İktidar
blokunun yeni stratejisi üzerine
Mustafa
Durmuş
23
Mart 2021
Sıklıkla vurguladığımız gibi, Türkiye’de 2013 yılından bu yana ekonomik, sosyal ve siyasal alanda ciddi kırılmalar yaşanıyor. Özellikle de Kasım 2015 genel seçimlerinden beri ülkede ekonomik kriz ile sosyal ve politik krizler el ele yürüyor.
Sırasıyla; 2013 yılındaki Gezi olayları sosyal krizin,
aynı yıl 17-25 Aralık sürecinde yaşananlar AKP ile Cemaat (FETÖ) arasındaki
çatışmanın neden olduğu politik krizin habercisiydi. Bu iki gelişmenin ardından
ülkeden sermaye çıkışları hızlanmış, ekonominin kırılganlığı iyice artmıştı.
Sonrasında (2015 Haziran genel seçimlerinden önce), “barış” ya da “çözüm süreci” olarak da bilinen
Kürt Sorununa ilişkin çatışmasızlık durumu sona erdi ve bu süreç yerini tekrar
sıcak çatışmalara bıraktı.
15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleştirilen başarısız askeri
darbe girişimi ise politik krizin doruk noktası oldu. Bu girişimin ardından ilan
edilen ve üç yıl süren olağanüstü hal (OHAL) ve o koşullar altında 2017 yılında
yapılan Anayasa referandumu ile hayata geçirilen Partili Cumhurbaşkanlığı Hükümet
Sistemi politik krizi ortadan kaldıramadı, daha da derinleştirerek bugünlere
gelinmesinin kolaylaştırıcısı oldu. Bu
gelişmeler ülkede sosyal ve siyasal istikrarın sağlanmasına yetmezken, iktidar ortağı
partiler 2019 yılındaki son yerel seçimlerde ciddi bir yenilgi aldılar.
Bu süreçte ekonomi, sadece 2017 yılında yüzde 7,5
gibi yüksek bir oranda (hormonlu bir biçimde) büyürken, o yıldan itibaren
ortaya çıkan ekonomik daralma, 2020 yılında etkili olmaya başlayan Covid-19
Salgını ile birlikte derin bir ekonomik krize dönüştü.
Merkez Bankası’nın 128 milyar dolar civarındaki döviz
rezervinin eriyerek eksiye düştüğü, bunun da ekonomideki kırılganlıkları daha
da artırdığı ülkede, küçük bir azınlık dışında toplum bir bütün olarak ekonomideki
bu kötüleşmeden dolayı büyük sıkıntılarla karşı karşıya kaldı. İşsizlik ve
enflasyon ciddi boyutlara erişirken, istihdam sürekli azaldı, ülkede yoksulluk
derin bir yoksulluğa evrilerek toplumsal bir sorun haline dönüştü.
Bu gelişmeler kaçınılmaz olarak iktidar blokunu
oluşturan siyasal partilere verilen seçmen desteğini de eritmeye başladı. İktidar
blokunun buna yanıtı ise (halkı ekonomik ve sosyal reformlarla rahatlatarak
kazanmak yerine), demokratik hak ve özgürlükleri daha da kısmak ve daha da
otoriterleşmek, sertleşmek biçiminde
oldu.
İktidar
bloku hegemonya kaybediyor
Bu durum iktidar blokunun “devlet-yönetim krizi”, “hukuk
krizi” ve “ideoloji krizi” olarak kendini gösteren bir “hegemonya krizi” ile sonuçlanabilecek
bir ciddi hegemonya kaybı yaşamakta olduğunu gösteriyor.
Yani iktidar blokunun hegemonyası bir süredir hızlı
bir inişe geçmiş durumda. 2017 yılından bu yana kurulan “yeni rejim” ile güçler
ayrılığı ortadan kaldırılıp yasama ve yargı yürütme organının kontrolüne sokularak
yönetsel kriz (geçici olarak) aşılmış gibi görünse de, bu durum sürdürülebilir
olmadığı gibi, iktidar bloku ideolojik olarak hegemonyasını da sağlayabilmiş
değil. Toplumun en az yüzde 60’ının iktidarın yaptıklarını onaylamaması bunun
en önemli kanıtı.
Üstelik böyle bir siyasal ve ideolojik hegemonya kaybı
Covid-19 Salgını ile iyice derinleşen ekonomik krizle daha da arttı, bu da
iktidar bloku açısından kan kaybını hızlandırdı. Nitekim yapılan kamuoyu
yoklamaları bu tespiti destekliyor.
İki
yol: yumuşama veya daha da sertleşme
Bu zor durumu aşabilmek için iktidar blokunun önünde
iki yol vardı: Ya yeni reformlar yaparak halkı, muhalefeti rahatlatacak
tavizler verecek ya da iktidarını sürdürebilmek için daha da sertleşecekti.
“Rejim,
taviz vermeyi kabul ederek ekonomik, sosyal, yasal “reformları” uygulamaya
koymaya başlasaydı, üzerinde durduğu zemin çözülmeye, 19 yıllık kazanımlarını
kaybetmeye başlayacaktı. Rejimin doğası gereği, “süreci” ilerletmekten başka
bir seçeneği yok. …Siyasal İslamın hem ekonomik (faizler, devlet garantileri)
ve kültür savaşlarında kazanımlarını genişleterek (İstanbul Sözleşmesi, Gezi
Parkı) hem tabanını konsolide edecek, hem de iktidar düzeyinde muhalefeti
tasfiye etmeyi hızlandıracak büyük bir adım atmayı seçti”.(1)
Özetle, iktidar bloku ve üzerine oturduğu rejim daha
da sertleşmeyi ve yoluna böyle devam etmeyi seçti. Bu yönde olmak üzere,
öncelikle kendi iç ittifakını ve tabanını tahkim etmeye dönük adımlarını
sürdürüyor. Böylece, uzunca bir süredir adeta düşmanlaştırılan muhalefetteki
politik unsurların üzerine daha da sert bir biçimde gidiliyor.
Daha
da sertleşme yolu seçildi
Bu “düşman” unsurların başında ülkede artık anahtar
parti haline geldiği iyice netleşen HDP geliyor. Bu nedenle de eski olaylara
ait yeni davalar açılarak partinin önde gelen kadroları içerde tutulurken,
milletvekilleri hakkında yeni fezlekeler düzenleniyor, bir milletvekilinin
vekilliği düşürülüyor, dahası partinin kapatılması istemiyle Yargıtay
Başsavcılığı Anayasa Mahkemesi’ne dava açıyor. Böylece iktidar blokunun küçük parçasının
(kongresini toplamadan bir gün önce) talebi yerine getiriliyor.
İktidar
blokunun yeni unsurları
Kuşkusuz bu yetmiyor, ayrıca mevcut halk desteğinin
yeterli olmadığının bilincinde olarak,
yeni tavizlerle, yeni aktörlerle bu blok sağlamlaştırılmaya çalışılıyor.
Öyle ki bir gece yarısı kararı ile Türkiye’nin ‘İstanbul Sözleşmesi’nden
çekildiği açıklanıyor. Böylece Milli Görüş başta olmak üzere ülkedeki bazı
dindar muhafazakârların ve Siyasal İslamcı cemaatlerin iktidar blokuna dâhil
olmaları (ya da desteklerinin sürmesi) amaçlanıyor.
Bu arada Gezi Parkı’nın mülkiyetinin İBB’den alınması
ve Kanal İstanbul gibi bir doğa yıkım projesine Hazine Garantisi verilmesi politik
rejimin üzerine oturduğu emek ve doğa karşıtı neo-liberal ekonomik rejimin de kesintisiz
sürdürüleceğini gösteriyor.
Dünyadaki bazı tarihsel deneyimler de bu tür iktidar
bloklarının kalıcı bir politik istikrarı sağlayamadığını ve yollarına sıklıkla
yeni aktörlerle ve yeni ittifaklarla devam etmek durumunda kaldıklarını
gösteriyor.
Merkez
Bankası başkanlığı: güvencesiz istihdamın en üst düzey örneği!
Diğer yandan, bütün bunlar yapılırken, faiz artırımı
yaptığı gerekçesiyle Merkez Bankası Başkanı’nın değiştirilmesinin (bu son 20 ay
içinde dördüncü kez oluyor) mevcut ekonomik krizi derinleştirmekten başka bir
işe yaramayacağı da çok açık. Çünkü böyle bir operasyonun hızlı bir kur yükselişi
ile neticelenmesi kaçınılmaz. Öyle ki kararın açıklanmasının hemen ardından dış
basında yapılan bazı yorumlara göre dolar kuru yüzde 15’e kadar yükselebilirdi.
(2)
Öyle de oldu ve Pazar akşamı dolar kuru 8,40’ın
üzerine çıktı. Pazartesi günü öğle saatlerinde ise kur 7,94 oldu. Bu, kurda
yüzde 8,5’lik bir artış demek. Benzer biçimde Borsa İstanbul Endeksi (BİST)
yüzde 7’ye yakın bir değer kaybı (ve gecikmeyle) ile açıldı.
Uluslararası
raporlar Türkiye ekonomisi toparlanıyor derken bu operasyonlar neden yapılır?
Oysa daha bir hafta önce yayınlanan OECD ara
raporunda Covid-19 Salgını sonrası Türkiye ekonomisinin durumu ile ilgili bazı
iyimser değerlendirmeler yapılmıştı.
Rapora göre (3), öncelikle aşılama ve devlet
desteklerinin olumlu katkılarıyla, dünya ekonomisi bir bütün olarak beklenilenden
(bir önceki öngörüden) daha hızlı toparlanacak. Bu toparlanma dünya genelinde
2021 yılında yüzde 5,6 ve 2022 yılında yüzde 4 olacak. Bu yıl en hızlı Hindistan ekonomisi büyüyecek
(yüzde 12,6), bunu Çin (yüzde 7,8), ABD
(yüzde 6,5), Fransa ve Türkiye (yüzde 5,9) ve İspanya (yüzde 5,7) takip edecek.
Benzer bir öngörüyü uluslararası derecelendirme
kurumu Fitch Ratings yaptı. Kuruma göre Türkiye ekonomisi (önceki tahminlerin
çok üstüne çıkarak) bu yıl yüzde 6,7
oranında büyüyecek.(4)
Toparlanmakta
olan bir ekonomiye politik çelme
OECD raporunda ayrıca geçen yılın son çeyreğinde
pozitif büyüyen üç ekonomiden birinin Türkiye ekonomisi (ikinci sırada) olduğu
belirtiliyor. Bununla da kalmayarak rapor 2019 Kasım ayındaki hâsıla düzeyi ile
kıyaslandığında 2022 yılı son çeyreği itibarıyla, dünyadaki ortalama hâsıla
düzeyinin yüzde 2,2 daha düşük olması beklenirken, sadece ABD ekonomisinin
binde 9 ve Türkiye ekonomisinin binde 5 olmak üzere daha yüksek bir hâsıla
düzeyine sahip olabileceğini ileri sürüyor.
Ayrıca Şubat ayında tüketici güven endeksi 84,5 puan
ile 2019 yılından bu yana en yüksek düzeyine çıktı. Gelecek 12 aylık döneme
ilişkin genel ekonomik durum beklentisi endeksi Ocak ayında 88,2 iken, Şubat
ayında binde 4 oranında artarak 91,7 oldu. (5) Reel sektör güveni ise göreli
olarak güçlü bir seyir izliyor. İkinci kez başlatılan normalleşme süreci ile birlikte
hizmet ve perakende sektör güven endekslerinin de yükselmesi hayli muhtemel.
Diğer taraftan, OECD raporunda, ABD tahvil faizlerinin yükselmesinin sermaye
akımlarını tersine çevirebileceği, döviz kurlarındaki oynaklığı artırabileceği,
böylece 2013 yılındaki sıkılaştırmaya benzer sonuçların doğabileceği, ayrıca
Covid-19 nedeniyle küresel meta fiyatlarında ortaya çıkan artışların ve turizm
ve ihracat gelirlerindeki azalmanın cari açığı artıracağı vurgusu da yapılıyor.
Bıçak
sırtı bir durum
Buradan hareketle de, Türkiye’de finans dışı özel
sektörün borç servisi rasyosunun oldukça yüksek olduğunun altı çizilerek, borç
geri ödemesinde yaşanacak sorunların ülkedeki toparlanmayı önleyeceği uyarısı
yapılıyor.
Özetle, kesin olmasa da, sadece öngörü niteliğinde
olsa da, her iki raporun da bize verdiği mesaj; çok kötü geçen bir yılın
ardından dünya ekonomisinin bu yıldan itibaren toparlanacağı, ABD ve Çin’in
yanı sıra Türkiye ekonomisinin bu toparlanmada ortalamanın üzerinde bir
performans sergileyebileceğidir.
Bu iyimser değerlendirmelerin yanı sıra, Türkiye
ekonomisinin uluslararası sermaye hareketlerindeki tersine dönüşlerden, döviz kurlarındaki
oynaklıktan, turizm gelirlerindeki azalmadan, dolayısıyla da büyümenin en
önemli kaynaklarından olan cari açığın finansmanında yaşanacak sorunlardan
fazlasıyla etkilenebileceği gerçeğinin de altı çiziliyor. Yani Türkiye
ekonomisinin toparlanması deyim yerindeyse (Salgındaki gelişmelerin yanı sıra,
siyasetteki gelişmelere bağlı olarak) bıçak sırtında olacak.
Bu durum ortadayken ekonomik toparlanmayı akamete
uğratacağı açık olan yeni bir politik krizin yaratılması, Merkez Bankası
Başkanının görevden alınarak, ekonomi yönetimine olan güvenin iyice sarsılması
ve dövize yönelimin hızlandırılması, kısaca bir döviz krizinin önünün açılması gibi
gelişmelerin açıklanabilmesi zor.
Çünkü döviz rezervlerinin ekside olduğu bir anda
böyle bir operasyonun döviz krizine neden olacağı, eldeki emanet dövizlerin
kamu bankaları aracılığıyla arka kapıdan piyasaya satılmasınınsa sorunu daha da
büyüteceği çok açık (6).
Bunlar ayrıca bir süre önce sözel de olsa gündeme getirilen
insan hakları, hukuk ve ekonomideki reformların sadece söylemden ibaret
olduğunu ortaya koyan gelişmeler. Belli ki politik söylem başka, derinde yatan
ihtiyaçların zorladığı eylemlerse bambaşka oluyor.
Buradan, iktidar blokunun içine düştüğü politik
sıkışıklığın, hegemonya krizinin, ekonomide düze çıkabilecek bir sürece girilen
olumlu bir konjonktürün dahi feda edilebileceği kadar büyük olduğu sonucunu
çıkartmak abartı olmaz.
Biz
bu filmi daha önce de görmüştük, ancak…
Kısa vadeli politik çıkarlar için toplumun ve
ekonominin uzun vadeli çıkarlarının feda edilmesiyle bu ülke ilk kez
karşılaşmıyor. En son 2018 yılında buna benzer bir durum yaşanmış ve bunu
Türkiye ekonomisinin durumu üzerine bir makale yazmış olan bir yabancı bilim
insanı (M. Dabrowski) aşağıdaki gibi açıklamıştı.
“Türkiye
oldukça yüksek bir büyüme hızı yakaladı ve ılımlı bir ihtiyatlı maliye
politikası uyguladı. Buna karşılık para politikası oldukça gevşekti. Bu da
yüksek enflasyona neden oldu. Dahası iç politikadaki otoriterleşme ekonomiyle
ilgili kurumların bozulmasıyla ve 2000’lerde yapılmış olan birçok reformun
tersine dönmesiyle sonuçlandı. 2016 yılındaki askeri darbe girişimi sonrasında
çok sayıda devlet memurunun işine son verilmesi de ekonomi yönetiminde
bozulmayla sonuçlandı. Kürtlerle yeniden savaş konseptine dönüş ve ülkenin
Suriye’deki çatışmaların parçasına hale gelmesi, geleneksel Batılı
müttefiklerle yaşanan gerilimler ve AB üyelik başvuru sürecinin fiilen
dondurulması gibi birçok jeopolitik riskin varlığı da yerli ve yabancı
yatırımcının geri çekilmesiyle sonuçlandı. Öte yandan IMF ve OECD başta olmak
üzere uluslararası kuruluşlar aşırı ısınma riskine dikkat çekerek, enflasyonu dizginlemek ve yatırım atmosferini
iyileştirmek için bir dizi yapısal ve düzenleyici reform önerisi yaptılar.
Türkiye bunların hiç birine kulak asmadı”. (7)
Bu
sefer durum çok daha ciddi
İktidar bloku ortaya çıkabilecek her türden,
insani, ekonomik, sosyal ve ekolojik
tahribatı göze alarak sonuna kadar otoriter bir rejim oluşturma stratejisini
sürdürmede kararlı gibi görünüyor. Bu yeterince net bir duruş.
Hala net olmayan şey ise demokrasiyi savunanların, demokrasi
güçlerinin, iktidar blokunun karşısında olanların, muhalefet partileri ve
hareketlerinin, kısaca toplumun çoğunluğunun bu gidişata karşı ne tür bir strateji
izleyeceği.
Dip notlar:
(1) Ergin
Yıldızoğlu, “Bu gidiş nereye?”, https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ergin-yildizoglu/bu-gidis-nereye
(22 Mart 2021).
(2) https://www.theguardian.com/world/2021/mar/21/turkish-lira-could-plunge-15-as-erdogan-faces-market-wrath-for-sacking-bank-chief
(21 March 2021).
(3) OECD,
Economic Outlook, Interim Report
Strengthening the recovery: The need for speed, March 2021.
(4) https://www.fitchratings.com/research/sovereigns/global-economic-outlook-march-2021-17-03-2021
, s. 5, (22 Mart 2021).
(5) TÜİK,
Tüketici Güven Endeksi, Şubat 2021, https://data.tuik.gov.tr/Bulten
(18 Şubat 2021).
(6) https://www.gazeteduvar.com.tr/uluslararasi-bankalarin-turkiye-yorumlari-doviz-rezerviniz-yoksa-riskli-bir-is-yapiliyor-galeri
(22 Mart 2021).
(7) Marek
Dabrowski, “Is This Time Different? Examining Recent Emerging-Market
Turbulence”, http://bruegel.org
(15 Kasım 2018).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder