NASIL
BİR TOPLUM, ÖYLE BİR EĞİTİM
Mustafa
Durmuş
18
Mayıs 2018
Son 16 yılda en çok tahrip edilen kurumların başında
eğitimin geldiği artık toplumun büyük bir çoğunluğunca kabul edilen bir gerçek.
Öyle ki bundan birkaç ay önce Milli Eğitim Bakanı
“elimizde sadece 600 tane nitelikli lisenin kaldığını” itiraf etmişti. Bunun
ötesinde, PISA örneğinde olduğu gibi eğitimdeki bir başarı ölçütü açısından
Türkiye yerlerde sürünürken, eğitimde ticarileşme, muhafazakârlaşma ve
dinselleştirme tavan yaptı.
Üstelik eğitimdeki bu kötüleşme, asıl olarak kaynak
yetersizliğinden değil, bu alana kamudan son 16 yılda, bugünkü değer itibarıyla
1,2 trilyon liralık bir kamu kaynağının aktarılmasına paralel gelişti.
Ayrıca az sayıda nitelikli liseye çocuklarını
yerleştiremeyenler orta sınıf aileler kaynaklarını zorlayarak ve bankalardan
ihtiyaç kredisi alarak çocuklarını pahalı özel okullara gönderirken, yoksullar
İmam Hatipler veya meslek liselerini tercih etmek(!) durumunda kalıyorlar. Bu
durum hem eğitim-finansallaşma ilişkisini hem de eğitimin sınıfsal ayrışmayı
nasıl daha da artırdığını gösteriyor.
VASIFSIZ BİR EMEK GÜCÜ YETİŞTİRİLİYOR
Bu gelişmelerin sonucunda üretimin temel unsuru olan
emek gücü giderek vasıfsızlaştı, dolayısıyla da verimi düştü. Öyle ki OECD
ülkeleri arasında emek gücü verimliliği açısından en gerilerde yer alıyoruz.
Örneğin 2015 yılında satın alma gücü paritesiyle bir işçinin bir saatte
ürettiği değer, OECD ortalamasında 51 dolara yakın iken Türkiye’de bu değer 32
doların biraz üzerinde (1). Keza düşük becerili işçilerin toplam emek gücü
içindeki payı açısından OECD ortalaması yüzde 23 iken, Türkiye’de bu oran yüzde
51. Böylece Türkiye Şili’nin ardından OECD içinde emek gücü içinde düşük
eğitimli ve düşük vasıflı işçilerin payının en yüksek olduğu ikinci ülke
konumunda kalıyor. (2)
Ayrıca AKP’nin ilk yıllarını kapsayan bir dönemde,
yani 2001- 2007 döneminde emek gücü verimliliği yılda ortalama yüzde 6
artarken, 2009-2014 döneminde bu artış yılda yüzde 1’e gerilemiş (3). Yani AKP
iktidarlarının ikinci döneminde verimlilikler ciddi oranda azalmış.
Temel 12 yıllık eğitim içinde öğrenci başına harcanan
paranın (2012 yılında) OECD’de ortalama 10,000 dolar iken Türkiye’de sadece
3,500 dolarda kalması da (4) bu gelişmede eğitime yeterli kaynak ayrılmadığını
gösteriyor.
BAZILARI İÇİN BAŞARI
Bu noktada sorulması gereken sorulardan biri de şu
olmalı: “Genel ekonomi ve toplumsal gelişim açısından eğitim bu denli
kötüleşirken, bu durum acaba birileri açısından bir başarı mıdır?” Çünkü
okumayan, sorgulamayan, eleştirmeyen, militarist ve dinci bir itaat kültürüyle
yetişen bir gençliğin kimin işine yaradığı sorgulanmalı.
Düzenin egemenlerinin genel olarak bundan fayda
sağladığı açık. Zira böyle bir kitlenin desteğini arkalarına alarak
iktidarlarını sürdürebilirler. Nitekim son 16 yıllık süreçte eğitimden geçen
1,6 milyon gencin önümüzdeki seçimde seçmen olarak oy kullanacak olması (ortaya
çıkacak sonuca bağlı olarak) eğitimdeki bu gelişmenin aslında bilinçli olarak
planlanıp planlanmadığının bir diğer göstergesi olacak.
PARÇA-BÜTÜN İLİŞKİSİ
Genelde eğitimciler, eğitim sorununu parça - bütün
ilişkisini düşünmeden ele alırlar. Özellikle de aydınlanmacı geleneğin
sürdürücüsü bir kuşak eğitimci ilerici-aydınlanmacı (kendi deyimleriyle
Atatürkçü) bir eğitim sistemi ile eğitim sorununun çözümlenebileceğine ve
nitelikli gençlerin yetiştirilebileceğine inanıyorlar. Aslında bu görüşün
karşısında olanlar da, benzer bir düşünce yapısı altında, siyasal İslamcı,
milliyetçi, itaatkâr bir nesil yetiştirerek ülkenin sorunlarının
çözümleneceğini ileri sürüyorlar. Geçmişten bu güne her iki grup da iktidar
olduğunda düşüncelerine uygun bir eğitim sistemi tasarladılar, ona göre öğrenci
yetiştirdiler.
Her iki görüşün ortak noktası özünde metafizik
olmaları. Yani bu kesimler toplumdaki maddi üretim tarzı ve üretim
ilişkilerinden kopuk bir biçimde, düşünceye yapılan müdahalelerle sorunların
çözümlenebileceğine inanıyorlar.
Kuşkusuz bir üst yapı kurumu olarak eğitimin
değiştirici, ilerletici (ya da geriletici), dönüştürücü etkisi inkâr edilemez
bir olgu. Ama son tahlilde belirleyici olanın ekonomik ve sosyal ilişkiler,
yani üretim tarzındaki gelişmeler olduğu unutulmamalı.
Bir başka anlatımla, eğitimde olan biteni anlayabilmek
ve çözüm üretebilmek için, içinde yaşadığımız toplum olan kapitalizmde son
yıllarda neler olduğunu anlamamız gerekiyor.
SOSYAL DEVLET BİR PROJE DEĞİL, İSTİSNA!
Örneğin hem dünyada, hem de Türkiye’de 2. Dünya Savaşı
ile 1980’lerin sonuna kadarki dönem kamu finansmanına dayalı bir eğitim için
uygun bir dönemdi. Bu dönemde emekçi sınıfların çocukları için iyi bir eğitim
almak, iyi bir iş bulabilmenin, iyi bir gelir elde edebilmenin, kısaca
hayatlarını kurtarabilmenin en önemli yollarından biriydi.
Ancak kapitalizmin bu genişleme ve refahı yayma
dönemi, 500 yıllık tarihinde sadece bir istisnadır. Bu dönemde; dünyada
yaşanmakta olan sosyalizmin etkilerine ilave olarak, kâr oranlarındaki hızlı
artışa, emek gücü verimlilik artışına, reel ücret artışlarına ve sendikal
örgütlenmedeki artışa uygun olarak sosyal devlet uygulamaları, yani nitelikli,
kamucu ücretsiz eğitim, sağlık, sosyal güvenlik uygulamaları söz konusu oldu
(bu belli ölçülerde Türkiye için de geçerli oldu).
Bu dönemde üretim ilişkileri (asıl olarak bölüşüm
ilişkileri) üretici güçlerin gelişimini önler nitelikte değildi. Bu yüzden de
merkezi planlama fikri ağır bastı, emek gücü verimliliğini de, reel ücretleri
de artıran üretim ve bölüşüm modelleri (asıl olarak Keynesyen) hayata
geçirildi.
NEO LİBERALİZM, NEO MUHAFAZAKÂRLIK VE NEO OTORİTERLİK
Diğer taraftan 1980’lerden itibaren kapitalizm içinde
sınıfsal güç dengesi sermayeden yana olmak üzere belirgin bir biçimde değişti.
Sermaye kârını ucuz ve örgütsüz emeğin bol olduğu azgelişmiş çevre
ekonomilerine kaydırırken, aynı zamanda da finansallaşma üzerinden kârını
katlamak yolunu seçti. Böylece reel üretimden kopuş hızlanırken, buna uygun bir
işçi sınıfı kompozisyonu oluştu. Bu da beraberinde artık varlığı çok da
istenmeyen, kolayca gözden çıkartılabilen itibarsız bir işçi sınıfı yarattı.
Sermaye sınıfı ve onun adına iş yapan devlet kurumu açısından örgütsüz,
güvencesiz, kısmi çalıştırılan, düşük ücretli bir işçi sınıfının varlığı
yeterliydi.
SORGULAMAYAN, ELEŞTİRMEYEN BİR EMEKÇİ
İşte böyle bir işçi sınıfının temel özelliği belli
düzeye kadar eğitimli olmasıydı. Bu işçiler asla sorgulayan, eleştiren,
örgütlenen, hakkını arayan işçiler olmamalıydı. Kendisine verilene şükreden ve
egemene itaat eden bir işçi sınıfı kapitalist üretim tarzının geldiği son
aşamanın ihtiyacı olan şeydi. Yani gelişmenin önünü tıkayan bölüşüm ilişkileri
kendine uygun bir üretici güç gelişimi de yaratmıştı.
Bu durumu bölüşüm ilişkilerine ait verilere bakarak
somutlamak mümkün. Öyle ki dünyada en zengin yüzde 1’lik bir nüfus tüm servetin
yüzde 82’sine; Türkiye’de ise yüzde 60’ına sahip. Gelir dağılımında ise
Türkiye’de en zengin yüzde 1 milli gelirin yüzde 23’ünü alırken, son iki yıldır
emeğin milli gelir içindeki payı iyüzde 30’a kadar düştü.
SABIR, ŞÜKÜR, SINAV…
Yani böyle bir üretim ilişkisi, üretici güçlerin
gelişimini bastırmak, kendine uygun bir üretici güç (ağırlıklı olarak da emek
gücü, insan kalitesi) yaratmak durumundaydı. Öyle de oldu. Artık örgütlü
işçilerin yerini dünyada robotlar alırken, Türkiye’de insani gelişimi de
artırabilecek olan sektörler yerine kamusal kaynaklar inşaat sektörüne teşvik
olarak aktarılıyor. Üretimi yapacak olan işçiler ise, siyasal İslam’a uygun,
muhafazakâr, milliyetçi, tartışmayan, okumayan, sorgulamayan, hakkını aramayan,
sabırcı, şükürcü, dünyada sınandığına inanan ve tevekkül sahibi insanlar olarak
yetiştiriliyordu.
Bu nedenle de bu bölüşüm ilişkilerinden en büyük payı
alanlar açısından izlenen eğitim politikalarını başarısız sayabilmek mümkün
değil. Ama içinde yaşadığımız toplum sadece onlardan oluşmuyor. Deyim
yerindeyse onlar” sadece yüzde1, bizler ise yüzde 99’u” oluşturuyoruz. Yani şu
ana kadar izlenen eğitim politikaları toplumun büyük çoğunluğu açısından
başarısız.
O halde üretim tarzından, toplumsal ilişkilerden ve
bunların dönüşümünden bağımsız soyut bir iyi eğitim sistemi ve politikasını, bu
bağlamda da “iyi bir eğitim ile ülkenin tüm sorunlarının çözümlenebileceği”
düşüncesini savunabilmek oldukça zor. Aksine “nasıl bir toplum istiyorsak ona
uygun bir eğitim politikası tasarlamalıyız”.
Eğer geleceğimizi oluşturacak toplum örneğin, emeğe,
doğaya saygılı, onunla uyumlu, insani gelişimi merkezine koyan, israfçı olmayan
verimli bir büyüme ve ekonomik ve sosyal kalkınmayı öngören, adaletli bir
bölüşümü temel alan bir ekonomik ve sosyal kalkınma modeli ile kurulacaksa,
bunun gerçek bir demokrasi ve demokratikleşme ile sağlanabileceği ve bunun
önemli parçalarından birinin de buna uygun bir demokratik ve özgürleştirici
kamucu eğitim sistemi ve politikası olacağı açıktır.
…………..
(1) OECD, Productivity Statistics, 2017.
(2) OECD, Skills Outlook, 2017, Figure 1.7.
(3) OECD Compendium of Productivity Indicators 2016
(2017).
(4) OECD, Society at a glance 2016.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder