Salgın fırsatçılığı ve kapitalizmin çürümüşlüğü
Mustafa Durmuş
22 Eylül 2020
Kapitalizmin tarihinde krizler, her zaman, sistemin kilit noktalarında bulunanlarca “yeni kârlar yaratmak” için iyi bir fırsat olarak değerlendirildi. Bu, özellikle de, kapitalizmin son 40 yılına damgasını vuran neo-liberalizm aşamasında geçerli oldu.
Böyle bir fırsatçılık patron sınıfı için olduğu
kadar, siyasal iktidarı elinde tutan politikacılar için de geçerli. Şöyle ki
patronlar böyle dönemlerde işçileri daha da baskılayarak onlardan sağladığı artı
değeri, dolayısıyla da kârı artırma çabası içinde olurken, siyasal iktidarı
elinde tutanlar bu durumu daha fazla otoriterleşme, böylece de iktidarlarını
sürdürme fırsatı olarak görüyorlar.
Hatta Salgın fırsat bilinip, bu ortamda dahi Kanal
İstanbul gibi bir proje savunulabiliyor, büyük köprü müteahhitlerine dolara
endeksli ödemeler ya da yandaş büyük holdinglere vergi indirimleri devam
ettirilebiliyor.
Keza bu fırsatçılık, krizin niteliğinden bağımsız
olarak, ekonomik bir kriz, doğal bir felaket ya da mevcut Korona Salgınında
olduğu gibi, küresel bir salgın durumunda da söz konusu olabiliyor.
Yeri gelmişken Salgınla ilgili birer örnek vermek
gerekirse; Ankara’da, güvenirliği tartışmalı PCR testleri artık bazı özel
hastanelerde ve özel laboratuvarda da, 350 lira karşılığında yapılıyor.
Politik bir şovla, tarihi bir müzenin ibadethaneye çevrilmesi
sırasında yüzbinlerce insan yüksek bulaş riskine rağmen bir araya getirilirken,
baroların ya da yasal bir partinin bazı yöneticilerinin bir şehirden diğerine
yapmak istedikleri barışçıl yürüyüş talepleri Salgın gerekçesiyle geri
çevriliyor.
Fırsatçılık
ve yolsuzluklar bir madalyonun iki yüzü
Salgın fırsatçılığı ve yolsuzluk bir madalyonun iki
yüzü gibidir. Yani biri diğerinden ayrı olamıyor. Şöyle ki; normal zamanlarda
burjuva hukukuna en uygun biçimde davranan hükümetler bile, krizle ya da bir
ciddi salgınla karşılaştıklarında (daha hızlı kararlar alabilme gerekçesiyle),
standart hukuki prosedürden hızla uzaklaşıyorlar. Devletten bağımsız ya da
özerk denetim birimlerinin olmaması ise bu kararların sorgulanmasını önlüyor.
Bu durum bazı sermaye sahipleri ve politikacılar
için iyi bir fırsat oluştururken, aynı zamanda da, hali hazırda yolsuzluklara
bulaşmış bir düzende yeni yolsuzlukların önünü açıyor.
Bu yolsuzluklar ya da usulsüzlükler; Salgınla ilgili
olarak halktan toplanan bağış ve yardımların hesabının tutulmamasından,
bunların nerelere harcandığına ilişkin bilgi verilmemesine, sağlık ekipmanı ve
büyük çapta zorunlu gıda ve temizlik malzemesi alımına ve dağıtımına, hatta salgınla
mücadele etmek amacıyla kurulmuş olan yeni örgütlerin yönetimine yandaşları atamaya
kadar çeşitli biçimlerde gerçekleşiyor. Eğer ülke hali hazırda despotik bir tarzda
yönetiliyorsa, hem fırsatçılığın, hem de yolsuzlukların boyutu daha da büyüyor.
Daha
az test kiti, daha az tedavi imkânı
Diğer yandan böyle yolsuzluklar Salgınla mücadelede
çok önemli olan test kitlerinin, tedavi ve karantina imkânlarının ve diğer
mücadele araçlarının maliyetini artırarak Salgınla mücadeleyi
zayıflatıyor.
Bunun sonucunda başta yoksullar olmak üzere,
toplumun ezilen kesimleri için artık daha az test kiti, tedavi ünitesi ve yoğun
bakım yatağı kalıyor. Bu kesimler tedavi edilemediğinde, ülkenin bir türlü
Salgın sarmalından kurtulması mümkün olmadığı gibi, yeni izolasyon önlemleri ve
eve kapanmalar yüzünden ekonomik tahribat daha da artıyor.
Yolsuzluklar
tek bir ülke ile sınırlı değil
Şimdi resmin büyüğüne bakalım. Bunu yaptığımızda fırsatçılığın
ve yolsuzlukların ya da usulsüzlüklerin bir ülke ile sınırlı kalmadığını ve
tahmin edilenin çok üzerinde olmak üzere çok büyük boyutlarda olabildiğini,
kısacası bunun sistemik bir konu olduğunu, görebiliyoruz.
Öncelikle, halkın bütçe hakkını savunarak, katılımcı,
hesap verilebilir ve şeffaf bütçeleme yapılması konusunda uluslararası çapta
araştırmalar yapmak, raporlar düzenleyerek hükümetlere yol göstermek amacıyla
kurulmuş olan bir örgüt Korona Salgını sonrasında devlet bütçesinin kötüye
kullanımlarının arttığını, Salgın ile mücadele adı altında yapılan büyük
çaptaki kamu harcamasının toplumun en çok ihtiyaç duyan kesimlerine gitmediğini,
dahası bunun dünya çapında yaygın bir durum haline geldiğini ileri sürerek acil
önlem alınması gerektiğini söylüyor ve çözüm olarak da şeffaflığın, gözetimin
ve katılımcılığın ciddi düzeyde artırılmasını öneriyor.(1)
Yolsuzluklar
hem gelişkin hem azgelişmiş ülkelerde mevcut
Örneklere nekro kapitalizmin çağdaş politik
figürlerinin başında gelen Trump ve ABD’den başlayalım. Brookings Enstitüsü’nün
web sayfasında yer alan bir makaleye göre;
Korona Salgını ile ilgili olarak yapılan devlet harcamalarından, başkanlık seçimleri sırasında Trump’ın
seçilmesi için lobicilik faaliyetinde bulunan 27 şirket sadece birkaç hafta
içinde 10,5 milyar dolarlık; Trump’ı destekleyen 100’den fazla diğer şirket ise
273 milyon dolarlık paylar aldı.(2)
İkinci örneğimiz Salgında yeni vaka sayısında
Brezilya’yı geçerek ilk sıraya oturan Hindistan. Hindutva Faşizminin tipik
örneğini sergileyen Narendra Modi Başbakanlığındaki Hindistan Hükümeti bu yılın
Mart ayında Başbakanlık bünyesinde bir Acil Yardım Fonu kurdu.
Fonun amacı Salgında kullanılmak üzere yurttaşlardan
bağış toplamak ve bununla ülke çapında acil ihtiyaçları karşılamaktı. Ancak bu
fonda ne kadar para biriktiğine ilişkin bir veri ya da bilgi kamuoyu ile
paylaşılmadığı gibi, toplanan paraların nereye harcandığı konusunda da bilgi
verilmiyor. Hatta bu konuda parlamentoya bilgi vermek zorunda kalan devletin
çeşitli kurumlarının verileri birbirini tutmuyor. Örnek olarak Fonun resmi web
sayfasında bu paralarla yerli imalatçılardan 50,000 solunum cihazı satın
alındığı bilgisi var ama Sağlık Bakanlığı kendilerine 20 Temmuz itibariyle sadece
17,100 adet solunum cihazının teslim edildiğini, bunların da hastanelere
dağıtıldığını söylüyor.(3)
Türkiye’de ise, CHP Ankara Milletvekili Murat Emir,
Sağlık Bakanlığı bürokratlarının peş peşe istifa etmeleri ve görevden
alınmalarının yanı sıra, Covid-19 virüsünün tespiti için üretilen yerli PCR
testlerine ilişkin tartışmalarla ilgili 10 Haziran'da Sağlık Bakanının
yanıtlaması istemiyle Meclise yazılı bir soru önergesi sundu. Çünkü Salgın
sürecinin başlamasıyla birlikte Sağlık Bakanlığı test kitlerini Ushaş adlı bir
şirket üzerinden temin ediyor ve Ushaş da test kitlerini tek bir firmadan (Bioeksen)
satın alıyordu.
Murat Emir, Ushaş'ın yerli PCR testlerini neden
sadece Bioeksen firmasından satın aldığı, bu testlerden kaç adet satın alındığı
gibi sorularının hiç birini Bakanın yanıtlamadığını, kamuoyuna da bu konuyla
ilgili şeffaf bir şekilde bilgi verilmediğini, öte yandan bu kitlerin yalnızca
yüzde 40 doğruluk oranına sahip olduğunun ortaya çıktığını açıkladı.(4)
Mali
denetim firması neden test kitlerinin alımını, dağıtımını yönetir?
Son ve belki de en çarpıcı örneğimiz ise
İngiltere’den. Bilindiği gibi bu ülkede bir süredir sağcı, neo- muhafazakâr, neo
liberal karakterli bir Boris Johnson Hükümeti iktidarda ve bu hükümet Salgından
bu yana aldığı kararlarla neo-liberalizmin fırsatçılık konusunda hiçbir sınır
tanımadığını gösteriyor.
Günlük 4 bin yeni vakanın görüldüğü ülkede şu ana
kadar Salgından hayatını kaybedenlerin sayısı 42 bine yaklaştı. 400 bin
civarında enfekte olmuş insan var. Kısaca, sürü bağışıklığı stratejisinin ilk
uygulayıcılarından olan bu ülkede bu strateji Salgının hızını daha da artırınca
(Salgının ikinci dalgasının da gelmekte olduğu gerçeği ile birlikte), bu durum iktidar
tarafından bir fırsata dönüştürüldü ve bütün ülkenin teste tabi tutulmasını
içeren devasa boyutta bir programın başlatılması kararı alındı.
“Project
Moonshot” (Aya Yolculuk Projesi) adlı bir proje altında Ekim ayından
itibaren ülkede yaşayan 68 milyon insana her hafta düzenli olarak test
uygulanacak. Böylece günde yapılan test sayısının 326 binden 10 milyona
çıkartılması planlanıyor. Böyle bir devasa test programının maliyetinin 100
milyar doların üzerinde olacağı tahmin ediliyor.
“Bunda kötülük nerede” diye sorulabilir. Kötülük
şurada ki bu iş ülkenin, belki de dünyanın en itibarlı sağlık sistemlerinden
biri olan Ulusal Sağlık Sistemi’nin (NHS)
sorumluluğunda ya da yönetiminde yapılmayacak. Bu işin yarısından
fazlası (15 iş akışından 8’i) özel sektöre, üstelik de sağlıkla hiçbir ilgisi
olmayan İngiltere çıkışlı Deloitte adlı bir uluslararası mali müşavirlik ve
denetim firmasına verildi.
“Sağlık
alanındaki en büyük özelleştirme yaşanıyor”
Hükümetin bu kararını muhalefetteki İşçi Partisi
Milletvekili C. Lewis ifşa etti. Lewis bu operasyonun ülkedeki, tarihsel olarak sağlık alanında yapılan en
büyük özelleştirme operasyonu olduğunu ileri sürdü.(5)
Bu durum neo-liberalizmin ana ayaklarından biri olan
özelleştirmelerin önümüzdeki süreçte de devam edeceğini gösteriyor. Zira bu
yöntem sermaye için hem yeni kârlar, hem de onun devletteki uzantıları için
ciddi bir servet edinme imkânı yaratıyor.
Nitekim böyle büyük bir projenin, kamuya ait bir
sağlık kuruluşuna değil de, konuyla ilgisi olmayan bir danışmanlık kuruluşuna
verilmesinin nedeninin sadece ülkenin çökertilen sağlık alt yapısı ve
neo-liberal hükümetlerin beceriksizliğiyle ilgili olmadığı, asıl amacın,
Salgından bazı büyük sermaye gruplarının ve onların temas içinde olduğu devlet
görevlilerinin büyük kazançlar sağlaması olduğu ileri sürülüyor.(6)
Aslında daha önceden de, Mart ayı sonunda Başbakan
Johnson, krizi fırsata çevirmiş ve Başbakanlıkta, merkezinde Deloitte
firmasının yer aldığı bir kriz masası kurmuş ve firmayı da toplamda 15 milyar
poundu bulan kişisel koruma ekipmanlarının satın alınması işini yönetmekle
yetkilendirmişti. Bu ekipmanların satın alınması, depolanması, dağıtılması
işleri ise DHL, Unipart ve Movianto gibi dev şirketlere verilmişti.(7)
Amaç
maddi çıkar sağlamaksa…
Görüldüğü gibi büyük sermaye ve onlarla işbirliği
içindeki politikacılar açısından; işletmelerin mali yönden denetimi ya da araç
muayene istasyonu ihalesini yapılması ile ölümcül bir virüsün test ekipmanlarının
satın alınması ve her hafta milyonlarca testin yaptırılması arasında hiç bir
fark yok. Bu nedenle de NHS gibi tarihsel bir kurum devre dışı bırakılabiliyor
ve bu iş küresel bir mali danışmanlık şirketine verilebiliyor.
Diğer taraftan sağlık emekçileri (Türkiye’de olduğu
gibi), Salgınla özveri ile mücadele ederken hastalanıyorlar, hayatlarını
kaybediyorlar, evlerinden, sevdiklerinden uzak kalıyorlar. En doğal talepleri
dahi yerine getirilmezken, Ankara’da son günlerde yaşandığı gibi, hedef gösteriliyorlar,
kendilerine “tıbbi atık” deniliyor, hatta hastaneleri basılıp silahlı
saldırılara maruz kalıyorlar.
IMF
bile tepkili
Daha önce de vurguladığımız gibi, fırsatçılığın diğer
yüzü yolsuzluk ya da kamu görevini kötüye kullanmaktır. Günümüzde (özellikle de
Korona Salgını sonrasında) artan yolsuzluklar kapitalizmin etik olarak da nasıl
bir çürüme içinde olduğunu gösteriyor.
Bu çerçevede bir IMF çalışması yolsuzlukların Korona
Salgını öncesinde de var olduğunun, ancak Salgınla birlikte şu nedenlerden
dolayı yolsuzluklarla mücadelenin çok daha önemli bir hale geldiğinin altını
çiziyor:
Salgın ile mücadele ederken devletlerin ekonomideki
rolü belirgin bir biçimde arttı. Bu da potansiyel olarak yolsuzlukların önünü
açtı. Diğer yandan Salgınlar insanların kamuya ve kamu kurumlarına olan güveninin
sorgulanmasına neden oluyor. Sağlık hizmetlerine olan talebin böyle yüksek
olduğu dönemlerde etik davranışlar ve sorgulamalar çok daha belirgin bir hal
alıyor. Yolsuzluklarsa ülkenin krizle
etkin bir biçimde mücadele etmesini önlerken, ekonomide oluşan hasarı daha da
artırıyor, politik ve sosyal uyumu, bütünleşmeyi ortadan kaldırıyor, sosyal
çözülmeye neden oluyor. Ayrıca, Salgın nedeniyle verilen kamusal destekler yüzünden
kamu maliyesi kötüleşiyor ve yeni vergi ihtiyacı doğuyor. Yolsuzluklar son
tahlilde halkın üzerindeki verginin yükünü artırıyor.(8)
Söz
konusu kâr ise gerisi teferruattır
Sonuç olarak, diğer örneklerde de görüldüğü gibi, İngiliz
Hükümetinin Korona testlerinin yaptırılması ile ilgili kararı, kapitalist düzende büyük kârlar söz konusu
olduğunda ne doğanın, ne de insan-toplum sağlığının artık teferruattan öte bir
şey olmadığını gösteriyor.
Bu yüzden de, kâr amaçlı bir üretim sistemi olan kapitalizm
ortadan kaldırılmadığı sürece insan ya da toplum sağlığının korunabilmesinden
ya da mevcut salgınla, hem de gelecekteki yeni salgınlarla baş edebilmek mümkün
değil.
Nasıl ki ekonomik krizler (ve artık) salgınlar
kapitalizmin inkâr edilemez birer gerçeği ise, kapitalist devletlerin bunlara
karşı yenik düşmesi de bu gerçeğin kaçınılmaz bir sonucudur.
Dip notlar:
(1) Advocacy
for accountable budgets is especially critical in COVID-19 era”, International Budget Partnership
info@internationalbudget.org (4 June 2020).
(2) https://www.brookings.edu/research/addressing-the-other-covid-crisis-corruption
(22 July 2020).
(3) https://theconversation.com/india-why-secrecy-over-narendra-modis-coronavirus-relief-fund-damages-democracy
(11 September 2020).
(4) https://www.birgun.net/haber/turkiye-deki-test-kitleri-bozuk-cikti-5-burokrat-gorevden-alindi
(22 Temmuz 2020).
(5) https://www.opendemocracy.net/en/dark-money-investigations/deloitte-gets-another-huge-covid-contract-for-crazy-plan-to-test-millions-each-day
(21
September 2020).
(6) Julie Hyland, “UK firms awarded billions in
NHS/government contracts amid failure of COVID-19 testing system”, https://www.wsws.org (21 September
2020).
(7) https://www.bma.org.uk/news-and-opinion/outsourced-and-undermined-the-covid-19-windfall-for-private-providers
(8 September 2020).
(8) Vitor Gaspar, Martin Mühleisen, Rhoda
Weeks-Brown, “Corruption and COVID-19”, https://blogs.imf.org
(28 July 2020).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder