25 Eylül 2018 Salı

‘YENİ EKONOMİ PROGRAMI’NIN EMEK PERSPEKTİFİNDEN GÖRÜNÜMÜ


‘YENİ EKONOMİ PROGRAMI’NIN EMEK PERSPEKTİFİNDEN GÖRÜNÜMÜ

Mustafa Durmuş

24 Eylül 2018

İki gün önce Yeni Ekonomi Programı (YEP) açıklandı. Bu belge eskiden ‘Orta Vadeli Program’ olarak açıklanırdı. İsim değişikliğinin aklıma getirdiği ilk şey Sovyetler Birliği’nde 1921-1928 yılları arasında uygulanan Yeni Ekonomi Programı (NEP) oldu. Bizdekinin isim babası kim bilmiyorum ama geçmişte sola bulaşmış birilerinin eseri olabilir.
Geçtiğimiz 16 yılın ardından ülkeyi bir başka hükümet yönetmeye başlasaydı ve bu hükümet yeni bir program açıklasaydı bu isim değişikliği anlamlı olabilirdi. Böyle bir durum olmadığına göre, ülkeyi 16 yıldır yöneten bir iktidar aynı şeyleri söylediği bir belgeye neden “yeni” adını takar?
Bir ülkeyi yıllardır aynı programlarla yönetenler bunu sürdürmek istediklerinde, muhtemelen farklı bir program sunuyormuş izlemini vererek bu programa yeni bir isim vermek ihtiyacı duyuyor olabilirler. Böylece halk da “yeni bir şeyler denenecek deyip” umutlanabilir.
Böylece o ana kadarki başarısızlıklar da unutturulmuş olur. Bu yüzden de sıklıkla siyasal iktidarlar bu “yeni” kavramına başvururlar: ‘Yeni Rejim’, ‘Yeni Türkiye’ kavramları gibi.
YEP ile ilgili olarak piyasaların sözcüleri kadar, birçok ekonomist, gazeteci görüşlerini açıkladılar. Bunların çoğunluğu (dikkatli bir dil kullanarak) önce büyüme, işsizlik gibi hedeflerin gerçekçi olarak belirlendiğini peşinen söyleyerek programın aslında bir iç tutarlılıktan yoksun olduğunu yazdılar.

İÇ TUTARLILIĞI OLMAYAN BİR PROGRAM
Programı değerlendiren ekonomistlerin eleştirilerinin arasında, program varsayımlarının gerçek dışılığı, perspektif yetersizliği ya da tersine dönmekte olan uluslararası konjonktüre yer verilmemesi kadar, bazı temel makro değişkenlerin yanlış tahmini de geliyor.
Örneğin tüm sistemin pivotu konumundaki dolar kurunun gerçekçi olarak değil, beklenenin çok altında tahmin edilmesi en çok eleştirilen kısım oldu.
Çünkü programda öngörüldüğü gibi, doların bu yılki ortalama kurunun 4,90 olması hiçbir hesaba göre mümkün değil. Bunun için yılın kalan son aylarında kurun 5,70’lerekadar gerilemesi gerekiyor. Bugün hala dolar kuru 6.30’un üzerinde ve yaklaşan FED faiz artırımı gibi nedenlerden dolayı kurun bunun altına inmesi olası değil. Böylece bu denli dolarize olmuş bir ekonomide yanlış kur hesabı piyasalar açısından ciddi bir yanlış bir sinyal, yanlış yönlendirme demek.

YENİ BİR TEORİ DAHA MI?
Enflasyon öngörüsü ise evlere şenlik. 2019 yılından itibaren hızlıca düşen ve 2021 yılında yüzde 6,0 olan bir enflasyon öngörüsü var. Bu arada enflasyon düşerken, ekonomik büyüme hızlanıyor. Öyle ki büyüme 2020’de yüzde 3,5 ve 2021’de yüzde 5 oluyor.
Makro iktisat derslerinin ilk öğrettiği şeylerden biri enflasyon ile ekonomik büyümenin aynı yönde hareket ettiğidir. Geçici olarak 1990-2000 arasında ABD’de enflasyonsuz büyüme yaşanmış olsa da bu teori hala çürütülebilmiş değil. Ama olsun. Tıpkı faiz-enflasyon ilişkisinde olduğu gibi “yeni” bir teori ortaya atarak, “hem enflasyon düşürülür hem de ekonomi büyütülür” demenin siyaseten bir sakıncası yok. Bu öngörü gerçekleşmediğinde ise bu sözü hatırlayacak kim kalır ki?

DÜNYADA HERŞEY YOLUNDA GİDECEK VARSAYIMI
Keza küresel finansal kriz riskinin, korumacılık, ticaret savaşları ve faiz oranlarının arttığı bir dünyada sanki böyle bir olumsuz konjonktür ya da ülkede hali hazırda yaşanmakta olan kriz yokmuş gibi işsizlik oranını 2021’de yüzde 10,8’ e düşürmek nasıl mümkün olacaktır? Üstelik yüksek borç stokları yüzünden gerçekleşecek olan şirket batışlarının giderek artacağı 2019 yılından itibaren işsizlik oranının patlama yapması beklenirken.
Programın içsel tutarsızlığı ile ilgili son söz belki de 2020’ye kadar küçülen ekonominin nasıl olup da 2020’den itibaren çıkışa geçeceğidir. Zira küresel sıkıntıların arttığı böyle bir yılda bizim ekonomimizin yükselişe geçeceği öngörülüyor. Bunun nasıl olacağına ilişkin programda her hangi bir açıklama yok.

'TOPTANCI BAKIŞ'IN YETERSİZLİĞİ
Kısaca ekonomistler bu tutarsızlıkları gördüler ve yazdılar. Ama bir şeyi yazmadılar: Bu programın toplumun değişik sınıf ve kesimleri üzerinde yaratacağı etkileri. Çünkü bu ekonomistlerin böyle bir sınıfsal bakış açısı ve buna uygun analiz araçları mevcut değil. Muhtemelen aldıkları ana akım iktisat ideolojisi nedeniyle bu işleri toptancı bir gözle görüyorlar ve etkilerin tüm toplum için aynı olduğunu düşünüyorlar.

Yani bir tür “sınıfsız, zümresiz toplum” ya da “hepimiz aynı gemideyiz” inancı. Bu da analizlerinde bölüşüm sorunlarına, doğa ve emek tahribatına yol açabilecek etkilere yer verilmemesiyle (ya da asgari de tutulmasıyla) sonuçlanıyor.

ASIL SORU
Oysa program irdelenirken asıl olarak şu soru sorulmalı ve yanıtı aranmalıydı: “Bu tür programları kimler hazırlıyor ve bu programlar gerçekte neyi, kimleri hedefliyor?”
YEP’in resmi sunumu sırasında da belirtildiği gibi, böyle programlar “piyasa ekonomilerinde karar alıcılara doğru sinyaller vermek, onları doğru yönlendirmek için” hazırlanırlar. Hazırlayanlar da (adları değişse de) düşünce yapıları ana akım iktisat ideolojisi ile şekillenmiş ve davranışları siyaset kurumunca belirlenmiş teknokratlardır, bürokratlardır.
Peki, ekonomideki karar alıcılar kimlerdir? Kısaca piyasalar, bankalar, büyük şirketler, yatırımcılar, büyük tasarruf sahipleri yani sermaye kesimi.
Bu çevreler, izlenen birikim ve büyüme stratejisi altında yeni kararlar alırken, yatırım yaparken doğru tahmin edilmiş olan ekonomik büyüme, enflasyon, döviz kuru ve faiz verilerine ihtiyaç duyarlar. Aksi halde yatırımlarından bekledikleri yüksek getiriyi elde edemezler. Bu açıdan böyle programlar onlar için önemlidir. Bu programlarla devlet gibi önemli bir aktörün kendi işlerini ne kadar kolaylaştıracağını, ya da ne denli riske sokacağını anlamaya çalışırlar.

BİZLER EKONOMİDEKİ KARAR ALICILAR DEĞİLİZ
Tüketici bir aktör müdür? Her ne kadar ana akım iktisat öyle söylese de (özellikle de günümüzde) hayır. Sayılarımız on milyonları bulsa da örgütlü olmadığımız için (örneğin ülke çapına yayılmış büyük tüketim kooperatifleri aracılığıyla) tüketimden gelen gücümüzü kullanabilecek durumda olamadığımızdan bizler bir aktör değil, sadece pazarda, süper market raflarında şikayetlenen sıradan tüketicileriz.
Bizler gerçek anlamda tasarruf sahibi de değiliz. Zira ülkedeki 2,2 trilyon liralık tasarruf mevduatının yarısına 149 bin küsur lira milyoneri sahipse tasarruf kararlarını onlar veriyor demektir. Bankadaki ya da yastık altındaki üç beş bin lira ile tasarruf kararlarını etkilemek mümkün değil. Buradan hareketle yatırımcı olmadığımızı söylemeye gerek bile yok.
Yani bu tür programlar tüm ülke, ekonomi ve toplum için yapılıyormuş gibi sunulsa da az sayıda karar alıcı için yapılırlar. Bu kesimlere yol göstermek, sinyal vermek ve durgunluk ve kriz dönemlerinde güven vermek için yapılırlar. Bu nedenle de bunların bizim gibi emeği ile geçinmeye çalışan geniş kitlelerle her hangi bir ilgisi yoktur.
Diğer yandan bu program bu haliyle bu kesimler için de doğru sinyaller verici ya da yol gösterici olmaktan oldukça uzak. Tıpkı eskileri gibi, varsayımları ve modeli gerçekçi değil, hedefleri aşırı iyimser, tahminleri doğru değil.

EMEKÇİLERİ NASIL ETKİLEYECEK?
Ancak bu programda kesin gibi gözüken bir şey bunun emekçiler üzerinde yaratacağı etkiler.
Sırasıyla vergi gelirleri artırılacak, sosyal harcamalar kısılacak, bunlar bizler için kemer sıkma demek, bu daha da yoksullaşmak demek.
Keza İşsizlik Fonu muhtemelen Emlak Bankası’nın güçlendirilmesi için kullanılacak, esnek çalışma daha da yaygınlaştırılacak, güvenceler kaldırılacak, kıdem tazminatı yeniden masaya getirilecek, Bireysel Emeklilik Sigortası (BES) tekrardan ısıtılacak.
Program sermaye için kesin olmasa da bizler için kesin sonuçlar üretecek gibi gözüküyor.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder