Emperyalizm
ve Eylül darbeleri: 11 Eylül 1973 Şili ve 12 Eylül 1980 Türkiye
Mustafa
Durmuş
12
Eylül 2020
11 Eylül bundan 47 yıl önce Şili’de demokratik yollara iktidara gelmiş olan Sosyalist Başkan Allende ve Hükümetine karşı CIA tarafından organize edilmiş ve faşist General Pinochet öncülüğündeki Cunta tarafından yapılan kanlı darbenin yıl dönümü.
12 Eylül ise, yine CIA tarafından organize edilmiş
olan, yerli büyük sermaye tarafından da desteklenen ve faşist General Kenan
Evren öncülüğündeki Cunta tarafından gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 askeri
darbesinin 40. Yıl dönümü.
12
yılda 15 darbe
Bu darbelerle birlikte 1973-1985 tarihleri arasında
başta Latin Amerika olmak üzere Uzak Doğu ve Orta Doğu coğrafyasında 15
civarında askeri darbe gerçekleşti. Ardından askeri diktatörlükler iş başına
geldiler.
Bu darbelerin neden olduğu insani kayıplar, sosyal
kayıplar ve ekonomik kayıplar ve nedenleri üzerine şu ana kadar çok şey yazıldı
(bunlardan biri de tarafımca yazılmış olan “12 Eylül Askeri Diktatörlüğünü
Ekonomi Politiği” adlı bir kitapçık. Bu çalışma Memleket Siyaset Yönetim
Dergisi’nin 2011 /15 sayısında aynı adla yayımlandı).
Yazıya bu darbeleri bir başka bağlamda ele alan bir
kitaptan (1) bazı alıntılar yaparak başlayacağım.
Ulusal
kalkınma stratejisi ve askeri darbeler
Kitabın yazarı J. Hickel’in bu darbelere ilişkin
temel çözümlemesi şöyle özetlenebilir: Bu darbelerin yapıldığı ülkelerde
sömürgecilik sonrası döneme denk düşen ulusal kalkınmacı strateji ve politikaların
uygulanması ABD emperyalizmine ve batıya büyük rahatsızlık verdiğinden batı bu
darbeleri organize etti ya da kışkırtmıştır.
Buna göre; İkinci Dünya Savaşı sonrasına denk düşen sömürgecilik
sonrası dönemde Afrika (özellikle de Gana ve Mısır ) bir tür Afrika sosyalizmini
denerken, Hindistan ve Doğu Asya’da benzer uygulamalar görüldü, buralarda bebek
sanayiler kuruldu. Bunlar batılı ülkelere karşı yüksek gümrük tarifeleri
uyguluyor, yabancı sermaye kontrolü yapıyor ve yabancıların özel mülkiyeti
edinmesini kısıtlıyordu.
1960-1970’leri kapsayan bu “kalkınmacı dönemde”
azgelişmiş ekonomiler yılda ortalama yüzde 3,2 oranında büyüdüler. Bu, sanayi
devrimi döneminde batı ekonomilerinin büyüme hızlarının 2-3 katı ve
sömürgecilik döneminin sömürge ekonomilerinin büyüme hızının ise 6 katından
fazlaydı.
Böylece gelir ve servet uçurumu azaldı. Öyle ki Latin
Amerika’da en zengin yüzde 20 ile en yoksul yüzde 20 arasındaki servet farkı yüzde
22 oranında azaldı, toplumsal refah arttı.
1960 yılında ABD’de ortalama kişi başı gelir Doğu Asya’dakinden
13,6 kat fazlayken, bu oran 1970’lerin sonlarında 10,1 kata geriledi (yüzde 26
düzelme yaşandı). Güneyin yükselişi aynı zamanda Birleşmiş Milletler nezdinde UNCTAD’ın
kurulmasıyla sonuçlandı.
Musaddık,
Sukarno, Allende…
Yazara göre, bu gelişmeler batı ve ABD için tehlike
arz ediyor ve darbeler çağının da önünü açıyordu. Öyle ki 1953 yılında ABD’de
Eisenhower Başkan olduğunda, “kalkınmacılığı komünizme açılan yol olarak”
niteleyip lanetlemişti. Bu tutum darbeler dönemini başlattı. İlk hedef İran ve
Musaddık oldu. CIA darbesiyle Musaddık devrildi ve yerine Şah Pehlevi
getirildi.
Guatemala’dan Brezilya’ya kadar birçok Latin Amerika
ülkesinde United Fruit Company gibi büyük Amerikan şirketlerine toprak, arazi gibi imkân ve imtiyazlar sunan yerli diktatörler
korunurken, kalkınmacı paradigmaya yönelenler birer birer devrildiler.
Guyana’da, o ana kadar seçilmiş ilk Marksist devlet
başkanı 1953 yılında Britanya tarafından devrildi. Küba’daki 1961 yılında Castro’ya karşı yapılan Domuzlar Körfezi
çıkartması ise başarısız kaldı.
Endonezya’da CIA, IMF politikalarına karşı çıkan ve
yoksullardan yana yeniden bölüşüm programlarını başlatan Sukarno’yu devirmeyi
amaçlayan General Suharto’ya destek verdi. ABD askeri destek ve istihbarat
desteği sundu. Suharto böylece 1965 yılında yüzyılın en kanlı iç savaşını
başlatarak 500 bin ila 1 milyon arasında Sukarno taraftarını katletti. 1967’de
Suharto kontrolü tamamen ele geçirdi.
1966 yılında Gana devlet başkanı bir askeri darbe
ile devrildi ve ekonomi IMF ve Dünya Bankası’na teslim edildi.
Bu arada, 1940-1950’lerde ABD’de gelir vergisi
oranları yüzde 90’a yaklaşmıştı. Bu dönem söylenenin aksine en yüksek büyüme
oranlarının da elde edildiği, aynı
zamanda reel ücretlerin yüksek, sendikalaşma oranının yüzde 35’leri aşarak
tarihsel zirve yaptığı bir dönemdir.
Hayek
ve Friedman devrede: Neo-liberalizm
Bu gelişmeler sonucunda gelir ve servetten aldığı
paylar göreli olarak azalan sermaye sahibi seçkinler çareyi Hayek ve Friedman’a
sığınmakta buldular. Bu iki sağcı 1947 yılında diğer sağcı entellektüeller ve
politikacılarla birlikte Mont Pelerin Topluluğunu kurdu.
Friedman’a göre, enflasyon ve işsizliğin nedeni
piyasaların gerçekten serbest olmamasıydı. Bu nedenle de devlet
müdahaleciliğine son verilmeliydi. Ancak serbest piyasaları sadece ekonominin
yasalarıyla değil, demokrasi ve özgürlük değerleriyle ilişkilendirdiğinden Friedman’ın
fikirleri oldukça güçlü bir görünümdeydi (örneğin Kapitalizm ve Özgürlük adlı kitabı).
Friedmancılara göre sadece Keynesyenler değil, komünistler,
sosyal demokratlar ve Güney’deki kalkınmacılar da ulusun düşmanıydılar. Bu iki
sağcı akademisyen fiyat kontrollerine, asgari ücret yasalarına ve yoksullara
verilen sübvansiyonlara karşıydılar.
1929’da patlak veren Büyük Depresyon’la birlikte etkisini
yitiren klasik liberalizmi yeniden canlandıran bu iki akademisyenin öncülüğünü
yaptığı bu ideolojinin adı neo-liberalizm oldu. Neo liberaller, emekçilere
verilen sübvansiyon ve diğer devlet desteklerine karşı iken, zenginleri ve
büyük şirketleri koruyan düzenlemelerden ve teşviklerden yanaydılar. Şikago
Okulu ise sağcıların 1970’lerdeki mabedi idi.
Şili:
neo-liberalizmin ilk denek’i
Şili uygulamaları neo-liberalizmin ilk
uygulamalarıdır. Neo liberal uygulamalar asgari ücret yasasını çıkartan,
ekmeğin fiyatını düşüren, ücretsiz öğrenci yemeği veren, düşük gelirlilere
konut imkânı sunan, işçi sınıfının kamusal ulaştırmadan daha fazla
yararlanmasına imkân veren, bakır madenlerini kamulaştıran, köylülere yeniden
toprak dağıtan, sömürgeci Latifundia sistemine son veren Allende Hükümetine
karşı CIA destekli Pinochet darbesi ve askeri diktatörlüğünün ardındaki
ekonomik ve sosyal program olarak hayata geçirildi.
Darbecilere Britanya yapımı savaş uçakları da
Başkanlık sarayını bombalamak suretiyle destek verdi. Darbe ile birlikte CIA’nın fonladığı bir grup
Şilili ekonomist (Şikago Üniversitesi Mezunları- Şikago Çocukları diye
bilinirler) yeni rejimin ekonomik programını oluşturmakla görevlendirildiler.
Bunların rehberi ise Friedman’ın Kapitalizm ve Özgürlük adlı kitabıydı.
Programın ilk etkileri enflasyonun yüzde 341’e,
ekonominin resesyona ve işsizliğin yüzde 19’a yükselmesiyle görüldü. Sonraki
yıllarda devasa bir özelleştirme başlatıldı. 500’den fazla kamu işletmesi
(bankalar dâhil) özelleştirilerek satıldı.
Okullar ve sosyal güvenlik sistemi özelleştirildi, tarifeler kaldırıldı,
fiyat kontrollerine ve gıda sübvansiyonlarına son verildi. Sosyal hizmetler için
bütçeden ayrılan pay yarıya düşürülürken, ordunun payı artırıldı.
Türkiye:
12 Eylül 1980 askeri darbesi
12 Eylül tarihi ise şu ana kadar Türkiye’de yapılmış
en kanlı darbenin 40. Yılında olduğumuzu bize anımsatıyor. 12 Eylül 1980
tarihinde yapılan askeri darbe ülkenin son 40 yılını da belirlediği gibi,
birçok yönüyle belirlemeye de devam ediyor.
Darbelerin
ekonomik ve politik nedenleri
Öncelikle, yukarıda yer verilen kalkınmacı
perspektiften darbe değerlendirmesi biçiminde özetleyebileceğimiz yaklaşıma
tekrar dönelim.
Bu yaklaşıma göre; sömürgecilik sonrası dönem olan
1960 sonrası yıllarda iktidara gelen bazı ulusal kalkınmacı yönetimler,
emperyalist ülkelerin çıkarlarına ters düşen strateji ve politikalar izlemeye
başladıkları için, başta ABD olmak üzere diğer emperyalist devletler tarafından
düşman olarak ilan edildiler ve bu yüzden de CIA destekli askeri darbelerle
devrildiler.
Bu noktada şu gerçeğin altını çizmek gerekiyor: 1960
sonrası özellikle Latin Amerika ve Türkiye’deki darbelerde ABD emperyalizminin ve
NATO’nun payı çok büyük olduğu çok açık. Çünkü (ekonomik-parasal ilişkiler bir
yana) darbeciler ve temsil ettiği ordular doğrudan Pentagon ve NATO ile ilişkiliydiler
ve bu yapı ile birlikte ülkedeki oligarşinin bir parçasını oluşturuyorlardı.
Buna rağmen tüm darbeleri sadece ülke yönetimlerinin
emperyalizmle dönemsel olarak ters düşmesi ya da çatışması ile açıklamak doğru
değil. Çünkü darbelere neden olan diğer bazı (daha ziyade içsel) ekonomik ve
politik faktörler söz konusu. Bunların başında kuşkusuz ciddi ekonomik ve
politik krizler geliyor.
Örnek vermek gerekirse, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinde
bu iki faktörün ikisi de etkili olmuşken, 15 Temmuz Darbe Girişimi ve ardından
20 Temmuz OHAL ile gelen ve genelde sivil darbe olarak da nitelendirilen
rejimde ekonomik faktörlerden ziyade politik kriz etkili oldu.
12
Eylül 1980 darbesine giden süreç: Ekonomik ve politik kriz
Hatırlayalım: 12 Eylül 1980 askeri darbesi
sonrasındaki askeri yönetim döneminde resmi kayıtlara göre 650 bin kişi
gözaltına alındı, 230 bin kişi askeri mahkemelerde yargılandı. Bu dönemde, 1 milyon
683 kişi fişlenirken, binlerce kamu görevlisi 1402 Sayılı Kanun gereğince kamu
görevinden mahrum edildi. Tespit edilebilen, gözaltında ya da hapishanelerde,
işkence vb. yöntemlerle ölen sayısı 229 oldu. 700 kişinin idamı istendi ve
bunlardan 50’si (17 ‘si siyasi hükümlü olmak üzere) idam edildi (2).
12
Eylül askeri darbesi öncesinde dünya kapitalizmi uzun süren bir iktisadi
durgunluk, Türkiye ekonomisi ise derin bir iktisadi ve politik kriz içindeydi.
Türkiye’nin krizi aslında 1962’den itibaren uygulamakta olan kapitalist ithal
ikameci büyüme modelinin (en azından Türkiye’deki kısıtlı biçiminin), bir
kriziydi ve kendisini döviz krizi biçiminde gösteriyordu.
Yani
ağırlıklı olarak iç pazara, dolayısıyla belli düzeyde satın alma gücünü
garantileyen göreli olarak yüksek işçi ve memur ücretlerine dayalı ithal
ikameci birikim ve büyüme stratejisi 1970’lerin ortalarından itibaren hem içsel,
hem de dışsal ekonomik nedenlerden dolayı krize girdi.
Dış pazara bağımlı büyüme modeli
Sermaye
birikim rejimini bu krizden çıkartmak ancak yeni bir birikim rejimi ile mümkün
olabilirdi. Bu artık, iç pazara değil, kapitalist küreselleşmeye paralel
olarak, dış pazara dayanan bir model
olmak durumundaydı. Bu modelin ekonomi-politik temelini ise rekabetçi işçi
ücretleri (yani düşük ücretler), işçi sınıfının örgütlerinin dağıtılması ve
genel olarak hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması oluşturuyordu.
Krizden
çıkış için öncelikle, 24 Ocak 1980
Kararları adı altında IMF-Dünya Bankası kaynaklı istikrar tedbirleri ve Yapısal
Uyum Programları uygulandı. Bu kararlar Türkiye’yi hızla küreselleşen
kapitalizme -emperyalizme yeni ve daha sağlam bir biçimde eklemlemeyi
hedefleyen kararlardı.
Askeri diktatörlük: 24 Ocak kararlarının arkasındaki güç odağı
Bu
kararların hayata geçirilebilmesi için (aksak işlese de) mevcut parlamenter
demokratik rejimin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Çünkü ülkede işçi sınıfı
hareketi ve sendikalar güçlenmiş, başta üniversite gençliği olmak üzere,
toplumsal muhalefet ayağa kalkmıştı. On binlerce işçi grevdeydi. Sermaye sınıfı
açısından işçi ve emekçilerin haklarını, ekonomik ve politik örgütlerini
ortadan kaldıracak bir açık diktatörlüğe ihtiyaç vardı. Bu ihtiyacı 12 Eylül
Askeri Darbesi ile kurulan askeri diktatörlük karşıladı.
Bu
süreçte, bu kararlara ve bu kararları
uygulayan askeri ve sivil yönetimlere uluslararası sermaye, emperyalist devletler,
IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi uluslararası kuruluşlar da destek verdiler.
Kârlar artırıldı, ücretler
düşürüldü, halk yoksullaştı
24
Ocak Kararları ve 12 Eylül Askeri Diktatörlüğünün sonucunda; Türkiye
ekonomisinin makroekonomik performansı artırıldı; yerli ve uluslararası
sermayenin kârlılığı restore edildi ve ekonomi yeniden dış borç geri ödemesi
yapabilir hale getirildi. Bunun faturası ise (açık diktatörlük şartlarında)
işçi ve emekçi sınıflara ödettirildi. İşçilerin reel ücretleri ve köylülerin
gelirleri düştü, gelir dağılımı daha da
bozuldu. Düşük ücret, yüksek reel faiz, zamlar ve devalüasyonlar ile halk daha
da yoksullaştırıldığı gibi, ekonomik ve demokratik haklarından mahrum bırakılarak
askeri diktatörlük altında ağır bir zulme uğratıldı (3).
Darbeden
bu yana geçen 40 yıl boyunca Türkiye neo-liberal politikalara teslim edilerek
bir bütün olarak hızla dönüştürüldü, özelleştirmeler ve serbestleştirme
politikalarıyla ekonomi küresel kapitalizme ve emperyalizme daha da bağımlı
hale getirildi, kalkınma ve sanayileşme çabalarından vazgeçildi.
12
Eylül askeri darbesinden sonra da ülkede post modern darbeler gerçekleşti.
Bunların en sonuncusu bir kalkışma ya da
‘15 Temmuz 2016 Başarısız Darbe Girişimi’ olarak tarihe geçti. Ancak,
bazıları tarafından ‘kontrollü bir
darbe’ olarak da tanımlanan bu girişim, 12 Eylül 1980 darbesi öncesindeki gibi
ekonomik kriz koşullarının yol açtığı bir darbe değildi.
Çünkü
darbe öncesi yıla göre, darbe yılının ilk 6 ayında borsa yüzde 15 yükselmiş,
yabancı sermaye girişleri son yılların en yüksek seviyesine ulaşmış ve 10 yıllık
devlet tahvillerinin faizleri de geçen yıllara göre düşmüştü.
Kısaca
15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardındaki faktör ekonomik krizden ziyade
politik krizdi. Bu krizin bir ayağı 2013 yılından o yana iyice belirginleşen
FETÖ-AKP çatışmasıydı. Diğer ayağı ise Orta Doğu’da Türkiye’nin de parçası
haline geldiği savaşla birlikte iyice karmaşık bir hal alan Kürt Sorunuydu.
Öyle ki 2015 yılında çatışmasızlık sürecine son verip savaş konseptine geri
dönüşü sağlayan bir üst akıl darbe mekaniğini de harekete geçirdi.
OHAL rejimi ve KHK’lar
Darbe
girişiminden sadece 5 gün sonra ilan edilen OHAL ve devreye sokulan KHK’ler
neo-liberal, neo-popülist ve neo-otoriter bir rejimin kurulmasının ilk adımları
oldu. Geçen 4 yıl boyunca parlamenter rejim ortadan kaldırılıp, güç ve
iktidarın tek elde toplanmasına izin veren bir Türk Tipi Başkanlık Sistemi
kuruldu.
OHAL
döneminin yol açtığı çok ağır insani, sosyal, siyasal ve ekonomik maliyetleri
görebilmek içinse çarpıcı bir yazıya bakmak (4) ve geniş çaplı bir araştırmaya
dayalı olarak hazırlanan 993 sayfalık raporu incelemek yeterli olur (5).
Diğer
yandan kurulan bu “yeni” rejim altında da politik kriz atlatılamadığı gibi,
ekonomi derin bir krize sürüklendi. Öyle ki 2016 yılı ekonomik olarak “kayıp
yıl” kabul edilirken, 2017 yılında, biraz yeni büyüme hesaplama yönteminin
etkisi, biraz da Kredi Garanti Fonu’nun devasa boyutlara ulaşan kredileriyle
ekonomi hormonlu bir biçimde büyütüldü.
Ancak,
2018 yılından itibaren ekonomi sert biçimde yavaşladı ve tüm parasal ve reel
göstergelerin de yansıttığı gibi krize girdi. Yani bu kez politik kriz ekonomik
krizi tetikledi.
Sonuç: 12 Eylül devam ediyor
2020
yılına gelindiğinde ise, Korona Salgının da etkisiyle Türkiye ekonomisinde tam
bir çöküş gerçekleşti. Haziran ayındaki erken açılmayla birlikte kontrolden
çıkan salgının yanı sıra, reel ekonomi hem arz, hem de talep yönlü olarak derin
bir krizin içine girdi. Ülke tarihinde ilk kez geniş tanımlı işsizlik yüzde
50’nin üzerine (17,2 milyon) çıkarken, yoksulluk hızla arttı.
Yükselen
militarizm paralelinde artırılan savaş harcamaları ve gelir eşitsizlikleri bu
süreci daha da kötüleştirirken, devlet bu kez sürdürülemez düzeylere doğru
giden bütçe ve Hazine açıkları ve borçlanmalarla mali bir krizin içine
sürüklendi. Bunun sonucunda rejim giderek daha da otoriter bir karaktere
bürünmeye başladı.
Özetle
12 Eylül 1980’de başlayan süreç hala devam ediyor. Bunu durdurup tersine
çevirecek bir toplumsal güç ve bir demokratik politik irade ortaya çıkana kadar
da devam edecek gibi görünüyor.
Dip notlar:
(1) Jason
Hickel, The Divide-A
brief Guide to Global Inequality and Its Solutions,
Windmill Books, 2017, s. 112-133.
(2) Mustafa
Durmuş, “12 Eylül Askeri Darbesinin Ekonomi Politiği”, Memleket Siyaset Yönetim Dergisi, 2011/15, s. 95-139.
(3) Agm.
(4) Nejla
Kurul, “KHK’lilerin yası tutulabilir mi?”, https://www.gazeteduvar.com.tr
(20 Temmuz 2019).
(5) Mağdurlar
İçin Adalet Topluluğu, İkinci Yılında
OHAL’in Toplumsal Maliyetleri Araştırma Raporu (Ocak 2019).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder