5)
Buna rağmen siyasal iktidarlar ekonomik reformların
ya da ekonomi politikasının hedefi olarak bu kavrama sarılmayı sürdürüyorlar. Nitekim
son 18 yıldır ülkede yaşanmakta olan bunca doğa tahribatına, su kaynaklarının,
verimli tarım arazilerinin ve ormanların yok edildiği gerçeğine rağmen hala
Kanal İstanbul Projesi ısrarla sürdürülüyor.
Böyle bir projenin gerçekleşmesiyle ortaya çıkacak
ve küçük bir azınlık seçkin tarafından paylaşılacak olan rant gelirlerindeki
artışın, inşaat ve finans sektöründeki büyümenin ekonomiyi de büyüteceği açık. Diğer
taraftan bu proje konusunda ısrarcı olanların dikkate almadıkları büyük çapta bir
toplumsal ve ekolojik zarar ya da kayıp söz konusu olacak.
Bu ve benzeri projelerle ekonomiyi ne olursa olsun
yüksek oranda büyütme çılgınlığının aşağıda kısaca özetlediğimiz sosyal gelişme
göstergelerinde bir iyileşmesi sağlayabilmesi ise hiç mümkün değil. Tam
tersine, günümüzde sosyal gelişme göstergelerindeki hızlı kötüleşme çılgınca
bir ekonomik büyümenin kaçınılmaz maliyeti olarak karşımıza çıkıyor.
Sosyal Gelişme Endeksi
Küresel çapta olmak üzere her yıl Sosyal Gelişme
Endeksi adı verilen bir endeks düzenleniyor. Bu endeksin en sonuncusu “2020
Yılı Sosyal Gelişme Endeksi” adı altında bu yakınlarda yayınlandı.
Bu endeks “Sosyal Gelişme Gerekliliği” adı verilen
ve ABD’de yerleşik kâr amacı taşımayan bir kuruluş tarafından 2014 yılından bu
yana hazırlanıyor. O zamandan bu yana da dünyanın hemen her yerinde kabul görüyor.
Sosyal
ve çevresel konularda yol gösterici olmak hedefleniyor
Endeksin düzenlenme amacının; 7 milyardan fazla insanın
ve 163 ülkenin sosyal olarak gelişme durumunu (üstelik 10 yıl geriye dönük
olarak) ölçmek, insanlara ve karar alıcılara ülkelerinin sosyal ve çevresel
konularıyla ilgili olarak güvenilir bilgiler sunmak, böylece sosyal gelişmeyi
(eşitlikçi, içermeci ve refahı artıran bir topluma doğru) hızlandırmaya
yarayabilecek eylemlerinde, politikalarında bu verileri kullanmalarını sağlamak
olduğu ileri sürülüyor.(6)
Bu endeksin çarpıcı yanı diğer ölçme biçimlerinden
farklı olarak kişi başı gelir gibi geleneksel ekonomik performans ölçütlerinin
dışına çıkması ve bir ülkenin sosyal ve çevresel performansını ölçmeyi
amaçlaması. Endeks ayrıca Birleşmiş Milletler Örgütü’nün 17 Sürdürülebilir
Kalkınma Hedef Göstergesini de kapsıyor.
Her
ülkenin puan cetveli var
Tüm ülkelerin durumunu gösteren genel endeksin (Küresel
Sosyal Gelişme Endeksi) dışında, her bir
ülkeye ait puan cetveli de hazırlanıyor. Bu cetvel bir ülkenin kişi başı gelir açısından
kıyaslanabilir durumdaki diğer 15 ülkeye göre göreli avantajlarını ve
dezavantajlarını gösteriyor.
Bu bağlamda örneğin Türkiye’nin, Satın alma Gücü
Paritesine (SGP) dayalı kişi başı geliri açısından kıyaslandığı 15 ülke şunlar:
Umman, Romanya, Hırvatistan, Malezya, Rusya, Yunanistan, Letonya, Trinidad ve
Tobago, Kazakistan, Panama, Macaristan, Polonya, Slovakya, Şili ve Arjantin.
Endeksteki çeşitli renklerdeki noktaların her
birinin bir anlamı var. Örneğin mavi noktalı alanlar ülkenin göreli olarak iyi
bir performansa sahip olduğu alanları, kırmızı noktalı alanlar zayıf ve sorunlu
olduğu alanları, sarı noktalı alanlar ortalama değerlere sahip bulunduğu
alanları ve gri noktalı alanlar değerlendirme için yeterince veri elde
edilemeyen alanları gösteriyor.
Hak
ve özgürlükler daralıyor!
Genel Endeks 2014 yılından 2020 yılına kadar iyileşme
gösteriyor olsa da (endeksin değeri 100 üzerinden 60.63’ten 64.24’e çıktı ve 12
ana göstergenin 8’inde ilerleme kaydedildi), bireysel haklar, özgürlükler ve içermecilik
göstergeleri 2011 yılından bu yana kötüleşiyor.
Endeksin temel uyarısı ise şöyle: “Bu trend böyle
devam ederse 2081 yılına kadar sözü edilen 17 hedefe erişebilmek mümkün olmadığı
gibi, eğer önlem alınmazsa Covid-19’un dünyayı en az 10 yıl geriye götürecektir”.
İlk
5’in 4’ü İskandinav ülkelerinden
Bu yılki endekse göre en iyi performansa sahip ülke 100
puan üzerinden 92.72 puan ile Norveç. Bunu Danimarka, Finlandiya, Yeni Zelanda
ve İsveç takip ediyor. Sosyal gelişme açısından en hızlı gelişme kaydeden
ülkeler Gambia, Etiyopya ve Tunus olurken, dünyanın en büyük ekonomisine sahip
bulunan ABD ve en hızlı büyüyen ülkelerinden olan Macaristan’da endeksin değeri
düşüyor.
ABD yapabileceklerinin çok altında bir performans
sergileyen bir ülke olarak tanımlanıyor. Endeks değeri: 85.71/100. Böylece 163 ülke arasında 28. Sırada yer
alıyor. Oysa SGP’ye göre kişi başı geliri 62.683 dolar ile 163 ülke arasında ilk
8. Sırada yer alıyor. Bu ülkedeki toplumsal olarak iyi olma halindeki gerileme
sağlık ve eğitim hizmetlerine erişimdeki yetersizlikten, azınlıklara karşı
yürütülen ayrımcı ve şiddet içeren politikalardan ve çok büyük boyuttaki karbon
emisyonlarından kaynaklanıyor. Macaristan’da ise medya üzerindeki sansür ve
insan haklarına dönük saldırılarla birlikte kötüleşen hava kirliliği sosyal
gelişmeyi köreltiyor.
Türkiye:
Üç ana alan da kırmızı noktalı…
Türkiye’de endeksin değeri 100 puan üzerinden 68.27.
Böylece ülke sosyal gelişme açısından toplam 163 ülke arasında 92. Sırada kendine
yer bulabiliyor. Kişi başı gelir
açısından göreli olarak daha iyi durumda, zira Satınalma Gücü Paritesine göre
kişi başı geliri 28,167 dolar. Bu açıdan 163 ülke arasında 46. Sırada yer
alıyor.
Yani daha hızlı bir ekonomik büyümeye sahip olması Türkiye’nin
sosyal gelişme göstergelerini iyileştirmeye yetmiyor. Bu da “Salgın’da büyüyen iki
ülkeden biri olduk” sözünün altının sosyal olarak dolu olmadığını gösteriyor.
Tablodan görüleceği gibi Türkiye her üç ana gösterge
(Temel İnsan İhtiyaçlarının Karşılanması, Toplumsal Olarak İyi Olma Durumu, İmkânlar
ve Haklar) açısından kırmızılı nokta ile işaretlenmiş. İlk gösterge açısından
163 ülke arasında 67. Sırada, diğerleri açısından ise ancak 105. Sırada yer
alabiliyor. Yani ülke sosyal gelişme açısından oldukça sorunlu. Göstergeler bilhassa
2013 yılından bu yana kötüleşiyor.
Ülkenin, özellikle de ‘İmkânlar ve Haklar’ başlığı
altında yer alan ‘Kişi Hakları’nda 157. Sırada,
‘Politik Haklar’da 154. Sırada, ‘İfade Özgürlüğü’nde 160. Sırada ve ‘Adalete
Erişim’de son sırada (163) yer alabilmesi son derece rahatsız edici.
Bugünlerde uluslararası basında yer alan bir haber de
bu tabloyu destekliyor. Buna göre; V-Dem Enstitüsü adlı İsveçli bir kuruluş 2020
yılı boyunca özellikle Covid-19 salgını ve önlemlerinin 144 ülkedeki demokratik
gelişmeyi nasıl etkilediğini de araştırdı. Araştırmanın sonuçlarına göre,
2010'dan 2020'ye doğru olan değişimde Türkiye demokraside en çok gerileyen üçüncü
ülke oldu. İlk iki sırada ise Polonya ve Macaristan yer alıyor. Keza 179
ülkenin değerlendirildiği Liberal Demokrasi Endeksinde Türkiye; Kongo ile
Ruanda'nın arasında ancak 149. Sırada kendisine yer bulabildi. (7)
Bu veriler tek başına kişi başı gelir artışı
anlamında ekonomik büyümenin ülke insanını ekonomik ve sosyal refaha ve
özgürlüklere kavuşturmadığını, doğayı korumaya yetmediğini ortaya koyuyor.
Sonuç:
Sosyal adalet, eşit yurttaşlık, adil
bölüşüm gibi konular sosyal gelişmeyi belirliyor
Yani sosyal gelişmenin ve ilerlemenin sağlanması ve
ilerletilmesinde ekonomik büyüme de, kişi başı gelirdeki hızlı artış da yeterli olmuyor.
Sosyal adaletin sağlanması, bireysel hak ve özgürlüklerin ve eşit yurttaşlık
hakkının güvence altına alınması, kutuplaştırıcı ve ayrıştırıcı politika ve
söylemlerden uzak durulması, adaletli bölüşüm ilişkilerinin oluşturulması (ülkedeki
bölgeler arasındaki gelir dağılımındaki adaletin sağlanması dâhil olmak üzere)
ve temel mal ve hizmetlerin herkese kamusal yoldan ücretsiz sağlanması (nitelikli
sağlık ve eğitim hizmetleri gibi) böyle bir gelişimde çok daha etkili oluyor.
Kuşkusuz bu bağlamda, bireysel özgürlükleri
belirleyen ya da kısıtlayan sosyal, politik, ekonomik yapılar ve kapasiteler de
çok önemli. Yani birey ve sosyal düzenlemeler birbirinden kopuk değil, birbirini
tamamlayan şeyler. Bu nedenle de eşanlı olarak bireyin özgürleşmesini merkeze
aldığımız kadar sosyal ve ekonomik çevrenin de bireysel özgürleşmeyi etkilediği
gerçeğini kabul etmek durumundayız. Bu yüzden ancak bireysel özgürlükler
toplumsal bir taahhüt olarak kabul edildiğinde yoksunluğumuzla ve
yoksulluğumuzla baş edebiliriz. (8)
O halde ülkeyi bir bütün olarak içine düştüğü bu
durumdan kurtarabilmenin yolu içi boş reformlarla oyalanmaktan değil, doğayı koruyan, bireyin özgürleştirilmesini,
emeğin, kadının, ezilen kimliklerin ve engellilerin güçlenmesini işin merkezine
alan köklü, ilerici bir toplumsal dönüşümden, buna uygun iktisadi ve sosyal gelişme
ve kalkınma stratejisi izlemekten ve nihayetinde buna uygun bir toplum ve dünya
kurmaktan geçiyor.
Dip notlar:
(1)
“Aralık 2020 Bütçe Gerçekleşmeleri
(Gelir)”, https://www.hmb.gov.tr/bumko-aylik-butce-uygulama-sonuclari
(2 Şubat 2021).
(2)
Ancak Basit Usule tabi vergi
mükelleflerinin hepsinin aynı kazançları elde ettiğini düşünmek yanlış olur. Öyle
ki bu grupta yer alan taksi ve dolmuş sahiplerinin kazançları (taksi plakaları
ve ulaşım hatlarından sağladıkları rantlar da dikkate alındığında) ciddi
boyutlara erişebiliyor. Şu ana kadar bu usulle kendilerinden çok az vergi
alınan bu kesimler yeni düzenleme ile tamamıyla vergi dışı tutulacaklarından bu
onlar lehine olan bir eşitsizliğin sürdürülmesi, vergilemede adaletsizliğin
daha da artması anlamına gelecektir.
(3)
Eğreti olmayan istihdam = Toplam
istihdam – Tarım sektöründe istihdam edilenler – Kayıt dışı çalışanlar – Zamana
bağlı eksik istihdam. Bkz: Pınar Kaynak, Sanayide
gelişmeler ve istihdam eğilimleri, TOBB-ETÜ Sosyal Politikalar Uygulama ve
Araştırma Merkezi, 1 Mart 2021, s.4.
(4)
Alaattin Aktaş, “İşsizlikte gerçek
oranlar nihayet su yüzüne çıkıyor”, https://www.dunya.com
(11 Mart 2021).
(5)
https://theconversation.com/global-obsession-with-economic-growth-will-increase-risk-of-deadly-pandemics-in-future
(6
March 2021).
(6)
https://www.socialprogress.org/about-us/who-we-are
(9 Mart 2021).
(7)
https://tr.euronews.com/rapor-turkiye-son-10-y-lda-en-cok-otoriterlesme-gosteren-ilk-10-ulke-aras-nda
(10 Mart 2021).
(8)
Amartya Sen, Development as Freedom, Oxford University Press, 1999, s. 38-41.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder