DEFOLU
KUMAŞTAN BİR ÜRETİM DAHA: BORİS JOHNSON
Mustafa
Durmuş
29
Temmuz 2019
Modi, Trump ve Bolsonaro gibi isimlerin ardından iktidardaki
milliyetçi-otoriter popülist liderler kervanına Boris Johnson da katıldı, T.
May ’in istifasıyla boşalan İngiltere’deki başbakanlık koltuğuna oturdu.
SAĞCI,
IRKÇI, CİNSİYETÇİ VE SERMAYE AŞIĞI
Yukarıda adları verilen ama aslında sayıları dünyada
çok daha fazla olan bu liderlerin belirgin bazı özellikleri var: İkiyüzlülükle, seçkinlere karşı sıradan insanların,
halkın çıkarlarını savunduklarını ileri sürerler; insanların korkularını ve
duygularını manipüle ederler, onlara yalan söylerler (1).
Bu liderlerin bir diğer özelliği, iktidar olduklarında
mevcut devlet aygıtını ele geçirerek, onu hem kendilerini, hem de çevrelerini
zenginleştirmek için kullanmak, yani bir tür “ahbap-çavuş kapitalizmini”
yaygınlaştırmak (2).
Ayrıca kişisel özelliklerinde de ortak yönler
fazlasıyla mevcut. Trump ve Bolsonaro ırkçı, yalancı, mülteci düşmanı,
cinsiyetçi ve homofobik söylemleriyle akıllara kazınmıştı. Johnson ise “kendini
kontrol edemeyen, derbeder bir yaşam tarzına sahip, kronik yalancılığı ve
uygunsuz davranışları yüzünden daha önceki işlerinden kovulmuş biri” olarak
tanımlanıyor (3).
Ayrıca başbakan olmadan çok kısa bir süre önce, bir
gece yarısı kız arkadaşı C. Symonds ile ciddi bir münakaşaya girmesi sonucunda
bu durumdan rahatsız olan komşuların şikâyetiyle Symond’un evine polisin
gelmesiyle bir skandala adı karışan bir politikacı (4). Bu kişisel
özellikleriyle Johnson’un diğerlerinden farklı olmadığı ortaya çıkıyor.
İNGİLTERE’DE
ENDİŞE İLE KARŞILANDI
Johnson’un başbakan olması, beklendiği gibi, İngiltere’deki
emekçileri, ilericileri, solcuları,
demokratları ve aralarında Türkiye cumhuriyeti vatandaşlarının da bulunduğu göçmenleri
endişelendirdi.
TRUMP
VE JHNSON’UN ÇANKIRI’LI HEMŞEHRİLERİ MEMNUN
Ülke dışında Johnson’un başbakanlığına sevinenlerin
başında ise ABD Devlet başkanı Trump geliyor. Trump, Johnson’un kararlı, zeki
iyi bir politikacı, aynı zamanda da kendisinin İngiltere versiyonu olduğunu
söyledi (5). Yani 1980’lerin başında Reagan ve Thatcher ile somutlaşan
neo-liberal neo-otoriter Anglo-Sakson İttifakı bugünlerde Trump ve Johnson ile
sürdürülüyor.
Johnson’un başbakanlığı Türkiye’de sadece
Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından değil, Çankırı’nın bir köyünde yaşayan Johnson’un
dedesinin köylüleri tarafından da memnuniyetle karşılandı (6).
Yurdum insanı Johnson’un başbakan olmadan önce Brexit
karşıtı açıklamaları sırasında Brexit’i (aralarında Türklerin de bulunduğu göçmenleri
İngiltere’den kovmak için istediğini belirten sözlerini duymadıklarından olsa
gerek) sırf Osmanlı bir dedeye sahip olduğu için Johnson’u sahiplendiler.
COCKBURN:
YUMUŞAK DARBE!
Britanyalı gazeteci - yazar P. Cockburn İngiltere’deki
bu gelişmeyi (Trump’ın seçilmesine ilave olarak) 1920 ve 1930’ların demagog
milliyetçi popülist liderlerin yükselişine ve başbakan olma biçiminden hareketle
bunu bir tür yumuşak darbeye benzetiyor (7).
MONBİOT:
ULTRA ZENGİN YERLİ OLİGARKLARIN DÖNEMİ
Tarihsel olarak adı burjuva demokrasisi ile anılan
ülkelerin başlarında gelen Britanya’da böyle birinin (Muhafazakâr Tory
Partisi’nden dahi olsa) nasıl başbakan seçildiğini, yine Britanyalı bir
araştırmacı gazeteci-yazar G. Monbiot sermaye sınıfının değişmekte olan
karakteriyle açıklıyor.
Monbiot’a göre (8), Johnson’un seçilmesinin asıl
nedeni ülkedeki ultra zenginler. Çünkü bu zenginler paralarını ve medya
güçlerini böyle politikacıları iş başına getirmek için kullanıyorlar.
Bir zamanlar orta düzey yöneticileri, teknokratları
tercih ederken bugün büyük sermayenin “soytarıları” neden tercih ettiğini ise
yazar, kapitalizmin değişmekte olan karakteri ile açıklıyor.
Ona göre, 1990’lerde ve 2000’lerde sermayenin baskın
kanadı kârı sürekli kılmak ve sınıfsal çıkarlarını güvence altına alabilmek için
teknokrat türden politikacıları ve hükümetleri kullanmayı tercih ediyordu. Bugünse büyük servetler girişimcilikle değil,
miras ile, tekelcilikle, rant-kollayıcı faaliyetlerle, arazi, emlak, entellektüel
mülkiyet hakları gelirleriyle, software, sosyal medya platformları, montaj
hizmetleri gibi normalin çok üstünde kâr marjı ve rant sunan faaliyetlerle
gerçekleştiriliyor. Ayrıca bu durum Rusya’daki oligarklarla sınırlı değil, küresel
bir olgu haline geldi. Öyle ki sermayenin gücü artık oligarşinin gücüne
dönüşüyor ve / veya sermaye gücünü oligarşiden alıyor (9).
Bu oligarklar istikrarlı bir devlet ya da kapitalizm
değil, parçalanmış ve yeniden yapılandırılmış kaos içinde bir düzene ve yapıya
sahip bir “Felaket Kapitalizmi” istiyorlar. Çünkü kaos böyle bir kapitalizmin
çoğaltanı olarak işlev görürken, servet
artık bunun üzerinden birikerek çoğalıyor.
AKIL
DIŞI TEŞHİRCİLER
Burjuva demokrasisinin kurumlarının, kurallarının ve
işleyişinin bozulmasıyla yeşeren ‘Felaket Kapitalizmi’nden asıl olarak ultra
zenginler yararlanıyor. Giderek dinamizmini yitiren, donuklaşan politik alan
artık Trump, Johnson, Putin ve diğerleri gibi akıldışı teşhirciler tarafından
işgal ediliyor. Dünyanın birçok Batılı ülkesinde insanların bir zamanlar
ciddiye almayıp, gülüp geçtikleri karakterler işbaşına getiriliyorlar.
CHANDRASEKHAR:
SEÇKİNLERİN SALDIRILARI BAŞKA BİR GÖRÜNÜMDE DEVAM EDİYOR
Bir başka anlatımla, neo- liberal politikalar piyasa
köktenciliğini göklere çıkartan, ancak aynı zamanda da devleti, gelir ve
serveti finans kapital ve büyük sermaye lehine yeniden bölüştürmede kullanan
politikalar. Ancak bu politikalar bugün
küresel çapta büyük ölçüde meşruiyetini kaybetti. Sadece yüzde 1’i
zenginleştirirken, toplumun geri kalanını düşük büyüme ve resesyonla ezen bu
politikaların seçenek olmadığı anlaşıldı. Bu Brexit ve Trump’ın iş başına
gelmesiyle iyice açığa çıktı.
Diğer yandan bu gelişmeler neo- liberal seçkinleri
durdurmaya yetmedi, tam tersine daha da azdırdı. İktidarın emekçiler tarafından
alınabileceği korkusuyla, büyük sermaye grupları ekonomide karar alma
mekanizmalarını ele geçiren hamlelerle neo- liberal projelerin çöküşünü
önlemeye çalışıyorlar (10).
STANDİNG:
RANTÇI EKONOMİ RANTÇI DEVLETE YOL AÇIYOR
Standing’in anlatımıyla (11), artık rant ekonomisine
dönüşen “Çürümüş Kapitalizm” ve onun çıkarlarına hizmet eden “Rantçı Devletlerden”
söz etmek gerekiyor.
Böyle bir kapitalizmin özünde; özel sermaye
gruplarının devletle kurduğu özel-sıcak ilişkiler, bağlantılar, kendilerine
sunulan seçici sübvansiyonlar ve seçilmiş sermayedarlara kamuya ait
malların-varlıkların devredilmesi, satılması, özelleştirmeler gibi uygulamalar
var. Toprak ve su kaynakları, madenler çok uluslu enerji ve maden ve gıda
şirketlerine uygun fiyatlardan satılıyor, devrediliyor. Böyle olunca da kâr
–rant için bu doğa tahrip edilirken, yüzlerce yıldır halkın müşterek
kullanımında olan bu alanlar yeni çitlemelerle halka kapatılıyor ya da
fiyatlama yoluyla bu alanlar metalaştırılıyor.
En yaygın gelir biçimleri ise; topraktan, mülkten,
sudan, madenlerden ve finansal yatırımlardan sağlanan rant gelirleri olsa da,
borç faizi gelirleri, entelektüel mülkiyet hakları, yatırımlardan sağlanan
sermaye kazançları, tekel kârları, devletçe verilen sübvansiyonlar, finansal ve
diğer alanlardaki aracılık ve komisyonculuk gelirleri de rant gelirleri olarak ön
plana çıkıyor. Böylece gelirlerinin büyük kısmını ranta dayalı faaliyetlerden
sağlayan “rant ekonomisi” rantiyeye hizmet eden “rantçı devlete” dönüşüyor.
(Ankara Garı'ndan sonra Atatürk Orman Çiftliği’nin
imar planı kapsamındaki kamu arazisinden de 555 bin metrekarelik bir alanın bir
Cemaate yakın olduğu bilinen Medipol adlı bir şirketler grubuna verilmesi rant
ekonomisi- rant-devleti uygulamalarının yaygınlığını göstermiyor mu?)
Bu tespitler ışığında, Johnson’un başbakanlığı
kapitalizmde yaşanan değişikliklerle olduğu kadar, egemen sermaye yapısındaki
değişimle de uygun düşüyor.
KÜRKÇÜ:
LÜMPEN BURJUVAZİNİN SURETİNDE BİR DÜNYA
E. Kürkçü Johnson’un başbakanlığını “lümpen
burjuvazinin suretinde bir dünya” olarak niteliyor:
"Saman sarısı saçları, portakala çalan
ciltleriyle dünyanın geri kalanına ilk bakışta ne kadar yabancı görünseler de
tarzı siyasetleri, söylemleri, antientelektülel ve özgürlük karşıtı
zihniyetleriyle çok tanıdık” (12).
Ancak Johnson’u sadece rantiye sermaye gruplarının,
İngiliz oligarklarının ya da lümpen burjuvazinin bir temsili olarak görmek
önemli bir gerçeğin gözden kaçırılması gibi bir riski içeriyor. Bu ülkenin
Thatcher yıllarında yaşadığı en keskin neo-liberalizm uygulamalarına geri
dönülüyor olduğu gerçeği. Bu dönüş çabasının izlerini Johnson’un yeni kabinesinin
bileşiminden görebilmek mümkün.
ANDREWS:
SERBEST PİYASACILIĞA GERİ DÖNÜŞ YAŞANACAK
Piyasacı bir düşüncü kuruluşu olan Institute of
Economic Affairs’in (IEA)
yöneticilerinden K. Andrews’e göre (13), Johnson yeni kabineyi en sert piyasacı
kişiliklerden oluşturarak çok önemli bir iş yaptı (Thatcher’den bu yana bir
ilk).
Böylece yeni kabinenin üyelerinin en az 14’ünün tam
bir bireycilikten yana olan ve serbest girişim fikrinin şampiyonluğunu yapan
Serbest Girişim Grubu gibi ultra liberal düşünce gruplarından oluşması piyasa
sevicilerini mutlu ediyor.
Bunlar sadece anlaşmasız bir biçimde AB’den çıkmaktan
yana değiller (Brexit), ayrıca devlet müdahalelerinin sona ermesinin, sermayeye
verilen vergi indirimlerinin yaygınlaştırılmasının, özel sektöre daha fazla
destek verilmesinin gerekliliğini savunuyorlar.
SEÇMEN-HALK DESTEĞİ: NEDEN?
Diğer taraftan gerek Trump, gerekse Johnson’un ve
diğer milliyetçi -otoriter popülist liderlerin azımsanamayacak bir halk
desteğine sahip oldukları da bir gerçek. Yani olay sadece büyük sermayenin,
büyük medya gruplarının halkı manipüle etmesi olgusuyla açıklanamaz.
Bu konuyu bilimsel bir araştırma konusu haline getiren
iki Britanyalı akademisyenin geçen yıl yayınladıkları bir kitap yol gösterici
olabilir (14). Yazarlar Batı ülkelerinde geniş yığınların milliyetçi, otoriter,
popülist lider ve partilere yönelmelerini uzun dönemli sosyal değişiklikler
yaratma etkisine sahip aşağıda özetlenen dört faktörle açıklıyorlar.
EATWELL
& GOODWİN: MİLLİYETÇİ, OTORİTER POPÜLER YÖNETİMLERE YOL AÇAN DÖRT FAKTÖR
İlk olarak, Batı ülkelerindeki liberal demokrasi
seçkinci ve bu halkta politikacılara ve demokrasinin kurumlarına olan güveni
sarstı. Öyle ki yığınlar artık
parlamento ya da hükümetlerde (hatta AB’de) kendi seslerinin duyulmadığına, kendi
ihtiyaçlarının dillendirilmediğine inanıyorlar. Yani ciddi bir sisteme ve onun aktörlerine
güven yitimi sorunu yaşanıyor.
İkinci olarak, (özellikle
de yaşlı seçmenlerde olmak üzere) ülkeye olan göçler, mülteci akınları ve
toplumdaki hızlı etnik değişimler tarihsel ulusal kimliklerinden kopartıldıkları
ve alışıla gelmiş yaşam biçimlerinin ciddi bir tehdit altında olduğu algısına
neden oluyor.
Üçüncü olarak, neo-liberal küreselleşme sonucunda
gelir ve servet dağılımı adaletsizlikleri, eşitsizlikleri ve ekonomik sorunlar
iyice arttı. Kitleler giderek daha fazla yoksullaştıklarına, yoksun
bırakıldıklarına ve dışlandıklarına inanıyorlar. Bu da hem kendileri, hem de
çocuklarının gelecekle ilgili olarak endişeye kapılmalarına yol açıyor.
Bu belirleme oldukça önemli çünkü iktidardaki merkez
partiler neo-liberal küreselleşmeyi benimsediler ve buna uygun ekonomi
politikaları uygulayarak, ekonomik sorunların ve eşitsizliklerin artmasına,
halkların yoksullaşmasına neden oldular. Bu durum bu partilerin taban
kaybetmeleri ile sonuçlanırken, hızla değişen dünya koşullarında kapitalizmin
geleceğine ait belirsizlikler nedeniyle korkuya kapılan halk, bu korkularını
çok iyi kullanan aşırı sağcı partiler ve hareketlerin eline düşmeye başladı (15).
Dördüncü olarak, sıradan insanların geleneksel ana akım
siyasal partilerle olan bağları iyice zayıfladı. Bu partilere ve içinde yaşanılan
sisteme olan yabancılaşma giderek artıyor.
Bu nedenle de liberal demokrasinin “istikrarlı siyaset”, “güçlü ana akım
partiler” ve “sadık seçmen” gibi temel özellikleri erozyona uğramış durumda.
Artık insanlar ana akımın değil, giderek marjinallerin peşine düşüyorlar. Bu
boşluğu şu ana kadar dolduran en becerikli kesim ise böyle sağcı milliyetçi
popülist liderler ve partiler oldu (16).
Nitekim yıllardır İngiltere’de muhalefetteki İşçi
Partisi işçilerin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük öneriler geliştiremedi,
küreselleşmenin yol açtığı sorunları doğru analiz edemedi ve emekten yana
çözümlerle kitleleri yanına alamadı. Bu nedenle de bu halkın bir kesiminin
sağcı parti ve politikacıların eline düşmesini önleyemedi (17).
‘EKONOMİK GÜÇLÜKLER TEZİ’ TEK BAŞINA
AÇIKLAYICI DEĞİL
Yazarların bu kitapta özellikle vurguladıkları bir diğer
konu, genelde Sol tarafından ortaya
atılan ekonomik eşitsizliklerin ve işsizliğin böyle bir sağ popülizmi
yükselttiği iddiası. Yazarlar milliyetçi-popülist otoriter partilere
yönelenlerin sadece işsizler, işsizlik yardımı alanlar ve Beyazlar
olmadığını, her kesimden ve kimlikten, etnisiteden
(farklı ölçülerde de olsa) kesimlerin bu sağcı hareketleri ya da liderleri
desteklediklerini ileri sürüyorlar.
Bu bağlamda sadece kitlelerin ekonomik durumlarının
iyileştirilmesinin (örneğin Keynesyen yeniden bölüştürücü ve istihdam yaratma
politikalarıyla) milliyetçi-otoriter popülizmi ortadan kaldırmaya yetmeyeceğini
vurguluyorlar.
Kısaca politik alanda temsil edilmediklerini düşünenler,
artan göçler ve mülteci akımları nedeniyle tarihsel etnik kimliklerinin
bozulmasından ve yaşam kalitelerinin kötüleşmesinden korkanlar; burjuva
demokrasisi altında neo-liberalizmin kendilerini yoksullaştırdığını, aynı
zamanda yoksunlaştırıp geride bıraktığını görenler, bu yüzden de mevcut
politikacılarla her hangi bir özdeşim kurmak istemeyenler sağcı milliyetçi-otoriter
popülizmin havuzunda buluşuyorlar.
SONUÇ:
HER ALANDA KARŞI MÜCADELEYİ ÖRMEK ÖNEMLİ
Böylece sadece ne ekonomik, ne kültürel faktörler, ne
işsizlik, ne göçmen-mülteci akımları, ne milliyetçilik, ne de kemer sıkma
politikaları tek başına milliyetçi- otoriter popülizmin yükselişini açıklamaya
yetmiyor. Böyle bir yönelimin 2008 Büyük
Resesyonu’ndan önce başlamış olması bu yönelimin sadece kriz gibi ekonomik
faktörlerle açıklanamayacağının bir kanıtı.
Trump, Johnson, Putin, Modi ve diğer otoriter,
milliyetçi dinci popülist liderlerle ve partilerle cisimleşen bu gelişimin en
tehlikeli yanı ise kısa vadeli, ya da gelip geçici olmaması.
Ekonomik faktörlerin dışında toplumun sosyal dokusuyla
ilişkili faktörlerden besleniyor olması bu olguyla mücadelenin de çok yönlü
olmasını gerekli kılıyor. Bu da ekonomik-demokratik ve ideolojik alanda güçlü
ve örgütlü bir mücadelenin örülmesi ihtiyacını önümüze koyuyor.
DİP
NOTLAR:
(1) Bu
konuda bkz: Mustafa Durmuş, Büyük
Değişim-Popülist Otoriterleşme, İMGE Kitabevi, 2019, s. 46-54: Luigi Guiso,
Helios Herrera, Massimo Morelli, Tommaso Sonno, “The spread of populism in
Western countries”, https://voxeu.org/article/spread-populism-western-countries
(14 October 2017).
(2) John
Feffer, “Why Is the Radical Right Still Winning?” www. commondreams.org (11 October 2018).
(3) Jeffry
D. Sachs, “The Crisis of Anglo-American Democracy”, https://www.project-syndicate.org (25 July 2019).
(4) https://www.theguardian.com/police-called-to-loud-altercation-at-boris-johnsons-home
(21 June 2019).
(5) https://www.thetimes.co.uk/article/boris-johnson-is-the-british-version-of-me-says-president-trump
(24 July 2019).
(6) https://www.sozcu18.com/boris-johnsonin-koyluleri-kalfatlilar-sevindi
(24 Temmuz 2019).
(7) Patrick
Cockburn, “Why Boris Johnson is Even More Dangerous Than Trump”, https://www.counterpunch.org (23 July
2019).
(8) George
Monbiot, “from Trump to Johnson, nationalists are on the rise – backed by
billionaire oligarchs”, https://www.theguardian.com
(26 July 2019).
(9) Agm.
(10)
C.P. Chandrasekhar, “The Indiscreet Aggression of the
Bourgeoisie”, http://www.macroscan.org
( Jul 4th 2018.
(11)
Guy Standing, The Corruption Capitalism- Why Rentiers Thrive and Work Does Not Pay,
Biteback Publishing, 2017, s. 3-5; 241-243.
(12)
https://qoshe.com/yeni-yasam/ertugrul-kurkcu/lumpen-burjuvazinin-suretinde-bir-dunya-ertu
(25 Temmuz 2019).
(13)
Kate Andrews, “It’s the cabinet of the
libertarian comeback kids”, https://www.thetimes.co.uk
(26 July 2019).
(14)
Roger Eatwell and Matthew Goodwin, National Populism-The Revolt Against Liberal
Democracy, A Pelican Book, 2018.
(15)
Mustafa Durmuş, “Brezilya: Popülist
pragmatizmin çöküşü ve faşizmin yükselişi (1)”, www. Sendika63.org (20 Ekim 2018.
(16)
Eatwell ve Goodwin, agk.
(17)
Sachs, agm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder