TEORİ YETERSİZ
KALDIĞINDA…
Mustafa Durmuş
25 Temmuz 2018
Gün Merkez Bankası’nın faiz oranları konusunda karar vereceği gün olunca,
piyasa ekonomistleri başta olmak üzere, herkes birkaç gün öncesinden beri
faizlerin ne kadar artırılacağı konusunda tahminde bulunuyordu. Hatta sosyal
medyada iş bir tür iddiaya dönüşmüştü. Hemen hepsi Merkez Bankası’nın faiz
oranlarını artıracağına kesin gözüyle bakıyordu. Tahminler ise 75 ila 150 baz
puan arasında bir artış olacağı yönündeydi.
Konuyu ekonominin pratikte acil ihtiyacı olarak ele alanlar bu artışı üç
nedenle öngörüyordu:
(i) Enflasyon yüksekti ve bu konuda yeni Hazine ve Maliye Bakanı’nın
“enflasyonla mücadele ilk planda olacak” sözüne güvenip beklenti içine
girdiler.
(ii) Cari açığı fonlamada kullanılan sıcak paranın yüksek faiz sevmesi
nedeniyle, sıcak parayı ülkede tutarak dış dengeleri sağlama ihtiyacı çok
yakıcı bir biçimde önlerinde duruyordu.
(iii) Hepsinden önemlisi yabancı yatırımcılara, özgürce faiz artışına
gidebilen bir Merkez Bankası’nın bağımsız olduğunu göstererek, onların güvenini
sağlama ihtiyacı vardı ve tüm uluslararası kuruluşlar böyle bir güven
ihtiyacına vurgu yapıyorlardı.
TEORİK ARKA PLAN: ENFLASYON HEDEFLEMESİ
Bu artışın ana akım iktisat ideolojisindeki teorik arka planı ise
yukarıdaki ihtiyaçların özeti gibi. Teorik olarak faiz artışı, ana akım
iktisadın para teorisinin ve onun esas aldığı “enflasyon hedeflemesi”
kavramının bir gerekliliği olarak görülüyor.
Bu teoriye göre, enflasyon öncelikli olarak halledilmesi gereken bir
makroekonomik istikrarsızlıktır. Para politikalarının (dolayısıyla da Merkez
Bankası’nın) hedefi enflasyonu aşağıya çekmek ve fiyat istikrarını sağlamaktır.
Adına “enflasyon hedeflemesi” de (Taylor Kuralı) denilen bu politikaya göre
Merkez Bankası hedeflediği enflasyon oranının üzerinde bir faiz oranı
belirlerse, reel faiz pozitif olacağından tüketime gidecek para tasarrufa
yönelir. Böylece de toplam talep kontrol altına alınarak fiyat artışları
önlenmiş, dahası fiyatlar baskılanmış, enflasyon dizginlenmiş olur.
Bu operasyonun yapılabilmesi için de Merkez Bankası’nın siyasal otoriteden
bağımsız olması şarttır. Yani bağımsız bir Merkez Bankası enflasyon hedeflemesi
için şarttır. Çünkü özgürce faiz oranlarını artırabilmek gereklidir.
Özetle, bu bakış açısı altında enflasyonu dizginlemek için yüksek reel faiz
politikası ya da Merkez Bankası bağımsızlığı savunulur.
TOPTANCI BAKIŞ AÇISI YANILTTI
Ama fena yanıldılar. Merkez Bankası faiz oranlarını değiştirmedi. Bu
gelişme sonucunda döviz fırladı. Öyle ki sabah 4,73’ten 1.000.000 lira
karşılığı dolar alan birisi, karar sonrası dolar 4,90’ın üzerine çıkınca
elindeki doları bozdurduğunda birkaç saat içinde 36 bin lira kazanmış oldu. Ne
hoş bir kazanç değil mi?
Bunu açıklamada “yatarak para kazanmak” ifadesi bile yetersiz kalır. Bütün
mesele ‘kurnazca’ MB’nin faiz artırımına gitmeyeceği bilgisine sahip olmaktı.
Bu bilgiye sahip olan kazandı.
Yanıldılar çünkü meseleyi “ekonominin ihtiyacı” gibi “toptancı” bir bakış
açısıyla ele alıyorlar. Oysa uzunca bir süredir faiz politikası sermayenin
değişik kesimleri arasındaki çıkar kavgasının bir sonucu olarak belirleniyor.
Siyasal iktidar özellikle de son 10 yıldır bu kavgada taraf oldu. Böylece
uygulanan genişleyici para ve maliye politikalarıyla sağlanan ekonomik büyüme
sayesinde ciddi bir servet ve sermaye birikiminin sağlanmasına yardımcı oldu.
24 Haziran ile birlikte artık durum iyice netleşti. Bundan böyle sadece
para politikaları değil, maliye politikaları da sermayenin değişik grupları
arasındaki çıkar çatışmasının tekelden yönetilmesine hizmet edecek. Tercih ise
belli: Devasa alt yapı ve üst yapı inşaatları, emlak, konut gibi ranta dayalı
büyümeyi ne pahasına olursa olsun sürdürmek!
YENİ REJİMİN TERCİHİ DEĞİŞMEDİ, DAHA DA NETLEŞTİ
Meseleye ana akım para ve faiz teorileri ya da “MB bağımsızlığı” gibi sınıf
ve güç çatışmasını görmeyen teorilerden değil, tam tersine sınıfsal çıkarların
çatışması ve ‘yeni rejim ’in bu kavgadaki pozisyonu açısından bakmak gerekiyor.
Çünkü sırasıyla:
(i) Siyasal iktidar hazırladığı Orta Vadeli Program’da para politikasının
hedefini (enflasyon hedeflemesi çerçevesinde), enflasyonu yıllık yüzde 5’te
tutmak olarak belirlemişti. Ama sonuç çok farklı oldu. Bu yüzde 5’lik hedef 3
kattan fazla aşıldı ve TÜFE şu ana kadar yıllık yüzde 15,39; ÜFE ise yüzde
23.71 oldu.
Yani enflasyon hedeflemesi tutmadı. Hükümetin bu yıl sonu TÜFE beklentisi
olan yüzde 13,88 ise çok iyimser. Çünkü ÜFE ile TÜFE arasındaki 8 puandan fazla
fark yıl sonunda bu hedefin çok üzerinde bir gerçekleşme olacağını gösteriyor.
Bu hedeflerin tutmamasının ise çok fazla dert edinilmediği MB’nin faiz
artırımına gitmemesinden belli oluyor.
Eğer modern para teorisi fiyatlardaki ve ekonomik faaliyetlerdeki
dalgalanmaları açıklamakta yetersiz kalıyorsa, bu teorinin bir çıkarımı olarak
makroekonomi politikaları neden enflasyon hedeflemesine hizmet eder bir biçimde
tasarlansın ki? Böylece pratik hayatı açıklamakta yetersiz kalan bir teorinin
çıkarımı olan Merkez Bankasının bağımsızlığı neden savunulsun ki? Teori
açıklayamıyorsa onun bu çıkarımı da hükümsüz kalmaz mı?
(ii) Mahfi Eğilmez’in dün bloğunda açıkladığı gibi (1) hali hazırda
uygulanan yüksek faiz politikası sonucunda reel faiz yüzde 1’e yaklaştı. Yani
para sahibine enflasyonun üzerinde bir reel faiz uygulanıyor (teknik olarak
Taylor Kuralı devrede).
Yani teoriye uygun olarak reel faiz uygulansa da enflasyon düşmüyor. Bunu
gören siyasal iktidar bu nedenle de en azından dereyi geçene kadar enflasyon
hedeflemesi takıntısı yapmıyor. Üstelik bunu “faizleri daha da yükseltmek
rantiyeye daha fazla kazandırıyor” açıklamasıyla halkın gözünde kolayca
meşrulaştırıyor.
(iii) Faiz artırımının mevcut büyüme stratejisi ile çatışmasının ötesinde,
kamu borçlanmasının yükünü de artırarak kamu kesimi dengesini de bozacak olması
(2), büyümeyi maliye politikalarına yüklemiş bir siyasal iktidar için faiz
artırımı ve sıkı para politikası seçeneğini ortadan kaldırıyor.
ENFLASYONLU BÜYÜMEYE DEVAM
Kısaca, 24 Haziran ile bazı şeyler tamamen netleşiyor: Yeni rejim altında
enflasyonlu büyüme stratejisine devam edilecek.
Zaten iktidar blokunun şu ana kadar izlediği teşviklerle, bol ve göreli
olarak ucuz kredilerle, yüzlerce milyar dolarlık alt yapı ve üst yapı inşaat
projeleriyle kaçınılmaz olarak enflasyonist olan sermaye ve servet biriktirmeyi
hedefleyen büyüme modelinden (en azından yerel seçimlere kadar) vaz geçmesini
beklemek ülkeyi yönetenlerin sınıfsal çıkarlarıyla ve siyasal gelecekleriyle
uyumlu olmaz.
‘YENİ’ RESMİ DOKTRİN!
Bu bağlamda ana akım para teorileri, Merkez Bankası bağımsızlığı gibi
kavramların rafa kaldırılacağı bir döneme giriyoruz. Hatta bir süre sonra ana
akımın tam tersine “yüksek faiz enflasyonun nedenidir” görüşü, ders
kitaplarında işlenip, üniversitelerde resmi doktrin olarak okutulursa şaşırmamak
gerekir.
Bu tür yönetimlerin ağzından çıkanların nasıl doktrin haline getirildiğini
merak edenler 1933- 1945 dönemi Almanya’sına bakabilirler.
Ancak tüm bu gelişmeler giderek derinleşerek bir depresyona dönüşebilecek
olan ekonomik durgunluğu ve dış borç stoklarının yönetilemez hale gelmesiyle
her an patlamaya hazır olan yeni bir finansal krizi önlemeye yetmeyecektir.
Böyle bir ekonomik çöküş kaçınılmaz olarak rejimin meşruiyetini
sorgulatırken, toplumsal huzursuzlukların artmasına bu kez emek-sermaye
çatışmasının gün ışığına çıkmasına neden olacaktır.
Yeni rejim altında, başta yeni Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile yapılan
düzenlemeler olmak üzere, siyasal alanda yapılan radikal değişikliklerin
nedenlerini biraz da buradan anlamaya çalışmalıyız.
……………
(1) Mahfi Eğilmez, “Merkez Bankası Faiz Arttırır mı?”,
mahfiegilmez.com/2018/07/merkez-bankas-faiz-arttrr-m.html (24 Temmuz 2018).
(2) R. Hakan Özyıldız, “Kamu ek yük almaya hazır mı?”,
hakanozyildiz.com/2018/07/kamu-ek-yuk-almaya-hazr-m.html (24 Temmuz 2018).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder