TÜRKİYE EKONOMİSİ KRİZİN İKİNCİ FAZINDA
(I)
Mustafa Durmuş
14 Aralık 2018
Bu hafta TÜİK tarafından açıklanan
büyüme verileri Türkiye ekonomisinin bu yılın üçüncü çeyreğinden itibaren
krizin ikinci fazına, yani resesyon sürecine girdiğini gösteriyor. Dahası
uluslararası raporlara göre 2019 yılı Türkiye ekonomisi için resesyonun
derinleştiği yıl olacak.
Bu yılın Ağustos ayında krizin ilk fazı
olan finansal krizin belirtileri kendini göstermişti. Milli gelirin yüzde
52’sine kadar yükselen dış borçların ve 200 milyar doları bulan kısa vadeli dış
borç ödemelerinin varlığında, doların kuru 7’nin üzerini görmüş, resmi faiz
oranları yüzde 25’in üzerine çıkmış ve enflasyon yüzde 20’yi aşmıştı. Borsa
çöküş içindeydi.
Bunlar aslında (bankacılık sektörü
dışarıda tutulduğunda) bir finansal kriz için yeterli göstergelerdi. ABD ile
yaşanan rahip krizi çözülemeyip, AB ile yaşanan güven krizi hafifletilmeseydi
muhtemelen bu kriz bankacılık sektörüne sıçrayacak ve böylece finansal kriz tam
olarak gerçekleşmiş olacaktı.
Atılan normalleştirme adımlarıyla kur
düşürüldü. Böylece dış borçları olan şirketlerin geri ödeme yükü geçici olarak
hafifletilerek ötelendi, ama tamamen ortadan kaldırılamadı. Çünkü bu borçlar
hala ortada duruyor. Lira cinsinden kredi borcu olanların yükü ise zoraki faiz
düşürücü önlemlerle de olsa azaltılamadı. Çünkü özellikle de özel ticari
bankalar bu zorla faiz düşürümünü uygulamıyorlar.
Cari açıkta yaşanan azalma ise
sevindirici olmaktan ziyade endişe verici bir durum. Zira üretimde ve ihracatta
kullandığı ara malı, hammadde ve sermaye malının yüzde 80’ini ithalatla
dışarıdan satın alan bir ekonomide ithalatlardaki keskin düşüş ciddi bir üretim
daralmasına işaret ediyordu. Bu da şirketler için daha az kâr, daha az satış, daha
az gelir, hatta üretime son vermek demek. Böyle bir ortamda mevcut borç
stokları nasıl eritilebilir, vadesi gelen borçlar faiz ve anaparalarıyla
birlikte nasıl geri ödenebilir ki?
Yani azalan cari açık, düşen kur,
baskılanan faiz ya da polisiye önlemlerle düşürülmeye çalışılan enflasyon (bize
sunulduğunun tersine), aslında Türkiye ekonomisinin krizde ikinci faza, yani
resesyon sürecine geçtiğinin belirtileri.
Resesyon (ekonomik küçülme)
Resesyon ekonomik krizleri anlatmada
kullanılan en yaygın tanım. IMF, OECD, DB gibi uluslararası mali örgütlere
göre, eğer bir ekonomi iki çeyrek (altı ay) boyunca üst üste daralıyorsa
resesyon içindedir.
Ancak bu resmi tanım ekonomik kriz
durumunu tam anlatmakta yetersiz kalıyor. Bunun için sadece büyüme verilerine
değil, aynı zamanda üretime (özellikle de sanayi üretimine), satışlara,
ihracata, borsa hareketlerine ve istihdama da bakmak gerekiyor.
Bu bağlamda tek başına bazı göstergelerin kötüleşmesi resesyonun varlığını göstermezken, iyileşmesi (örneğin borsanın yükselişi) ekonominin resesyonda olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Bu bağlamda tek başına bazı göstergelerin kötüleşmesi resesyonun varlığını göstermezken, iyileşmesi (örneğin borsanın yükselişi) ekonominin resesyonda olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Türkiye ekonomisi resesyon sürecine girdi
TÜİK’in 2018 yılının son çeyreğine göre
ait büyüme verilerini (1) esas alarak Türkiye ekonomisine baktığımızda şöyle
bir tablo ile karşılaşıyoruz:
Arz (üretim) yönünden, tarım sektörü
yüzde artı 1 ve sanayi sektörü binde artı 3 (geçen yıl yüzde artı 15,4 idi)
büyüyebilmiş. Gerçek anlamda büyüyebilen tek sektör yüzde artı 4,5 ile hizmetler
sektörü olmuş. Diğer taraftan son 15 yılın sermaye birikim modelinin özünü
oluşturan inşaat sektörü yüzde eksi 5,3 küçülmüş (geçen yıl yüzde artı 18,8
büyüme sağlamıştı).
Talep (harcamalar) yönünden, yıllardır
ekonomideki büyümeyi sürükleyen ana kalemlerden olan özel tüketim harcamaları
sadece yüzde artı 1,1 artabilmiş. Bu, yurttaşın durumunu göstermesi açısından
önemli bir gösterge. Toplam talebi belli düzeyde tutan harcamalar ise devletin
tüketim harcaması artışı ve ihracat artışı, buna karşılık ithalat azalması
olmuş. Mal ve hizmet ihracatı yüzde artı 13,6 artarken, mal ve hizmet ithalatı
yüzde eksi 16,7 azalmış.
Devletin tüketim harcamaları ise yüzde
artı 7,5 artmış. Bu durum devletin kriz ortamında özel sektör harcamasını
tamamlamak için nasıl devreye sokulduğunun bir göstergesi.
Diğer yandan yatırım harcamaları yüzde
eksi 3,8 oranında azalmış (bu oran geçen yıl yüzde artı 12,8 idi). Borsa ise
90,000’lere kadar gerilemiş durumda. Bu gelişmelere paralel olarak işçilerin
yarattıkları gelirden aldıkları pay bir önceki çeyreğe göre yüzde 12’nin
üzerinde azalarak yüzde 36’dan yüzde 31,6’ya gerilemiş.
10 Katlık düşüş!
Sonuç olarak ekonomi üçüncü çeyrekte
sadece yüzde 1,6 büyüyebilmiş (mevsim ve takvim etkisinden arındırıldığında bu
büyümenin yüzde 1,1 küçülme olduğu ortaya çıkıyor). Bu, bir önceki çeyreğe göre
3,5 kat, geçen yılın aynı çeyreğine göre ise neredeyse 10 kat düşüş anlamına
geliyor. Dahası ekonomideki büyüme son 7 çeyrektir giderek ivme kaybederek
negatife dönmüş durumda.
Kısaca tüm göstergeler 2017 yılında
yüksek cari açık ve bol KGF kredilerine dayalı özel tüketim harcamaları ve kamu
tüketim harcamalarından oluşan iç talebe dayalı olarak büyütülen ekonominin bu
yılın ikinci yarısından itibaren sert bir biçimde çakılarak resesyon sürecine girdiğini,
2019 yılında da bu daralmanın artarak devam edeceğini gösteriyor. Zaten yurt
içi beklentiler de uluslararası raporlar da bu yönde.
Bu resesyon öncekilerden farklı
Bu resesyon daha öncekilerden (örneğin
1980’lere doğru yaşanan ve 12 Eylül askeri darbesi ile sonuçlanan resesyondan)
farklı. Artık bildik “iş döngülerinden” (5- 10 yıl süren canlılık döneminin
ardından durgunluk-küçülme ve yeniden ekonomik canlılık biçimindeki) söz etmek
çok zor.
Yani bu resesyonun ardından, alınacak
bazı ekonomik tedbirlerle ekonominin yeniden güçlü bir canlanma dönemine
gireceğini ileri sürmek güç. Önümüzdeki yıldan itibaren dünya ekonomisinin
motorlarının da yavaşlayacağını (2) dikkate aldığımızda ülkeyi yöneten iktidar
bloku için Türkiye ekonomisinin böyle bir krizden çıkabilmesi için hem sadece
ekonomik önlemler yeterli olmayacak, hem de bu resesyondan çıkış uzun zaman
alacak.
Bu nedenle de (yaklaşan son seçimlerin
de etkisiyle) hem yeniden savaş rüzgârları estirilmeye, hem de otoriterleşme
yönünde baskı artırılmaya başladı.
Bu resesyonun diğerlerinden farklı
olmasına yol açan en önemli gelişme ekonominin an itibariyle çok borçlu bir
hale gelmesi. Toplam borçlar 5 trilyon liraya yaklaştı. Bu milli gelirin
neredeyse yüzde 120’sine denk düşüyor. Ancak bu borçlar içinde dış borçlar çok
büyük bir öneme sahip. Çünkü 457 milyar dolarlık bu dış borç stokunun yüzde
70’i ise özel sektöre ait.
Böylece, döviz kurunun ve faiz
oranlarının yüksek seyretmesi ve resesyon ortamında kârların ve gelirlerin
düşmesi gibi nedenler yüzünden, bu borçların çevrilmesi zorlaşacağından bu kez
resesyondan hızlıca çıkılması çok daha zor görünüyor.
Önümüzdeki yıllar çoklu kriz yılları olacak
Üstelik sorun sadece resesyonla da sınırlı
değil. İlave olarak yüksek bir enflasyon söz konusu. Her türlü veri
manipülasyonuna rağmen enflasyon oranının yüzde 20’nin altına düşürülemediği
görülüyor. Halkın, özellikle de sayısı onlarca milyonu aşan düşük gelirlilerin
mutfağındaki enflasyon ise bunun bir kaç katı düzeyinde.
Bu arada bu ay itibariyle yeni asgari
ücret düzeyi belirlenecek. Bunun en az 400 lira artarak net 2 bin liranın biraz
üzerinde olması bekleniyor. Bu durum, hem ücretlerin üretim maliyetinin önemli
bir parçası olması (yaklaşık yüzde 40) nedeniyle toplam maliyetleri artırarak;
hem de harcama yönünden talebi artırarak fiyatların artmasına, dolayısıyla da
enflasyonun artmasına neden olacak. Yani iki yönden de yeni asgari ücret
enflasyonu artıracak.
Böylece önümüzdeki yıllar sadece derin
bir resesyon (durgunluk) değil, yüksek enflasyon, yüksek işsizlik ve yüksek iç
ve dış borç stokları ve borç geri ödeme zorluğu nedeniyle ciddi bir finansal
kriz riskinin sürekli gündemde olacağı yıllar olacak.
Hükümetin neo-liberal uygulamalarını daha
da derinleştirme planı çerçevesinde 3,2 milyar liralık bir hacimle başlatıp,
yaygınlaştırmayı planladığı menkul kıymetleştirme bu krizi çözmeye yetmeyeceği
gibi, mevcut koşullar altında bir finansal krizin patlama riskini daha da
artırıyor.
Toplumsal fatura büyük
Bu çoklu kriz halinin ekonomik ve sosyal
sonuçlarını tahmin edebilmek zor değil: Konkordatolar, şirket iflasları,
kapanan işyerleri, işsiz sayısında patlama, daha fazla yoksullaşma,
mülksüzleşme, topyekûn bir toplumsal refah yitimi.
Siyasal sonuçları ise şimdiden
yaşanıyor: Daha fazla otoriterleşme ve militerleşme. Bu gelişme de devlet
bütçesindeki kaynakların giderek daha fazla ekonomi dışı, toplumsal refahı
artırmayan güvenlik harcamaları ve sermaye destekleri gibi alanlara
aktarılmasıyla sonuçlanırken, bu da kamu maliyesi alanında yeni bir mali krizle
sonuçlanabilecek.
Peki, ülke ekonomisi böyle bir kriz
sürecine nasıl girdi? Bu, ileri sürüldüğü gibi dış güçlerin işi mi, yanlış
ekonomi politikalarının sonucu mu, beceriksiz yöneticilerin marifeti mi? Yoksa
kapitalizmin işleyiş biçiminin kaçınılmaz bir sonucu mu? Bu sorular değişik
iktisadi görüşler tarafından nasıl ele alınıyor? Bir sonraki yazımızda…
…….
(1) TÜİK, Dönemsel
Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, III. Çeyrek: Temmuz - Eylül, 2018 (10 Aralık 2018
tarihli TÜİK Bülteni).
(2) OECD, Economic Outlook, Chapter one, General Assessment of the Macroeconomic Situation, (2018), s. 12.
(2) OECD, Economic Outlook, Chapter one, General Assessment of the Macroeconomic Situation, (2018), s. 12.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder