2 Ağustos 2018 Perşembe

KRİZİN FATURASI YİNE EMEKÇİLERE KESİLİYOR…


“Dünyada ve Türkiye’de emeğin halleri” yazı dizisi (5):
KRİZİN FATURASI YİNE EMEKÇİLERE KESİLİYOR…
Mustafa Durmuş
2 Ağustos 2018

Doların 5 lirayı aşması Türkiye’yi bir süredir beklenen bir ödemeler dengesi (1) krizine bir adım daha yaklaştırdı.
IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar ise son raporlarında, özellikle de Türkiye gibi bir ekonomik durgunluk ve finansal kriz riski altındaki ekonomiler için sadece kemer sıkma anlamına gelen sıkılaştırılmış maliye ve para ve kredi politikaları önermiyorlar.
Bu iki örgüt aynı zamanda ekonomik ve politik karar alma mekanizmasını hızlandırıcı önlemler alınmasının ve daha da önemlisi emek koruyucu yasal düzenlemelerden vazgeçilmesinin ya da en azından hafifletilmesinin gerekli olduğunu söylüyorlar.
Yani ekonomik durgunluk ve döviz-dış borç krizi riskleri üzerinden, işçilerin zaten iyice daraltılmış haklarından tamamen vazgeçmelerini dayatarak, bir tür ölümü göstererek sıtmaya razı etmek istiyorlar.
İki bölümden oluşan bu yazının amacı; işçileri, onların örgütlerini korumaya dönük yasal düzenlemelerin azaltılmak (ya da ortadan kaldırılmak) istenmesinin nedenlerini ve bunun hem işçi sınıfı, hem de genel ekonomi üzerindeki olası etkilerini ele almak.

KRİZ GÖZ GÖRE GÖRE GELDİ
Öncelikle, bu emek karşıtı önerilerin, Türkiye’deki ekonomik krizle bağlantıları ve bu krizin ana akım ideoloji tarafından ele alınma biçimi anlamında, kendi içinde tutarlı bir yanının olduğunu vurgulamakta yarar var.
Çünkü Türkiye’de sermaye çevreleri, bir süredir dizginlenemeyen bir yüksek kâr ve rant sağlama ve servet biriktirme hırsıyla, ekonomiyi yüksek düzeyde bir cari açıkla ve dış borçlanmayla, büyüme potansiyelinin çok üzerinde büyütmeye çalışıyor ve siyasal iktidar da bu stratejiyi benimsemiş gözüküyor (bu nedenle öncelikle “her ne şekilde olursa olsun yüksek büyüme” elde etme takıntısını sorgulamak gerekiyor).
Diğer taraftan dışa bağımlı az gelişmiş bir kapitalist ekonomi olarak Türkiye ekonomisinin temelleri yeterince sağlam değil. Ayrıca son 15 yıldır izlediği büyüme stratejisi nedeniyle; yüksek işsizlik ve enflasyon bir yana, ulusal parasının değeri çok hızlı bir biçimde düştü, döviz rezervleri hızla eridi, cari açığı giderek arttı, dış borç stoku çevrilemez boyutlara ulaştı ve uluslararası sermaye piyasalarında ciddi bir güven yitimine uğradı.
Bu özelliklere sahip bir ekonominin değirmeninin suyunu oluşturan yabancı kaynak girişinin ani donması ya da daha kötüsü ülkeden ani çıkışların hızlanması durumunda, bir krize girmemesi mümkün değil (2).
İşte “finansal kriz”, “ödemeler dengesi krizi”, “likidite krizi” ya da “dış borç krizi” denildiğinde kast edilen böyle bir kriz (ani duruşun koşulları ve gerçekleşme olasılığı ayrı bir yazı konusu olacak).

POTANSİYELİNİN ÜZERİNDE BÜYÜME ANCAK CARİ AÇIKLA MÜMKÜN OLABİLİR!
Bu gelişmeyi biraz teori ile aydınlatmaya çalışalım. “Thirlwall Yasası” olarak da bilinen bir yasaya göre, dışa açık bir ekonominin verili bir yılda maksimum hangi hızla büyüyebileceğini o ülkenin ödemeler dengesinin zorlukları ya da kısıtları belirler.
Yani ödemeler dengesi kısıtları olan böyle bir ekonomi potansiyel olarak büyüyebileceği hızdan daha yüksek bir hızda büyümek isterse cari açık vermek zorundadır. Böyle bir açık ise yabancı kaynak girişi ile kapatılır. Bunun kaçınılmaz sonucu dış borçlardaki artıştır. Sonuçta uluslararası sermaye piyasaları bu ülkenin dış borçlarını geri ödemeyebilme gücü konusunda güven yitimine uğrarlar, bu durum kredi derecelendirme kurumları ülke puanını düşürdüğünde daha da kötüleşir (3).
Böylece ekonomi ödemeler dengesi kriziyle karşı karşıya kalır ve siyasal iktidarlar büyüme hızını düşüren, işsizlik oranını artıran ‘daraltıcı politikalar’ uygulamak durumunda kalırlar. Uluslararası kreditörler ise ödemeler dengesindeki gelişmeler onlara güven verene kadar ülkeden uzak durmak isterler ki bu gelişme sağlanana kadar ülkedeki büyüme hızı düşer.

BURJUVA İKTİDARLARIN KRİZE ÇÖZÜMÜ NEDİR?
Böyle bir durumda Türkiye’deki gibi, sınıfsal ittifakların bir gereği olarak neo liberal politikalara sıkı sıkıya sarılmış bir iktidarın nasıl bir çözüm üretmesi beklenir?
Bu sorunun yanıtı yukarıda özetlenen ve aslında Keynesyen bir iktisatçı olan Thirlwall’ın (niyetinden bağımsız olarak) 1980 sonrasındaki neo liberal politikalara da esin kaynağı olmuş tespitlerinde yatıyor.
Buna göre, devalüasyonların ya da döviz kurunun hızlı yükselmesi ihracat üzerinde beklendiği gibi kalıcı bir olumlu etki yaratmadığı için, geriye burjuva hükümetlerin elinde şu seçenekler kalıyor: Kısa vadede iç ve dış borç yeniden yapılandırmasına gitmek, IMF gibi dönorlara başvurarak acilen döviz rezervlerini yükseltmek.
Orta ve uzun vadede ise ya ihracatı artırabilmek için içsel devalüasyon yapmak (kemer sıkmak, işçi ücretlerini kısmak, böylece rekabeti artırmak) ya da gelir esnekliği yüksek ithal mallarına olan talebi düşürmek. Yani yerli malı kampanyaları ile ithalatı azaltmak ve ithal ikameciliğine yönelmek (4) (Türkiye’de ithal ikameciliğe geri dönüş şu an iktidar blokunun sınıfsal çıkarlarıyla uyumlu değil).
Türkiye’de son birkaç ayda ortaya çıkan gelişmeler yukarıdaki bu tespitlere uygun hareket ediyor ve adım adım ciddi bir ekonomik durgunluğun yanı sıra finansal krize yaklaşılıyor. Türkiye’ye ilişkin olarak büyüme öngörüsünü yenilerde düşüren IMF’nin son raporu da bu durumu net bir biçimde ortaya koyuyor (5):
“ Türkiye’nin toplam uluslararası yükümlülükleri GSYH’sinin yüzde 80’ini, dış borçları yüzde 53’ünü oluşturuyor (6). Kısa vadeli borçların ve yabancıların elindeki portföy yatırımlarının tutarı GSYH’nin yüzde 25’ine ulaştı. Özel sektörün dış borçları faiz artırımına karşı son derece duyarlı zira uzun vadeli borçların yüzde 40’ı değişken faizli. Dahası iç borçların yüzde 37’si gibi yüksek bir orandaki kısmı döviz cinsinden alınan borçlardan oluşuyor. 2017 yılından bu yana yeterli yabancı sermaye girişi sağlanamadığı gibi, riskler ciddiyetini koruduğundan ülkeden sermaye çıkışları arttı. Devasa eksi değerli net uluslararası yatırım pozisyonu ve dış yükümlülüklerin kompozisyonu Türkiye’yi likidite şoklarına, yatırımcı güvenindeki ani kayıplara ve artan küresel faiz oranlarının olumsuz etkilerine açık hale getiriyor. İç borçların dövizli olan kısmının büyüklüğü ise şirketler açısından bilanço bozulmasıyla sonuçlanabilir ki bu da bankaların varlık pozisyonlarını kötüleştirip ekonomik büyüme ve finansal istikrar üzerinde olumsuz sonuçlara yol açacaktır…2017 yılında da kredi büyümesi sürdüğünden, dış açığın finansmanının kalitesi kötüleşti. Dış finansman bağlamında, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının payı azalırken, carry trade’nin teşvik ettiği portföy yatırımları belirleyici oldu ve böylece kırılgan yabancı sermaye akımlarına olan bağımlılık arttı. Dış finansman ihtiyacının GSYH’nin yüzde 25’i büyüklüğüne erişmiş olması, buna karşılık uluslararası rezervlerin toplam dış finansman ihtiyacının yarısından azını karşılayabilir düzeyde olması (108 milyar dolar ve net 31 milyar dolar) Türkiye’yi yabancı yatırımcı güvenindeki azalma konusunda ciddi olarak kırılgan hale getiriyor”.

Özetle IMF, 2017 yılında Türkiye’nin dış denge pozisyonunun kötüleştiğini (üstelik 2016’da reel döviz kurunun değer kaybedip cari açığın bu nedenle baskılanmasına rağmen bu durumun gerçekleştiğini) ileri sürüyor ve büyük çapta finansman ihtiyacı ve kısa vadeli borçlar ve portföy yatırımlarının yüksek paylarının ülkeyi sermaye çıkışları karşısında krizin eşiğine getirdiğinin altını çiziyor.

KEMER SIKMANIN YANI SIRA İŞÇİ HAKLARINA SALDIRI
Kuşkusuz IMF’nin çıkış önerileri de mevcut. IMF’ye göre, daha sıkı makroekonomi politikalarıyla cari açık azaltılmalı, rezervler artırılmalı, net uluslararası yatırım pozisyonu güçlendirilmeli ve yükümlülüklerin bileşimi, borç yeniden yapılandırmasıyla uzun vadeli bir hale getirilmeli.
Özellikle de sıkı maliye politikaları iç talebin ve ithalatın dizginlenmesine yardımcı olurken, makro ihtiyati politikaların kredi büyümesini yavaşlatabileceğini ve ekonominin döviz artışı karşısındaki risklerini azaltabileceğini ileri sürüyor. Para politikasının ise enflasyon hedeflemesine odaklanması, yani yüksek reel faiz uygulamasıyla enflasyonun düşürülmesi gerektiğini savunuyor.
Ayrıca IMF’ye göre, yatırımların artırılması için girişimcilerin önündeki ruhsat, izin, lisans gibi engeller kaldırılarak, karar alma süreçleri hızlandırılmalı, yeni yatırımların önü açılmalı ve böylece dış dengeyi etkileyen bir faktör olan özel yatırımların düzeyi yükseltilmelidir (IMF burada doğa üzerinde yaratılacak tahribatı göz ardı ediyor).
Cari açığı ve ödemeler dengesini etkileyen diğer faktör olan ihracatın artırılabilmesi için ise (IMF’ye göre), işgücü maliyetlerinin düşürülmesi böylece ihracat sektörünün rekabetçi hale getirilmesi gerekiyor. Bunun için de istihdam koruyucu yasal düzenlemeler azaltılması gerekiyor (7).
…devam edecek
…………………….

(1) Ödemeler dengesi bir ekonominin kendi dışındaki ekonomilerle kurduğu ekonomik ve finansal ilişkileri anlatan, yani sınır ötesi mal ve hizmet çıkışını gösteren bir hesap. Buna “cari hesap” da deniyor. Bu hesabın net finansal akımlarla (dış krediler, portföy yatırımları ve doğrudan yabancı sermaye yatırımları) dengelenmesi (kapatılması) gerekiyor. Bunu dengeleyen hesaba da “finansal hesap” adı veriliyor.
(2) Stephen Cecchetti, Kim Schoenholtz ,”Sudden stops: A primer on balance-of-payments crises”, 
https://voxeu.org/…/sudden-stops-primer-balance-payments-cr… (9 July 2018).
(3) Bill Mitchell, “Balance of payments constraints”,
http://bilbo.economicoutlook.net/blog ( 10 February 2016).
(4) Agm.
(5) IMF, 2018 External Sector Report , Individual Economy Assessments- Turkey (28 June 2018).
(6) Uluslararası yükümlülükler, dış borçları /kredileri de içeren bir kalem. Yani yurtdışında yerleşik kişi ve kurumların Türkiye’ye doğrudan yabancı sermaye getirip yatırım yapması ya da para getirip hisse senedi satın alması bizim açımızdan bir yükümlülük. Net uluslararası yatırım pozisyonu ise Türkiye'nin yurt dışından alacaklarıyla, Türkiye'nin yurt dışına borçlarının net farkını gösteriyor.
(7) IMF, agr. s. 126.


Formun Üstü


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder