‘YENİ EKONOMİ PROGRAMI’NIN EMEK
PERSPEKTİFİNDEN GÖRÜNÜMÜ
Mustafa Durmuş
24 Eylül 2018
İki gün önce
Yeni Ekonomi Programı (YEP) açıklandı. Bu belge eskiden ‘Orta Vadeli Program’
olarak açıklanırdı. İsim değişikliğinin aklıma getirdiği ilk şey Sovyetler
Birliği’nde 1921-1928 yılları arasında uygulanan Yeni Ekonomi Programı (NEP)
oldu. Bizdekinin isim babası kim bilmiyorum ama geçmişte sola bulaşmış
birilerinin eseri olabilir.
Geçtiğimiz
16 yılın ardından ülkeyi bir başka hükümet yönetmeye başlasaydı ve bu hükümet
yeni bir program açıklasaydı bu isim değişikliği anlamlı olabilirdi. Böyle bir
durum olmadığına göre, ülkeyi 16 yıldır yöneten bir iktidar aynı şeyleri
söylediği bir belgeye neden “yeni” adını takar?
Bir ülkeyi
yıllardır aynı programlarla yönetenler bunu sürdürmek istediklerinde,
muhtemelen farklı bir program sunuyormuş izlemini vererek bu programa yeni bir
isim vermek ihtiyacı duyuyor olabilirler. Böylece halk da “yeni bir şeyler
denenecek deyip” umutlanabilir.
Böylece o
ana kadarki başarısızlıklar da unutturulmuş olur. Bu yüzden de sıklıkla siyasal
iktidarlar bu “yeni” kavramına başvururlar: ‘Yeni Rejim’, ‘Yeni Türkiye’
kavramları gibi.
YEP ile
ilgili olarak piyasaların sözcüleri kadar, birçok ekonomist, gazeteci
görüşlerini açıkladılar. Bunların çoğunluğu (dikkatli bir dil kullanarak) önce
büyüme, işsizlik gibi hedeflerin gerçekçi olarak belirlendiğini peşinen
söyleyerek programın aslında bir iç tutarlılıktan yoksun olduğunu yazdılar.
İÇ
TUTARLILIĞI OLMAYAN BİR PROGRAM
Programı
değerlendiren ekonomistlerin eleştirilerinin arasında, program varsayımlarının
gerçek dışılığı, perspektif yetersizliği ya da tersine dönmekte olan
uluslararası konjonktüre yer verilmemesi kadar, bazı temel makro değişkenlerin
yanlış tahmini de geliyor.
Örneğin tüm
sistemin pivotu konumundaki dolar kurunun gerçekçi olarak değil, beklenenin çok
altında tahmin edilmesi en çok eleştirilen kısım oldu.
Çünkü
programda öngörüldüğü gibi, doların bu yılki ortalama kurunun 4,90 olması
hiçbir hesaba göre mümkün değil. Bunun için yılın kalan son aylarında kurun
5,70’lerekadar gerilemesi gerekiyor. Bugün hala dolar kuru 6.30’un üzerinde ve
yaklaşan FED faiz artırımı gibi nedenlerden dolayı kurun bunun altına inmesi
olası değil. Böylece bu denli dolarize olmuş bir ekonomide yanlış kur hesabı
piyasalar açısından ciddi bir yanlış bir sinyal, yanlış yönlendirme demek.
YENİ BİR
TEORİ DAHA MI?
Enflasyon
öngörüsü ise evlere şenlik. 2019 yılından itibaren hızlıca düşen ve 2021
yılında yüzde 6,0 olan bir enflasyon öngörüsü var. Bu arada enflasyon düşerken,
ekonomik büyüme hızlanıyor. Öyle ki büyüme 2020’de yüzde 3,5 ve 2021’de yüzde 5
oluyor.
Makro
iktisat derslerinin ilk öğrettiği şeylerden biri enflasyon ile ekonomik
büyümenin aynı yönde hareket ettiğidir. Geçici olarak 1990-2000 arasında ABD’de
enflasyonsuz büyüme yaşanmış olsa da bu teori hala çürütülebilmiş değil. Ama
olsun. Tıpkı faiz-enflasyon ilişkisinde olduğu gibi “yeni” bir teori ortaya
atarak, “hem enflasyon düşürülür hem de ekonomi büyütülür” demenin siyaseten
bir sakıncası yok. Bu öngörü gerçekleşmediğinde ise bu sözü hatırlayacak kim
kalır ki?
DÜNYADA
HERŞEY YOLUNDA GİDECEK VARSAYIMI
Keza küresel
finansal kriz riskinin, korumacılık, ticaret savaşları ve faiz oranlarının
arttığı bir dünyada sanki böyle bir olumsuz konjonktür ya da ülkede hali
hazırda yaşanmakta olan kriz yokmuş gibi işsizlik oranını 2021’de yüzde 10,8’ e
düşürmek nasıl mümkün olacaktır? Üstelik yüksek borç stokları yüzünden
gerçekleşecek olan şirket batışlarının giderek artacağı 2019 yılından itibaren
işsizlik oranının patlama yapması beklenirken.
Programın
içsel tutarsızlığı ile ilgili son söz belki de 2020’ye kadar küçülen ekonominin
nasıl olup da 2020’den itibaren çıkışa geçeceğidir. Zira küresel sıkıntıların
arttığı böyle bir yılda bizim ekonomimizin yükselişe geçeceği öngörülüyor.
Bunun nasıl olacağına ilişkin programda her hangi bir açıklama yok.
'TOPTANCI
BAKIŞ'IN YETERSİZLİĞİ
Kısaca
ekonomistler bu tutarsızlıkları gördüler ve yazdılar. Ama bir şeyi yazmadılar:
Bu programın toplumun değişik sınıf ve kesimleri üzerinde yaratacağı etkileri.
Çünkü bu ekonomistlerin böyle bir sınıfsal bakış açısı ve buna uygun analiz
araçları mevcut değil. Muhtemelen aldıkları ana akım iktisat ideolojisi
nedeniyle bu işleri toptancı bir gözle görüyorlar ve etkilerin tüm toplum için
aynı olduğunu düşünüyorlar.
Yani bir tür
“sınıfsız, zümresiz toplum” ya da “hepimiz aynı gemideyiz” inancı. Bu da
analizlerinde bölüşüm sorunlarına, doğa ve emek tahribatına yol açabilecek
etkilere yer verilmemesiyle (ya da asgari de tutulmasıyla) sonuçlanıyor.
ASIL SORU
Oysa program
irdelenirken asıl olarak şu soru sorulmalı ve yanıtı aranmalıydı: “Bu tür
programları kimler hazırlıyor ve bu programlar gerçekte neyi, kimleri
hedefliyor?”
YEP’in resmi
sunumu sırasında da belirtildiği gibi, böyle programlar “piyasa ekonomilerinde
karar alıcılara doğru sinyaller vermek, onları doğru yönlendirmek için”
hazırlanırlar. Hazırlayanlar da (adları değişse de) düşünce yapıları ana akım
iktisat ideolojisi ile şekillenmiş ve davranışları siyaset kurumunca belirlenmiş
teknokratlardır, bürokratlardır.
Peki,
ekonomideki karar alıcılar kimlerdir? Kısaca piyasalar, bankalar, büyük
şirketler, yatırımcılar, büyük tasarruf sahipleri yani sermaye kesimi.
Bu çevreler,
izlenen birikim ve büyüme stratejisi altında yeni kararlar alırken, yatırım
yaparken doğru tahmin edilmiş olan ekonomik büyüme, enflasyon, döviz kuru ve
faiz verilerine ihtiyaç duyarlar. Aksi halde yatırımlarından bekledikleri
yüksek getiriyi elde edemezler. Bu açıdan böyle programlar onlar için önemlidir.
Bu programlarla devlet gibi önemli bir aktörün kendi işlerini ne kadar
kolaylaştıracağını, ya da ne denli riske sokacağını anlamaya çalışırlar.
BİZLER
EKONOMİDEKİ KARAR ALICILAR DEĞİLİZ
Tüketici bir
aktör müdür? Her ne kadar ana akım iktisat öyle söylese de (özellikle de
günümüzde) hayır. Sayılarımız on milyonları bulsa da örgütlü olmadığımız için
(örneğin ülke çapına yayılmış büyük tüketim kooperatifleri aracılığıyla)
tüketimden gelen gücümüzü kullanabilecek durumda olamadığımızdan bizler bir
aktör değil, sadece pazarda, süper market raflarında şikayetlenen sıradan
tüketicileriz.
Bizler
gerçek anlamda tasarruf sahibi de değiliz. Zira ülkedeki 2,2 trilyon liralık
tasarruf mevduatının yarısına 149 bin küsur lira milyoneri sahipse tasarruf
kararlarını onlar veriyor demektir. Bankadaki ya da yastık altındaki üç beş bin
lira ile tasarruf kararlarını etkilemek mümkün değil. Buradan hareketle
yatırımcı olmadığımızı söylemeye gerek bile yok.
Yani bu tür
programlar tüm ülke, ekonomi ve toplum için yapılıyormuş gibi sunulsa da az
sayıda karar alıcı için yapılırlar. Bu kesimlere yol göstermek, sinyal vermek
ve durgunluk ve kriz dönemlerinde güven vermek için yapılırlar. Bu nedenle de
bunların bizim gibi emeği ile geçinmeye çalışan geniş kitlelerle her hangi bir
ilgisi yoktur.
Diğer yandan
bu program bu haliyle bu kesimler için de doğru sinyaller verici ya da yol
gösterici olmaktan oldukça uzak. Tıpkı eskileri gibi, varsayımları ve modeli
gerçekçi değil, hedefleri aşırı iyimser, tahminleri doğru değil.
EMEKÇİLERİ NASIL
ETKİLEYECEK?
Ancak bu
programda kesin gibi gözüken bir şey bunun emekçiler üzerinde yaratacağı
etkiler.
Sırasıyla
vergi gelirleri artırılacak, sosyal harcamalar kısılacak, bunlar bizler için
kemer sıkma demek, bu daha da yoksullaşmak demek.
Keza İşsizlik
Fonu muhtemelen Emlak Bankası’nın güçlendirilmesi için kullanılacak, esnek
çalışma daha da yaygınlaştırılacak, güvenceler kaldırılacak, kıdem tazminatı
yeniden masaya getirilecek, Bireysel Emeklilik Sigortası (BES) tekrardan
ısıtılacak.
Program sermaye için kesin olmasa da bizler için kesin sonuçlar
üretecek gibi gözüküyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder