TÜRKİYE
EKONOMİSİ KRİZİN İKİNCİ FAZINDA (IV)
Finansallaşma
teorileri krizleri nasıl açıklıyor?
Mustafa
Durmuş
24
Aralık 2018
Finansallaşmanın başat bir olgu olarak ortaya çıkması
onun aynı dönemde ortaya çıkan krizlerle (özellikle de 2008 krizi) ilişkisinin
sorgulanmasıyla ve bu yönde yeni kriz teorilerinin ortaya atılmasıyla
sonuçlandı.
Bu teorileri savunan iktisatçıların çok büyük bir
kısmı Keynesyen iktisatçı Minsky’in bir tür kontrolden çıkmış ‘borç deflasyonu’
durumunu anlatan bir hipotez olan ‘Finansal İstikrarsızlık Tezi’ni esas alır.
Bu tezden hareketle bu iktisatçılar, örneğin 2008 krizine, kapitalizmin içsel
çatışmalarından ziyade, onun aşırı finansallaşmasının yol açtığı yeni tür
kırılganlıkların neden olduğunu ileri sürerler.
Örnek olarak Moseley 2018 krizini değerlendirirken:
“Sonuç olarak, mevcut krizin Marxçı bir krizden ziyade Minskyci bir kriz
olduğunu söylemeliyim. Krizin temel nedeni üretimdeki artı-değerin yetersizliği
değil, konut fiyatlarının ömür boyu yükseleceği gibi yanlış bir varsayıma
dayalı olarak çok yüksek kârlar peşinde koşan finansal kapitalistlerin aşırı
risk almasıdır”(1) tespitini
yapmıştı.
Borç
Deflasyonu
‘Borç deflasyonu’ kavramını ortaya atan iktisatçı Irwing
Fisher, Büyük Depresyon sırasında (1933 yılında), borçların yol açtığı
deflasyonun (fiyat düşüşlerinin) bizzat borçları nasıl artırdığını ve iflaslara
neden olduğunu şöyle anlatır:
“Geri
ödenememiş her bir dolar daha büyük bir dolar yüküne dönüşür. Eğer
başlangıçtaki borçluluk düzeyi çok yüksek ise, borcun likit hale getirilmesi,
ödenmesi fiyat düşüşlerine yetişemez. Borçlular borçlarını ödeyebilmek için
ellerindeki varlıklarını sattıkça fiyatlar daha da düşer ve fiyatlar düştükçe
geriye kalan borçlar, borç alındığı andakinden daha değerli durumdaki dolar ile
ödenmek zorunda kalır. Bu da daha fazla ödeme güçlüğüne, fiyatların daha da
düşmesine, böylece de deflasyonist bir sarmala yol açar”
(2).
Minky
Anı
Bu kavramı daha da geliştiren Minsky’e göre finansal
istikrarsızlığa yol açan süreç piyasacı kapitalist ekonomilerde kaçınılamaz
olarak ortaya çıkan bir süreçtir. Çünkü kapitalizm genetik olarak defoludur,
öyle ki uzun süren bir canlılık döneminin ardından ekonomideki finansal yapılar,
hızla, hedging, spekülasyon ve Ponzi Finansmanı gibi istikrarsız durumlara dönüşürler.
Canlılık dönemlerinde yatırımcılar risk alırlar.
Canlılık dönemi ne denli uzarsa alınan risk de o denli artar. Bu durum,
borçlanma yoluyla sahip oldukları varlıkların nakit getirisi bu varlıkları
satın alabilmek için aldıkları kredilerin borçlarını ödemeye yeterli olmadığı
noktaya kadar sürer. Bu anda spekülatif varlıkların zarar ettiğini gören bankalar
verdikleri kredilerin geri ödenmesini talep ederler. Bu da finansal paniğe yol
açar ve borçlarını ödeyebilmek için ellerindeki varlıkları satışa çıkartan
yatırımcıların bu varlıkları bir anda değer kaybeder. Satışlar zorlandıkça,
piyasalar kilitlenir ve nakde hücum başlar. Artık ‘Minsky Anı’ başlamıştır (3).
Kısaca Minsky ve takipçileri olan Keen ve Palley’in (4)
hararetle savundukları ‘Finansal İstikrarsızlık Tezi’ne göre finansal sistem
kalıtsal olarak istikrarsızdır. Bu nedenle de giderek finansal sermayenin
boyunduruğu altına giren kapitalizm, finansal sistemin bu yapısından ötürü
istikrarsız döngülere, uzun süreli durgunluklara ve depresyonlara eğilimli bir
hale gelir. Borçlanarak yapılan finansmana aşırı bağımlılık ekonomiyi, finansal
balonlar nedeniyle oluşacak tahribatlara daha da açık hale getirir.
Bu bağlamda, bu görüşü savunan iktisatçılara göre,
neo-liberal dönemdeki finansal de-regülasyonlar sonucunda bankaların ve diğer
finansal kuruluşların, bir bütün olarak finansal piyasaların denetimsiz
bırakılması finansal krizin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Wallerstein:
Finansallaşma sermaye büyümesinin yeni aracıdır
Neo-Marksistlerin
önde gelenlerinden Wallerstein finansallaşmanın sermayenin büyüme ve
genişlemesinin bir biçimi olduğunu ileri
sürer.
Ona göre, kapitalizmin
amacı öz genişlemedir, büyümedir. Bu, sermayenin yeni sermayeler yaratması
demektir. Kapitalizm bunu insan emeğini ve sosyal değerleri parasallaştırarak
yapar. Tarihsel kapitalizm bu nedenle de sadece mübadele sürecini değil, aynı
zamanda üretim, yatırım ve bölüşüm süreçleri olmak üzere tüm süreçleri yaygın
bir metalaştırmaya ve parasallaştırmaya tabi tutar (5).
Foster&
Mc Chesney: Finansallaşma stagnasyona karşı çözümdür ama aynı zamanda kriz
nedenidir
Foster ve McChesney,
2008 krizinin kapitalizmin ‘uzatılmış durgunluğuna’ (stagnasyon) karşı
bir çözüm olarak ortaya çıkan finansallaşmanın bir sonucu olduğunu ileri
sürerler.
Onlara göre 1970’lerin ortalarından itibaren
stagnasyona giren ABD’de, reel ekonomide giderek artan iktisadi artığına
(tasarruf) bir çözüm- çıkış bulamayan büyük sermaye hem kurumsal, hem de bireysel yatırımlar aracılığıyla bu
aşırı artığını finans sektörüne akıttı, bu da varlık fiyatlarında spekülasyona
neden oldu.
Finansal kurumlar bu devasa akımı karşılayabilmek ve
ekonominin finansal üst yapısını daha da güçlendirebilmek için yeni gelişmiş araçlar
keşfettiler. Bunlar türev araçlar, vadeli işlemler (opsiyonlar), menkul
kıymetleştirmeler gibi egzotik finansal araçlardı. Sermaye küresel olarak mobil
hale geldikçe kuşkusuz finansın büyümesi gerekiyordu. Bu da sermayenin bir
katalizör gibi işlev görerek finansın dünya çapında büyümesini teşvik etti.
Sonuçta finansal kârlar devasa büyürken, borç
yığılması da arttı ve tüm ekonomi giderek birbiri peşine şişirilip patlayan
balonlara bağımlı hale geldi. Borç miktarı arttıkça, borcun kalitesi de düşmeye
başladı. Sonuçta hem ABD, hem de dünya ekonomisi giderek ‘kredi kuruması’
olarak nitelenen finansal krizlere maruz kaldı (6).
Lapavitsas:
Finans reel üretimden özerkleşti
Finansallaşma teorisi ya da krizi ile ilgili olarak en
çok referans verilen Neo-Marksist iktisatçılardan birisi Lapavitsas ve onun konuyla
ilgili kitabıdır (7). Ona göre, ne 2008 finansal krizinin, ne de sonrasında
yaşanan Büyük Resesyonun Marksist kâr oranlarının azalma eğilimi yasası ile (KOAEY)
ile bir ilgisi yoktur. Bu kriz sadece
büyük bir finansal çöküştür.
Lapavitsas’a göre (8),
neo-liberal dönemde kapitalizm finans sektörünün gelişimi ile öyle bir
şeye dönüştü ki bunun Marx’ın 19. Yüzyılda karşılaştığı kapitalizm ile hiçbir
ilişkisi kurulamaz. Bu dönemin en önemli
gelişmesi finansın giderek özerkleşmesidir. Öyle ki finansal sistem giderek
büyümüş ve reel birikimden (değer ve artı değerin üretim ve dolaşımından)
giderek bağımsızlaşmıştır.
Finansın özerkleşmesini mümkün kılan faktörlerin arasında;
teknolojik yenilikler, kurumsal ve politik dönüşümün (finansal sektörün de-regülasyonu
ve finansal serbestleştirme) ötesinde temel faktörler de söz konusudur. Öyle ki
büyük sermaye, büyük işletmeler yatırım finansmanı için kredi kullanma
anlamında bankalara daha az bağımlı hale gelmiş ve bu yüzden finansal sektör
bireylerin, işçilerin ve nüfusun daha büyük bir kesiminin bireysel gelirlerine,
kâr kaynağı olarak göz dikmeye başlamıştır. Lapavitsas bu durumu “kapitalizmin
yeni bir uç vermesi” olarak nitelendirir.
Ona göre, artık bankalar giderek artan bir şekilde
konut kredisi, tüketici kredisi, ihtiyaç kredisi gibi adlar altında bireyler
üzerinden ciddi kârlar elde ediyorlar. Ücret, maaş gibi parasal gelirler
giderek borç verilebilir para sermayeye dönüşüyor, bankalar ve diğer finansal
kuruluşlar bu şekilde satabilecekleri kredileri büyütüyorlar. Yani böyle bir
özerkleşmeyle birlikte bu sektör kârını şirketlere verdiği borçlardan sağladığı
faizlerden değil, uzun vadeli konut kredisi faizi, komisyonlar, ücretlendirmeler
gibi doğrudan sömürü araçlarından elde ediyor. Bu süreç yeni bir tür kapitalist
sömürü, yeni bir sınıf katmanı yaratıyor
ve bu kârlarla beslenen yeni güç merkezleri ve yeni etki merkezleri oluşuyor
(9).
Marjinalleştirilen
bir Emek-Değer Teorisi
Böylece bu yaklaşım altında Marksist Emek- Değer Teorisi
bütünüyle reddedilmese de, iyice marjinalleştirilerek finansal kârlar artık
değerin bir alt bölümü olmaktan çıkartılmaktadır. Çünkü bu yaklaşıma göre faiz kârdan özerkleşmekte,
ayrışmaktadır.
Böylece Neo-Ricardocu bir yaklaşımla, bölüşüm
kategorisi yeniden üçe çıkartılmakta, ücret ve kâra, faiz biçiminde bir rant
kategorisi eklenmektedir. Bunun sonucunda Marksist ekonomi politiği Klasik ve
Keynesyen burjuva iktisattan esasta
ayıran kârlılık faktörü bu ayrılıktaki önemini yitirir.
Kriz
kâr oranlarındaki düşüşün değil, menkul kıymetleştirilmiş borçların bir sonucudur
Lapavitsas’a göre, konut kredileri yaygınlaşıp
büyüdükçe sermaye kazançları üst üst binmeye başlar. Yani finansal sektör
üretim sektörü ile her hangi bir bağlantı içinde olmaksızın devasa kârlar elde
edebilmektedir. Böylece 2008 Büyük Resesyonu, kâr oranlarındaki düşüşün değil, konut
kredisi ve menkul kıymetleştirilmiş borçlarda ortaya çıkan finansal krizin bir sonucudur.
Dolayısıyla da Lapavitsas kârın ücretlerdeki kısıntılardan
(değeri azaltılmış değişken sermayeden, dolayısıyla da artı değerden) gelip
gelmediği ile ilgilenmez. Ona göre nereden gelirse gelsin bugünkü kâr yeni bir
kâr çıkarımının sonucudur ve bu çıkarım da bir süre sonra kendi krizine neden
olur (10).
Benzer bir biçimde Panitch ve Gindin gibi diğer bazı
Neo-Marksistlere göre, geçmişte savunulan “aşırı birikimin tüm krizlerin nedeni
olduğu” görüşü artık aşılmıştır. 2008 krizinin nedeni bu bağlamda kâr sıkışması
ya da aşırı birikim nedeniyle yatırımların çöküşü değildir. Krizin nedeni
ücretlerdeki durgunluk, artan konut kredisi borçları, dibe vuran emlak-konut
fiyatları ve bunun yol açtığı menkul kıymetlerin değerindeki sert düşüşlerdir. Çünkü
tüm bu gelişmelerin sonucunda tüketim harcamalarında büyük bir düşüş ortaya
çıkar (11).
“İyi”
burjuvazi, “kötü” burjuvazi
Kısaca finansallaşma teorileri ekonomik krizlerin
nedeni olarak kapitalist üretim tarzını değil, onun aşırı finansallaşmasını
işaret ederler. Marx’ın ileri sürdüğünün aksine, onlara göre mal ve hizmet
üretimindeki azalan kârlılık değil, finansın istikrarsız ve spekülatif
karakteri krizlerin gerçek nedenidir.
Böylece finansallaşmanın gerçekte Marksist olmaktan
ziyade bir post-Keynesyen tema olduğu ileri sürülebilir. Çünkü bu yaklaşım kapitalistleri
sanayici kapitalist ve finans kapitalisti şeklinde ikiye ayıran Keynesyen
görüşün bir dikotomisidir.
Bu tür yaklaşımların etkileriyle, günümüzde sıklıkla “rant ekonomisi”, “rant çıkarımı”, “faizci-rantiye”
gibi heterodoks açıklamalara rastlarken, kârın emek sömürüsünden
kaynaklandığını anlatan sade kapitalizmden söz edilmemesi gibi bir durumla
karşı karşıya kalırız.
Hatta sanayi burjuvazisinin iyi (özellikle de milli ve
yerli olanlar), finans burjuvazisininse kötü burjuvazi olduğu biçiminde bir algı
yaratılır. Bu yapılırken de büyük sanayi
ve ticaret gruplarının aynı zamanda bankalarının ve diğer finans kurumlarının
da sahibi oldukları, servetlerinin önemli bir kısmını yurt dışında vergi
cennetlerinde tuttukları gerçeği unutulur.
Panitch
& Gindin: Finansallaşma eksik tüketimi tazmin eder, kârlılığı değil
Bu temada aşırı borçlandırma (ya da finansallaşma) düşük tutulan ücretleri tazmin etme
mekanizmasıdır, ama aynı zamanda bir sonraki finansal krizin de nedenidir. Bu
çerçevede kârlılığın bu krizlerle hiçbir ilgisi yoktur.
Dolayısıyla da emekçilerin yeni düşmanı artık
kapitalizm değil, finans kapitaldir. Krizler bankaların ve genel olarak
finansal kurumların denetlenmemesinin, düzenlenmemiş ya da finansal paniklerin
sonucudur.
Krizden çıkış stratejisi olarak da finansal sektöre ve
finansal kuruluşlara yönelik olarak alınması gereken önlemlere, bunun yanı sıra
reel sektöre verilecek desteklere odaklanılması gerekir.
Marx:
Kredi üretimin, ticaretin tekerini yağlar, ama…
Diğer taraftan Marx’ın kendisi kapitalizmde kredinin
ve spekülasyonun rolünü kabul eder. Ancak ona göre, finansal yatırımlar
kapitalist birikim sırasında ortaya çıkan kâr oranlarındaki düşüşü karşılayıcı
bir faktördür. Kredi ise “kapitalist ticaretin tekerlerini yağlayan bir yağdır,
ama emek sömürüsünden elde edilen getiri azalmaya başladığında kredi borca
dönüşür ve artık geri ödenemez hale gelir. Finansallaşma hipotezini
açıklayamadığı şey kredilerin neden ve ne zaman aşırı borca dönüştüğüdür” (12).
Kuşkusuz Marx’ın kapitali yazdığı 150 yıl öncesine
göre kapitalizm çok değişti. Tüm dünyaya hâkim (küreselleşme) ve son birkaç on
yıldır finansın rolü çok arttı. Ancak bu gerekçelerle kapitalin (dolayısıyla da
emek- değer, genel –birikim ve kâr
oranları yasalarının) geçerliliğinin kalmadığını ileri sürmek büyük yanlışlıktır.
…..devam
edecek: Marksist Azalan Kâr Oranları Eğilimi Yasası ve Ekonomik Krizler.
Dipnotlar:
(1) Fred
Moseley, “The Long Trends of Profits”, www.workersliberty.org
(19 March 2008).
(2) Irving
Fisher, “The Debt-Deflation Theory of Great Depressions”, Econometrica,
4, (October 1933).
(3) Hyman
Minsky, Can “It” Happen Again?, New
York: M. E. Sharpe, 1982.
(4) Thomas
I. Palley, “Financialization: What It Is and Why It Matters”, Political
Economy Research Institute Working Paper Series, No. 153, (November 2007),
s. 8-11.
(5) Immanuel
Wallerstein, Historical Capitalism,
London, Verso, 2011, s. 15.
(6) John
Bellamy Foster and Robert W. Chesney, “Monopoly-Finance Capital and the Paradox
of Accumulation”, Monthly Review,
Vol. 61, No..5 (October 2009), s. 13.
(7) Costas
Lapavitsas, Profiting Without Producing
How Finance Exploits Us All, London Verso Books, 2013.
(8) Mustafa
Durmuş, Kapitalizmin Krizi, 2008
Krizinin Eleştirel Bir Çözümlemesi, Birinci Baskı, Tan Kitabevi Yayınları,
2009, s. 180-182.
(9) Lapavitsas,
agk.
(10)
Michael Roberts, The informal empire,
finance and the mono cause of the Anglo-Saxons, https://thenextrecession.wordpress.com/2013/11/12/the-informal-empire-finance-and-the-mono-cause-of-the-anglo-saxons.
(11)
Agm.
(12)
Michael Roberts, “Financialisation or
profitability?”, https://thenextrecession.wordpress.com
(27 November 2018).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder