“Dünyada
ve Türkiye’de emeğin halleri” yazı dizisi (3):
GELİRDEN
ALINAN PAY VERİMLİLİĞE GÖRE BELİRLENMİYOR
Mustafa Durmuş
26 Temmuz 2018
19.yüzyılın
son çeyreği ekonomi bilimindeki gelişmeler açısından son derece önemlidir.
Çünkü bu dönemde, A. Smith ile bir yüzyıl önce başlayan Klasik burjuva
iktisadında önemli bir paradigma kırılması yaşandı ve Neo Klasik İktisat Okulu
ortaya çıktı.
1890
yılında ise bu okulun önde gelen temsilcilerinden Clark, kapitalist bir piyasa
ekonomisinde sadece emek ve sermaye gibi iki üretim faktörünün var olduğunu ve arz
ve talep kanunu ile bu faktörlerin en verimli üretimlerinin gerçekleştiğini temel
alan bir üretim ve bölüşüm modeli ortaya attı (1).
Clark’ın
asıl derdi o dönem işçi sınıfı içinde çok etkili olan Marx’ın artı değer
sömürüsünü esas alan kapitalizm eleştirisi karşısında, karşı savlar
geliştirmekti.
Bu
modelinde Clark kapitalist piyasalarda üretimin son derece etkin
gerçekleştirildiğini ve bunun sonucunda ortaya çıkan bölüşümün de son derece
adil olduğunu ileri sürdü. Böylece
işçilerin sömürülmesi gibi bir olgu mevcut değildi. Çünkü her iki faktör de
marjinal verimliliklerine eşit bir pay almaktaydı.
Hangi faktörün marjinal verimliliği daha fazlaysa, hasıladan o daha fazla pay alıyordu.
Hangi faktörün marjinal verimliliği daha fazlaysa, hasıladan o daha fazla pay alıyordu.
İşte
o zamandan beri ana akım burjuva iktisat okulları, bölüşüm meselesini daha
sonra Neo Klasik Faktör Donanımı Teorisi olarak adlandırılan bu teoriye göre
ele alırlar.
Örnek
olarak 20. Yüzyılın ikinci yarısında, iktisatçı Fama’nın “Etkin Piyasa Teorisi” de benzer biçimde
piyasaların kaynakları etkin tahsis ettiğini, buna ücretlerin de dâhil olduğunu
ileri sürerek, ortaya çıkan emek-sermaye bölüşümünün adil olduğunu vurguladı.
Son
olarak bu kervana Keynesyen iktisatçılar da katıldılar. Öyle ki 2000’li
yıllarda yıldızı bir anda parlayan Keynesyen iktisatçılardan birisi olan T.
Piketty de asıl olarak bölüşüm konusunda bu teoriden kopmadı ve bölüşüm
analizleri için bu teoriyi kullandı (2).
O
halde bu bölüşüm teorisinin temel çıkarımı nedir?
Özetle,
bu teoriye göre, verili bir andaki gelir dağılımı her bir üretim faktörünün
sunduğu hizmetin değeri ve miktarınca belirlenir. Bu bağlamda öncelikle üretim
faktörünün sahip olduğu donanımın niteliği çok belirleyicidir.
NE
KADAR DONANIM O KADAR GELİR!
Donanımı
bir örnekle açıklarsak, bir emekçinin donanımı onun becerilerinden, aldığı
eğitimden, beden ve ruh sağlığından ve para kazanma arzusundan (çok çalışma
anlamında) oluştuğundan, onun ücretinin düzeyini bu donanımın yüksekliği ya da
düşüklüğü belirler.
Diğer
taraftan bir sermayedarın donanımı (yukarıdaki faktörler olsun ya da olmasın); kendisine
para-sermaye ve ticaret kültürü biçiminde kalan miras, yakaladığı fırsat ve şanslar ve biriktirdiği
servet ve güç ilişkileri gibi emek sarf edilerek kazanılacak gelirlerden
ziyade, kendisine sunulmuş imkânlardan oluşur. Böylece onu verimli kılan bu
donanımın büyüklüğüne bağlı olarak, elde edeceği gelir daha yüksek ya da daha düşük
olabilecektir.
ÜRETİM
FAKTÖRÜNÜN MARJİNAL VERİMLİLİĞİ
Böylece
teoriye göre, her hangi bir üretim faktörünün sahip olduğu donanım adil (!)
bölüşüm için veri olarak kabul edildiğinde, piyasa ekonomilerinde gelir
dağılımı, bu donanıma sahip faktörün piyasa değerince (fiyatınca) belirlenir. Bu
değer ya da fiyat da tam rekabetçi piyasalarda bu faktörün marjinal
verimliliğine eşittir.
Yani
bir işçi çalışması sırasındaki harcadığı son birim emeğin verimliliği,
üretkenliği ölçüsünde ücretini artıracak ya da düşürecektir. Bu emek ne kadar
verimli ise ücreti o denli yüksek olacaktır. Bu anlamda da emek gücü
verimliliğinin sürekli olarak artması gereklidir.
Bu
yaklaşımın doğal çıkarımı üretimden adil pay alabilmek için sınıf mücadelesine,
sendikalara, toplu iş sözleşmelerine ya da grev hakkına ihtiyaç olmadığıdır.
Çünkü işçiler daha verimli çalışarak daha çok ücret geliri, sermayedarlar da
daha verimli çalışarak daha fazla kâr elde ettiklerinde adil bir bölüşüm
sağlanmış olacaktır.
VERİMLİLİK
VE ÜCRET VERİLERİ TEORİYİ ÇÜRÜTÜYOR
Oysa önceki
bölümlerde kısaca sunduğumuz OECD ve ILO’nun verileri (3) örneğin son 10 yıldır
küresel çapta, emek gücü verimliliğinin artmasına rağmen ücret artışlarının
bunun çok gerisinde kaldığını gösteriyor. Yani pratikte gelir bölüşümü bu
teoriye uygun olarak gerçekleşmiyor, işçiler daha verimli ve daha çok
çalışsalar da bu üretkenliklerinin karşılığını alamıyorlar.
Buna
karşılık borsa, tahvil piyasalarından sağlanan süper kârlar örneklerinde olduğu
gibi sermayedarlar oturdukları yerden (verimli her hangi bir çabaya gerek
olmaksızın) kârlarını katlayabiliyorlar.
Ya da ülkede olduğu gibi ahbap-çavuş kapitalist ilişkileri içinde devletten
aldıkları ihale ve teşviklerle kârlarını çok verimli (!) bir biçimde artırıp
daha da zenginleşebiliyorlar.
PATRONLARIN
GÜCÜ ATTIKÇA ÜCRET DÜZEYİ DÜŞÜYOR
Bu teoriyi boşa düşüren bir diğer gerçeklik dünyada
tam rekabet piyasalarının olmadığı (belki de hiç olmadılar ve “görünmez el” hiç
yoktu), bunun yerine devletin açık elinin, eksik rekabet ya da tekelci
piyasaların hâkim olduğudur.
Çünkü A. Smith tam rekabet piyasalarını yüceltirken : “
Zenginler tüm gelişmelerin nemasını yoksullarla paylaşırlar. Bunu yaparken
görünmez el onlara yardımcı olur. Şöyle ki dünya, üzerinde yaşayanlar arasında
eşit paylaşılsaydı ve tüm toplumun çıkarlarını geliştirme amacı ve niyetiyle
türlerin çoğalmasını sağlayabilmek için gerekli olan malların nasıl
paylaştırılması gerekiyorsa, görünmez el de hemen hemen aynı bir bölüşümü
sağlar” (4) demişti.
Oysa günümüzde eksik rekabet ya da monopol
piyasalarının hakim olduğu bir kapitalizm hüküm sürüyor. Bunlardan eksik(ya da
aksak) rekabet piyasaları rekabetin
sınırlı sayıda firmaya kadar daraldığı (bu anlamda tam rekabetin koşullarının
geçerliliğini kaybettiği) durumu,
tekelcilik ise rekabetin bütünüyle ortadan kalktığı ve bir mal ya da hizmetin
tek sunucusunun bulunduğu bir durumu anlatır.
Ancak tekelcilik sadece tek sunucu ya da tek satıcı olduğunda
değil, tek bir faktör (emek) alıcısı olduğunda da ortaya çıkar. Bu duruma
monopson emek gücü piyasası (tek emek gücü alıcı piyasası) denilir. Diğer
taraftan tek alıcılığı tek bir firma olarak değil, çok az sayıda firma olarak
algılamak günümüz gerçeğine daha uygundur.
SOSYAL STATÜ, POLİTİK İLİŞKİLER, IRK, CİNS, ETNİSİTE?
Böylece eksik rekabet piyasaları söz konusu olduğunda,
emek dahil üretim faktörlerinin getirisini (ücret düzeyi) belirleyen unsur, faktörün marjinal verimliliğinden ziyade; sosyal
statü, ilişkiler, aile bağlantıları, ırk, cins, etnisite, emek gücü piyasalarının
örgütlenme düzeyi, sendikalaşma ve toplu sözleşme haklarının varlığı / yokluğu
ya da işçi sınıfının örgütlenme düzeyi gibi etkenler oluyor.
Çünkü teoriye göre, tam rekabet piyasalarının aksine
bu tür piyasalar işçilerin yeterince verimli çalışmalarını sağlayamıyor,
dolayısıyla da verimlilik-ücret ilişkisi zayıflıyor.
Örnek olarak Migros ile bir mahalle bakkalının
mücadelesi adil midir? Ya da sınıfsal konumunuz, nerede doğduğunuz, cinsiyetiniz,
etnik kimliğiniz, inancınız, ideolojiniz, hangi okullara gittiğiniz ya da
arkadaşlarınızın kimler olduğu ya da geçmişinizin nasıl olduğu toplumsal hasıladan
pay alırken gerçekten fark etmez mi?
MONOPSON PİYASALAR ÜCRETLERİ BASKILIYOR
Özellikle de emek gücünün alınıp satıldığı piyasalarda
eğer tek alıcılık (monopson) durumu söz konusuysa bu reel ücretleri ciddi
olarak baskılıyor.
İlk kez Keynesyen iktisatçı J. Robinson’un kullandığı
(1933) ama sonrasında Alan Manning tarafından geliştirilen bu yaklaşıma göre,
monopson piyasası reel ücretlerin durgun seyretmesine ve istihdam olanaklarının
azalmasına neden oluyor.
Yani monopson emek gücü piyasası işçilerin
ücretlerdeki değişikliklere her hangi bir tepki veremeyecekleri (düşük emek
gücü arz esnekliği) bir durumdur. Nitekim
uygulamada da işçi alımının tek elden yapıldığı durumlarda işçi ücretlerinde
yüzde 17 dolayında bir azalmanın ortaya çıktığı görülüyor (5).
Kaldı ki Marx’ın altını çizdiği gibi sermaye sadece
bir üretim faktörü değil, aynı zamanda sosyal, siyasal ve yönetsel bir
kategoridir. Egemen sınıfın üretim araçlarını olduğu kadar toplumu da denetleme
aracıdır. Para veya makine biçiminde ya da sabit veya değişken olabilir. Özü
itibariyle ne fizikseldir ne de finansaldır. Özü güçtür. Yani kapitalistlere,
karar alma ve işçilerden artı değer yaratma, çıkartma yetkisi veren bir güçtür.
Sermaye aynı zamanda da işçilerin hangi yönde siyasal
tercihlerini belirtmeleri gerektiğini dayatan bir güçtür. Bu yüzden de az
sayıda büyük işletmenin bulunduğu bir yörede işçilerin patronun isteği dışında
bir siyasal partiye oy vermeleri ya da siyasal eylemde bulunmaları çok güçtür.
Bu gerçek son yıllarda Türkiye’de yapılan seçimlerde işçilerin neden
kendilerine karşı sınıfsal bir mücadele içinde olan partilere oy vermekte
olduklarının da bir açıklamasıdır.
……devam
edecek: “Adil bir toplumda ücretlendirme nasıl olmalı?
………
(1) Polly
Cleveland, Piketty’s Model of Inequality and Growth in Historical Context, Pt
1,www.dollarsandsense.org, JULY 15, 2014.
(2) Agm.
(3) OECD
Employment Outlook (Wageless Growth) 2018; ILO,
Global Wage Report 2016/17: Wage inequality in the workplace,www.ilo.org, 2016.
(4) David
Orrell, Economyths, Ten Ways Economics Get it Wrong, 2010.
(5) Understanding
the importance of monopsony power in the U.S.labor market, https://equitablegrowth.org/understanding-the-importance-of-monopsony-power-in-the-u-s-labor-market.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder