AVRUPA
BİZİ NEDEN KAYBETMEK İSTEMEZ? (1)
Mustafa
Durmuş
22
Ağustos 2018
Almanya Maliye Bakanlığı birkaç gün önce açıkladığı
aylık raporunda “Türk lirasındaki değer kaybının Alman ekonomisi için risk
oluşturduğunu” ileri sürdü. İktidar ortağı Sosyal Demokrat Parti'nin (SPD)
lideri Nahles de bir röportajında “Almanya'nın Türkiye'ye yardım etmesi
gerektiğini” çünkü “Türkiye’nin ekonomik
olarak istikrar içinde olmasının ve kur türbülanslarının durdurulmasının
herkesin faydasına” olduğunu söyledi (1).
Almanya, Türkiye'deki ikinci en büyük yabancı
yatırımcı ülke. Türkiye’nin aldığı dış kredilerinin yüzde 11’ini Alman
bankaları sağlıyor. Bu bankalar ülkeye verilen krediler açısından ikinci sırada
yer alıyorlar (2).
Almanya zor durumdaki ülkelere yardım eden bir yardım
meleği olmadığına göre bu sözleri ona ettiren başka faktörler olmalı. Ama bizim
medyamız işi her zamanki gibi kestirmeden çözdü ve bu gelişmeyi Türkiye’nin
önemini gören Avrupa’nın ülkeye gerekli mali kaynağı vermek için sıraya girdiği
biçiminde sunarak, bunu bir kez daha “yüksek başarımıza” bağladı.
İşin aslını biz söyleyelim. Türkiye’deki gibi ciddi
bir finansal kriz ABD, Japonya gibi merkez ülkelerden ve yükselen ekonomiler
diye tabir edilen Çin, Hindistan ya da Rusya gibi ülkelerden ziyade, Avrupa’yı
etkiler. Ayrıca Türkiye’nin NATO’nun önemli unsurlarından biri olması da AB’nin
bu krize bir çözüm bulmasını gerektiriyor.
FAZLAYI AVRUPA, AÇIĞI BİZ VERİYORUZ
(i)
Ekonomik
ilişkilerle ve Avrupa’nın Türkiye ile olan dış ticaretiyle başlayalım. Bu
ticarette fazla veren taraf Avrupa ülkeleri, açık veren taraf ise Türkiye. Yani
Türkiye Avrupa’ya sattığından çok daha fazlasını Avrupa’dan satın alıyor. Örnek
olarak (3), 19 AB ülkesi geçen yıl Türkiye’ye 63 milyar dolarlık ihracat yaptı.
Türkiye krize girerse bu ihracatlar da riske girer.
AVRUPALI BANKALARIN TÜRKİYE’DE RİSKLERİ YÜKSEK
(ii)
Keza sermaye hareketleri ya da daha basitçe bankacılık üzerinden verilen
krediler veya banka evlilikleri açısından da Avrupa ülkeleri Türkiye’deki
bankacılık sistemi içinde en büyük paya sahipler.
Dolayısıyla da döviz krizi ile başlayıp, borç krizi
ile devam eden bir finansal kriz, yerli
şirketler dövizli borçlarını ödeyemediklerinde bankacılık sektörünün krizi
haline gelir. Bundan da öncelikle Avrupalı finans kapital zarar görür, zira
ülkedeki yatırımları ve riskleri oldukça yüksek (benzer bir durum 2010
Yunanistan krizi sırasında da ortaya çıkmıştı).
Nitekim Ağustos başından bu yana lirada yaşanan hızlı
düşüş doğallıkla Avrupa Merkez Bankası’nı (ECB) endişelendirdi. Zira Avro
Bölgesi bankalarının Türkiye’ye açmış oldukları avro cinsinden ciddi miktarlara
ulaşan krediler var. Öyle ki bu krediler Türk bankacılık sektörünün toplam varlıklarının
yaklaşık olarak yüzde 40’ına denk düşüyor. Banka bu borçların tamamının hedge
edilmediğini (sigortalanmadığını) düşünüyor. Bu kredilerin dağıtıldığı
sektörlerdeki yerli şirketler ise bilindiği gibi ciddi geri ödeme sıkıntısı
içindeler. Onlar bu kredileri geri ödemediğinde Türkiye’deki bankalar ve
sonrasında da bu bankaları fonlayan Avrupalı bankalar sıkıntıya girecektir.
Böylece döviz krizi biçiminde kendini gösteren
finansal kriz, borç krizine, o da bankacılık krizine neden olabilecek ve
Türkiye’de kredi riski en yüksek olan yabancı kreditörleri, bankaları
vurabilecektir.
TOPUN AĞZINDAKİLER
Bu bankaların durumlarına daha yakından bakalım.
EBRD (Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası) Türkiye’deki yatırımların en büyük yabancı
ortağı konumunda. Öyle ki 2009 yılından bu yana 10 milyar avroluk yatırım
yapmış. Bu yatırımların yüzde 97’si ise özel sektör firmalarıyla ortaklık
biçiminde yapılmış (4).
En riskli konumdaki kreditörler İspanyollar. Bunların
bir borç geri ödeme krizi (temerrüt) durumunda karşı karşıya kalacakları
zararın 80 milyar avroyu, Fransızların
40 milyar avroyu ve İtalyanların ise 18 milyar avroyu bulması bekleniyor. Yani toplamda 135 milyar avroluk bir riskten
söz ediliyor. Bunlar içinde en büyük risk İspanyol Bankası BBVA’ya ait.
Nitekim liradaki bu düşüşlerin ardından bu bankaların
hisselerinin borsalardaki değerleri düştü. Sırasıyla İtalyan Unicredit yüzde
5,1; Fransız BNP Paribas yüzde 3,4; Alman Deutsche Bank yüzde 4,2 ve Hollandalı
ING yüzde 4,5 değer kaybetti.
Bunların içinde BBVA’nın zararı en yüksekte. Zira
İspanya’nın ikinci en büyük bankası olan bu banka Türkiye’nin en fazla kredi
sağlayan üçüncü bankası konumunda olan Garanti Bankası’nın neredeyse yarı
hissesine sahip. Türkiye’den sağladığı gelirler BBVA’nın toplam gelirlerinin
yaklaşık yüzde 15’ine erişiyor. Ancak Garanti Bankası’nın hisseleri bir yılda
yüzde 40 ve bir günde yüzde 6,9 puan düştü. Yani BBVA hali hazırda ciddi bir
zarara girmiş durumda. Bankanın şu ana kadar ki zararı 3,7 milyar avroyu buldu
(5).
Benzer bir biçimde Yapı Kredi Bankası’nın (YKB) yüzde
41’ine sahip bulunan Unicredit’in Türkiye’de 2,5 milyar avroluk yatırımı var. Son
gelişmelerle bu bankanın YKB’ deki hisselerinin değeri 1,15 milyar avroya kadar
düştü. Öngörülen bu zararlar gerçekleşirse BBVA maddi varlığının yüzde 13’ünü, ING yüzde 9’unu, Unicredit yüzde 8’ini ve BNP Paribas
yüzde 3’ünü kaybedecek (6).
Krediler açısından ise, BBVA toplam kredilerinin yüzde
13’ünü, Uni Credit yüzde 6’sını ve BNP Paribas yüzde 2’sini Türkiye bankacılık
sistemine vermiş durumda (7).
Türkiye’de takipteki ve yapılandırma altındaki
kredilerin miktarının 200 milyar lirayı bulduğu ileri sürülüyor. Kamu borç
stokunun da garantiler ve Kamu Özel İşbirliği projelerinden doğan koşullu
yükümlülükler dâhil edildiğinde yüzde 46’ları bulduğu, bu nedenle de devletin
batma riski içindeki özel bankalara vereceği desteğin de sınırlı olacağı
dikkate alındığında, yabancı bankaların riskinin hayli yüksek olduğu görülür.
TÜRKİYE’DEKİ BORÇ KRİZİ KÜRESEL BORÇ KRİZİNE
DÖNÜŞEBİLİR
(iii)
Türkiye’de finansal krizin diğer yükselen ekonomileri etkilememesi,
küreselleşmenin (hem fiziki mal hem de para sermaye açısından) bu denli yüksek
düzeyde olduğu bir dönemde mümkün değil. Türkiye’deki borç krizi, yayılma
etkisi ile 1997-98 Asya krizi benzeri bir yeni finansal krizi tetikleyebilir.
Böyle bir gelişme dünya hasılasının 3 katından fazla bir borç stokunun olduğu
kapitalist dünyada küresel bir borç krizinin önünü açabilir.
ARTAN MÜLTECİ VE GÖÇMEN DALGASI STATÜKOYU SARSABİLİR
(iv)
Avrupa Birliği’nin (AB) son varış yeri olarak Avrupa’ya ulaşmaya çalışan
Suriyeli göçmenler ve mültecileri durdurmak için Türkiye’ye ihtiyacı var.
Özellikle de Suriye’nin İdlib’e yaptığı son saldırıların Türkiye’ye doğru
mülteci akınını artıracağı kesin.
Ayrıca ülkede bu yılın ikinci yarısından itibaren
beklenen ekonomik daralma ve sonrasında oluşacak derin ekonomik durgunluk ve
beraberinde artan baskılar da bir kısım yurttaşın AB’ye göç etmek istemesi ile
sonuçlanabilir. Bu durum Avrupa’daki marjinal aşırı sağcı partileri güçlendirir
ki bu da gelecek yıl seçimlere hazırlanan statükocu merkez partileri rahatsız
eder. Bu nedenle bu tür göçleri önleyebilmek için de Avrupa (istemese de),
Türkiye’deki krizin neden olduğu yangını söndürmeye dönük bir mali yardım
programını destekleyecektir.
MALİ YARDIM: KİM VERECEK, NASIL OLACAK?
Ortadaki özellikle de yüksek düzeydeki kısa vadeli dış
borçlar ve giderek yükselen döviz kuru gerçeği karşısında Türkiye’nin büyük bir
dış mali destek olmaksızın bu krizi aşabilmesi mümkün görünmüyor.
Bu desteği kim ya da kimler sağlayacak ya da Türkiye
kimlere başvuracaktır? Bu konudaki en somut adım Katar tarafından atıldı ama
bir IMF kurtarma paketinin hala gündemde olmasının yanı sıra, hükümetin böyle
bir destek için Rusya ve Çin ile görüşmeleri de sürüyor.
Katar ile yapılan anlaşma (medya tarafından öyle
söylense de) gerçek anlamda bir yardım
anlaşması değil. İşin gerçeği (özellikle de günümüzde) böyle hiçbir mali destek
karşılıksız yardım biçiminde verilmez. Karşılıksız yardım biçimindeki
enternasyonalist bir dayanışma, teorik olarak ancak emperyalist-kapitalist
üretim ilişkilerinin ve emek sömürüsünün olmadığı, sınırların ortadan kalktığı
bir dünyada var olabilir.
KATAR NE KATAR?
Nitekim Katar ile yapılan anlaşma gereği Katar’dan
kullanılacak ilk 3 milyar dolar için, Türkiye’nin faiz takasında daha yüksek
bir faiz ödeyeceği ortaya çıktı ki 15 milyar doların tamamı nakit gelse dahi,
bu 180 milyar dolarlık kısa vadeli özel sektör borcunun onda birini dahi
karşılamaya dahi yetmez. Katar yardımı kısa süreli bir nefes aldırabilirse de ülke
ekonomisinin yapısal sorunlarının çözülmesine yardımcı olamaz.
Ayrıca Katar yardımı ABD-Türkiye jeopolitik
ortaklığını çatlatabilir, bunun da uluslararası finans kapitali, Batılı
emperyalist devletleri ve S. Arabistan gibi bölgedeki diğer güçleri
endişelendirebilecek politik sonuçları olabilir.
RUSYA: AYI İLE OYUN OLMAZ!
Türkiye mali destek için Rusya’ya başvurabilir ki bu
ülke Türkiye’nin NATO’dan kopmasını ister. NATO’nun parçalanmasıyla sonuçlanabilecek
bir gelişmeden mutlu olabilir. Keza Rusya, Avrupa’ya Türkiye üzerinden geçecek
doğal gaz boru hattını ve doğal gaz naklini çok önemsiyor. Zira Rusya’nın en
önemli döviz geliri petrol ve doğal gazdan sağlanıyor. Türkiye’ye doğal gaz
hattından franchise vererek Türkiye’nin döviz elde etmesini sağlayabilir.
Ayrıca Türkiye’ye kredili silah verebilir, çünkü göreli olarak ihracatta üstün
olduğu alanlardan biri de silah sanayi. Ancak kendi ekonomisinin içinde
bulunduğu durumun pek de parlak olmaması Türkiye’ye vereceği desteğin çok
kısıtlı olmasıyla sonuçlanacaktır.
ÇİN: DENİZE DÜŞEN YILANA SARILIR
Hükümet son günlerde bir yandan Çin ile ikili
görüşmeleri hızlandırırken, diğer yandan çıkartacağı “Panda Tahvilleri” aracılığıyla Çin’den
borçlanabileceği mesajını verdi.
Gerçekte Çin bu seçenekler arasında ekonomik ve
politik olarak en güçlü olanlardan biri.
Her ne kadar Uygur Türkleri konusunda Türkiye’nin şu ana kadar takındığı
sert eleştirel tutum işbirliği için engel gibi gözükse de, Türkiye’nin içine düştüğü
pragmatizm ve Çin’in kendi stratejik hedefleri böyle bir işbirliğinin
gerçekleşebileceğine izin verebilir.
Öncelikle, Çin devasa askeri gücünü içerde ve dışarda
yaptığı büyük çaplı alt yapı ve inşaat yatırımlarıyla kalıcı hale getirmek ve
sistemde emperyalist bir güç olarak ortaya çıkmak istiyor. Mili gelirinin yüzde
50’sini aşan bir oranda bir tasarruf fazlası var. Bunu da kâr oranlarını ve
sermaye birikimini düşürmemek için dışarıda değerlendirmek istiyor.
Yani Çin hem iktisadi, hem de siyasal ve jeopolitik
nedenlerden dolayı dışarıya yayılmak zorunda. Bu nedenle de bir süre önce
başlattığı büyük ölçekli “Kuşak ve Yol Projesini” hızlandırmak, bunu aynı
zamanda Asya ülkelerinin ötesine taşıyarak (Avrupa’ya doğru da yayarak) eski İpek Yolu’nu yeniden canlandırmak
istiyor.
İşte Çin bu projede Türkiye’yi bir yere koymuş
olabilir. Üç tarafı denizlerle çevrili
bir ülkenin limanları ve bunlar arasındaki demir yolu bağlantıları, lojistik
ana bağlantı merkezlerinin oluşturulması Çin’in peşinde olduğu projeler (2010
krizi sonrasında Yunanistan’ın Pire Limanını satın aldığı unutulmamalı). Ayrıca
Türkiye’de, kendi imal ettiği konteyner parçalarının yerli ortaklarla montajını
tamamlayıp Avrupa ve ABD gibi diğer merkezlere satmak niyetinde. Bu nedenle de bir
analist bu gelişmeyi Çin’in Türkiye’yi pazarda en ucuz fiyattan satın alması
olarak yorumluyor (8).
Bundan Çin sermayesinin olduğu gibi, onlarla işbirliği
yapacak yine seçilmiş olacağı tahmin edilen Türk sermaye gruplarının büyük
çıkarlar elde edeceğine kuşku yok. 1950’lerden sonra ülkede nasıl ABD
sermayesinin yerli işbirlikçisi olan gruplar mevcut olmuşsa, aynı biçimde
kapitalizmin bu işleyiş mantığı içinde yeni patronla da mevcutlar ya da
yenileri işbirliği yaparlar.
Böyle bir işbirliğinin ülke emekçilerine ne kazandıracağı
ise geçmiştekilerin ne kazandırdıklarına (ya da kaybettirdiklerine) bakılarak
açıklanabilir. Ayrıca Türkiye ve
Pakistan dâhil, “Kuşak ve Yol Projesi” üzerindeki ülkeler, tıpkı Sri Lanka
gibi, Çin’in kontrol edeceği bir borç tuzağına düşebilir ve bütün alt yapının
kontrolünü Çin’e bırakmak durumunda kalabilirler.
Bu da son 15 yıldır dışarıdan sağlanan bol yabancı
kaynak ile üretimde yeterli bir artış sağlamadan yüksek kâr ve rant sağlayan
inşaat, emlak ve alt yapı projeleri gibi projelerle ekonomiyi yüksek oranda
büyütürken, inanılmaz bir dış borç stoku yaratarak ülke ekonomisini bir borç
krizinin eşiğine getiren bir stratejiden hala ders alınmadığını ve yeni
kreditörlerle bu stratejinin kaldığı yerden devam ettirileceğini gösterir.
…devam edecek.
………………
(2) Birgit
Jennen, Nikos Chrysoloras and Steven Arons, “Germany Tightens the Screws on
International Funds to Turkey”, www.bloomberg.com (25 October 2017).
(3) Silvia
Amaro, “ Euro slips after reports the ECB is concerned about exposure to
Turkey”, https://www.cnbc.com/2018/08/10.
(5) Don
Quijones, “As Turkish Lira Collapses, Foreign Banks in Turkey Rue the Day”,
https://wolfstreet.com/…/as-turkish-lira-collapses-foreign-… (26 June 2018).
(6) Don
Quijones, “ECB Fears Contagion from Turkish Lira Collapse, Bank Stocks Plunge”,
https://wolfstreet.com/2018/08/10
(10 August 2018).
(7) Lambert
Strether, “How Turkey’s Crisis Might Fracture NATO”, https://www.nakedcapitalism.com (19
August 2018).
(8) David
P. Goldman, “China will buy Turkey on the cheap”,
http://www.atimes.com/article/china-will-buy-turkey-on-the-cheap (10 August
2018).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder