MOODY’SİN KARARININ SATIR ARALARINI
OKUMAK
Mustafa Durmuş
19 Mart 2017
Moody's dün Türkiye'nin
notunu “Ba1” seviyesinde sabit tutarken, not görünümünü ‘durağan’dan ‘negatif’e
indirdi.
Bu karar büyük medyada ancak
sıradan bir üçüncü sayfa haberi olarak yer bulabilirken, yapılan resmi açıklama
‘dış güçlerin tarafgir davranışlarına’ dikkat çekti ve bu kararın Türkiye
ekonomisine her hangi bir olumsuz etkisinin olmayacağı ileri sürüldü.
Bu karar üzerinde durulması
gerekli bir karar. Çünkü önümüzdeki süreçte Türkiye ekonomisindeki daha da
kötüleşmeye neden olabilecek dinamiklere vurgu yapıyor.
Not düşürümü sürüyor!
Bu tür derecelendirme
kurumlarının verdiği notların gelişimi ve detayları ekonomideki sıkıntılı
gidişatı yansıtıyor aslında. Zira Moody’sin 27 Şubat 2017 tarihli bir raporuna
göre Türkiye’nin 1 yıl önce “Baa3” olan ülke kredi notu, 24 Eylül’de bir sıra
gerileyerek “Ba1” düzeyine düştü. Son karar ile değiştirilmeyen, korunan not bu
not.
Diğer taraftan ülkenin CDS
bazlı notu (kredi temerrüt sigortası anlamında) 1 yıl önce “Ba3” iken iki sıra
birden gerileyerek “B2” olmuş, yani ülkede riskler arttığından bu riskleri
uluslararası piyasalarda sigortalatma maliyetleri yükselmiş. Devlet tahvili
bazlı notu ise 1 yıl önce “Ba1” iken, 24 Şubat’ta “Ba3’e “gerilemiş, yani iki
sıra birden düşmüş.
Yani Moody’sin dünkü kararı
bir süredir ülkeye verilen çeşitli notların düşürülmesi ile uyumlu bir karar.
Kurum, ülke kredi notunu
değiştirmemesinin nedenini ise devlete ait iktisadi ve mali göstergelerin
göreli olarak daha iyi durumda olmasına ve böylece devletin özel sektörü
rahatlatacak kapasiteye (yastıklama) hala sahip olmasına bağlıyor.
Diğer taraftan bu karar,
kurumsal erozyon, düşük ekonomik büyüme performansı, giderek artan bütçe açığı,
cari açık ve iç kredi hacminde bu yılbaşından bu yana görülen artışlar ve özel
sektör dış borçlarının geldiği düzey nedeniyle artan kredi şokları yüzünden,
zımni olarak, yeni bir not düşürümünün de gündeme gelebileceğinin işaretlerini
veriyor.
Bir başka anlatımla, devletin
borç konusundaki göreli sağlamlığının özel sektörün iç ve dış borç temerrüt
risklerini kapatmada kullanıldığı bir aşırı finansallaşmaya ya da bir borç
krizine dikkat çekiliyor.
Türkiye hiç olmadığı kadar borçlu!
Moody’sin son kararını
destekler nitelikte bir başka rapor geçen hafta yayımlandı. “Türkiye’nin
borçlarından endişe duymalı mıyız?” başlıklı, Morgan Stanley’in 10 Mart 2017
tarihli Türkiye raporuna göre (Turkey Debt Chartbook: Should We Worry about
Turkey’s Debt?), uluslararası yatırım kuruluşlarının Türkiye ile temel
endişelerine artık borç göstergeleri de eklenmiş durumda.
Bunlar arasında en önemlileri
ise; özel sektörün döviz borçları, devlet borçlarının çevrim oranı, dış
borçtaki büyümenin sürdürülebilirliği ve banka kredilerinin geldiği yüksek düzey.
Özellikle de 2008’den bu yana
asıl olarak dış borç stoklarındaki artıştan kaynaklı toplam özel sektör
borcundaki ciddi artış ve son haftalarda hem para hem de maliye politikasının
alışılagelmedik bir biçimde kullanılması Türkiye’ye bakışı etkiliyor.
Biraz detaya girersek, son 14
yılda sağlanan ekonomik büyümenin (buna karşılık artan ekonomik kırılganlığın),
bazılarının artan servet zenginliğinin (buna karşılık kitlelerin artan
yoksulluğunun ve daha da bozulan gelir bölüşümünün) arkasında, tarihimizin en
büyük borçlanma döneminin olduğunu görebiliriz.
Öyle ki 2007 yılından bu yana
ülkenin toplam borç / milli gelir oranı 22 baz puan artarak yüzde 106’ya
yükseldi. Bu borçların döviz cinsinden olan kısmı yüzde 43’ü buluyor.
Özel sektörün borcu dağları aşıyor!
Bu borçlanma düzeyi diğer
yükselen ekonomilerle kıyaslandığında düşük olsa da, bunun nedeni bizde devlet
borçlarının göreli olarak hala daha düşük düzeyde olması.
Diğer taraftan özel sektör
borçlarının (hem iş alemi hem de hane halkı) milli gelir içindeki payı
açısından yüzde 82 ile bu ülkelerin arasında en fazla borçluluğa sahip
ülkelerden biriyiz. Öyle ki bu pay 2007’den bu yana yüzde 41 baz puan artmış.
İşte size bir zamanların
ekonomik canlılığının, ülkeyi Dünyanın en büyük şantiyesine dönüştüren devasa
alt yapı ve üst yapı inşaatlarının, insanların tüketim-refah düzeylerindeki
sanal artışın ya da özel sektörün büyüme hikâyesinin ardındaki gerçek neden.
Toplam dış borç stoku 416
milyar doları, yani milli gelirin yüzde 52’sini buluyor. Bu dış borçların yüzde
59’u dolar, yüzde 33’ü avro cinsinden; buna karşılık ihracat gelirlerinin ancak
yüzde 43’ü dolar, yüzde 48’i ise avro cinsinden.
Özel sektörün dış borçları
milli gelirin 2008’de yüzde 24’ünden, 2016 yılının üçüncü çeyreği itibariyle
yüzde 35’e yükseldi. Buna karşılık ülkeye giren bol döviz, döviz rezervlerinde
aynı miktarda artışa neden olmadı, üstelik özel sektörün döviz açığı
pozisyonunu 137 milyar dolardan 208 milyar dolara fırladı (milli gelirin yüzde
25’i).
Dış denge bozulmaya devam ederken, fonlama biçimi
değişiyor!
Cari açığın bu yıl 40 milyar
doları bulması bekleniyor. Bu durumda Türkiye’nin önümüzdeki 12 ay için dış
kredi, portföy yatırımı, doğrudan yabancı sermaye yatırımı ve net hata noksan
kalemi biçiminde 199 milyar dolarlık bir dış finansmana ihtiyacı var.
Diğer taraftan dış
borçlanmanın cari açığın finansmanı içindeki rolünün 2007’de ortalama yüzde
52’den son üç yıldır yüzde 33’e gerilemiş olması özel kesimin giderek dışarıdan
borç bulmasının zorlaştığını ya da maliyetlerinin daha da arttığını gösteriyor.
2016 yılında gerçekleşen 33
milyarlık cari açığın asıl fonlayıcısının (11 milyar dolar) net hata ve noksan
kaleminde gösterilen kaynağı belli olmayan (!) para olması ve borsa ve hazine
bonolarına gelen portföy yatırımlarının yükselişe geçmesi, Türkiye’nin
uluslararası yatırımcılar için riski yüksek bir ülke olarak algılandığını
gösteriyor. Bu tür bir finansman hem yüksek maliyetlidir, hem kriz yaratıcıdır,
hem de uzun vadede sürdürülebilir değildir.
Bu arada Türkiye’nin borç servisi
rasyosu (yani borç anapara taksiti ve faiz ödemelerinden oluşan rasyo) yüzde 14
oldu. Bu oran 2003 yılında sadece yüzde 6,7 idi ve aynı yıl faiz oranları
bugünkünün çok altındaydı. Bu veriler de Türkiye’nin giderek artan dış borç
taksiti ve faizi ödemesiyle daha da yoksullaştığını anlatıyor.
Bankalar KGF garantisiyle para satıyor!
Bankacılık sektörü
borçlarının yüzde 51’inin döviz cinsinden olması ve bu borçları asıl olarak
yerli firmalara dövizli kredi olarak kullandırıyor olması, bu şirketlerin borç
geri ödeyememeleri halinde bankacılık sektörünün de potaya girmesiyle
sonuçlanacak.
Diğer taraftan 2017 başından
bu yana uygulamaya konulan ve 250 milyar liralık plasman imkanı sunan Kredi
Garanti Fonu ile özel sektöre verilen lira cinsinden kredilerde ciddi bir artış
gözlemleniyor.
Bu krediler geri
ödenmediğinde ortaya çıkacak olan zararın Hazinenin (dolayısıyla hepimizin)
zararı olarak toplumsallaştırılacağı açık.
Nitekim elde kalan bu son imkâna yüklenilmekte olduğu görülüyor. Yani borçlanma açısından devletin göreli olarak daha iyi durumda olması sermayenin gözlerini bu alana dikmesine neden oluyor ve son dönem politikalarıyla devlet sadece vergi-prim afları ya da köprü ve tünellerde olduğu gibi yolcu geçişi garantisi biçiminde değil, ihracatçıların borçlarında kur sabitlemesi ve “koşullu yükümlülükler” başta olmak üzere özel sektörün dış kredi riski ya da esnafın bankalardan sağlayacağı lira cinsinden kredilere sağlanan KGF garantisi biçiminde de özel sektörün riskini üstleniyor.
Öyle ki TCMB’nin son
enflasyon raporuna göre özel sektörün döviz açık pozisyonunun 31 milyar
dolarlık kısmı kamu özel ortaklığı konusunda devletin verdiği garantilerle
karşılandı.
Böylece son yıllara kadar
uygulanan mali disiplin sayesinde yüzde 9 baz puan düşürülen kamu borcu / milli
gelir rasyosu sermayenin iştahını kabarttı. Ekonomik ve siyasal kriz ortamında,
siyasal iktidar bloku da kendi geleceği açısından bu imkânı bu kesime
kullandırtmakta sakınca görmüyor.
Bunun sonucunda devletin,
borcu borçla çevirme oranı da giderek artmaya başladı. Öyle ki son 10 yılda
ortalama yüzde 85 düzeyinde olan iç borç çevrim oranının 2017 yılında yüzde
98’e yükselmesi bekleniyor. Hazine Müsteşarlığı’nın öngörülerine göre bu yılın
Ocak-Mayıs 2017 döneminde iç borç çevrim oranı yüzde 106 olacak.
Yani
yeterli büyüyememe, yüksek işsizlik, artan yoksulluk yüksek enflasyon, daha
bozuk gelir ve servet bölüşümü, artan cari açıklar gibi reel kriz
göstergelerinin daha da kötüleşmesinin yanı sıra, artık sürdürülemez düzeyde
hane halkı borçları, özel sektör borçları (özellikle de dış borçlar) ve son
kertede özel sektörün riskini ve zararını sosyalleştiren uygulamalarla artan
devlet borçları gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder