“YENİ
REJİMİN” YENİ OLMAYAN EKONOMİ PROGRAMI
Mustafa
Durmuş
14
Temmuz 2018
Yeni rejimin yeni kabinesi piyasalara yeterince güvence
vermediğinden olsa gerek, dolar geçen hafta 4,98’e kadar yükselmişti. Ardından
4,80’e kadar gerileyen kur dün Fitch’in ülke puanını BB+ den BB’ye düşürmesinin
(daha da önemlisi görünümünü “durağandan negatife” düşürmesinin) sonucunda
tekrar yükselmeye başladı ve bu hafta sonunun ilk saatlerinde 4,85’i aştı. Pazartesi
açılacak piyasalarla muhtemelen kurdaki bu yükseliş sürecek.
İki gün önce yeni Hazine ve Maliye Bakanının
açıkladığı yeni ekonomi programı piyasalarca kabul görmedi. Kısaca bu programda
kısa vadede “enflasyonla mücadele edileceği”, aynı zamanda da alınacak
önlemlerle “dengeli bir büyümenin sağlanacağı” ileri sürülüyor.
Bu bağlamda; “mali disiplinin sürdürüleceği”, “enflasyonun
tek haneli rakamlara düşürüleceği”, verimli bir “kamu harcaması kontrolü sağlanırken”,
“vergi yükünün dengeli dağıtılacağı”, sade ve öngörülebilir bir vergi sistemi
oluşturulacağı ileri sürülüyor. Son olarak ne oldukları açıklanmayan “yapısal
reformların yapılacağı” söyleniyor.
Maliye
politikalarına geri dönüş
Kısaca yeni rejimin yeni ekonomi politikası
sıkılaştırılmış maliye politikası olacak gibi görünüyor. Yani daha az harcama,
daha fazla vergi ve sıkı bir mali disiplinden oluşan bir” kemer sıkma”
politikası.
Üniversitelerde makroekonomi ya da maliye politikası
derslerinde, piyasa ekonomilerinde genelde iki tür “istikrarsızlık” halinin
görüldüğü, dolayısıyla da bunlara uygun olarak iki tür ekonomi politikası
karmasının uygulanması gerektiği anlatılır.
“Ekonomik kriz” terimi yerine “istikrarsızlık” terimi
kullanılır çünkü hâkim burjuva iktisat teorisinin varsayımları gereği
kapitalist ekonomilerin krize girmeyecekleri, olsa olsa geçici
istikrarsızlıklar (ya da iş döngüleri) yaşayabileceği kabul edilir.
Durgunluğa
karşı gevşek maliye politikası
Bu istikrarsızlık biçimlerinden ilki “resesyon” ya da “durgunluk”
diye bilinen ve şu ana kadar en derini 1929-1933 ve 2008-2009 yıllarında
görülen krizlerdir. Böyle krizlerde fiyatlar genel seviyesi düşer (deflasyon),
işsizlik artar ve en önemlisi ekonomiler ciddi biçimde küçülürler.
Böyle bir durum da çözüm olarak “ genişletici maliye
politikası” uygulanır. Yani tüketim ve yatırım harcamalarını, böylece de toplam
talebi artırmak için devlet harcamaları artırılır, vergi oranları düşürülür ve ilave
olarak gevşetilmiş bir para politikasıyla (düşük faiz, bol para ve kredi arzı
gibi) ekonomiye bol para pompalanır, ekonominin kurumuş çarkları yağlanır.
Enflasyona
karşı sıkı maliye politikası
Tersi olduğunda, yani ekonomi aşırı ısınıp, ekonomik büyüme
potansiyelinin üzerine çıkıp, balonlar şişmeye, enflasyon hızla yükselmeye
başlayınca bu kez sıkı maliye politikaları (destekleyici olarak sıkı para
politikaları) uygulanır.
Yani kamu harcamaları kısılır, vergi oranları
yükseltilir, faizler artırılır, piyasadan para çekilir, kredi arzı daraltılır,
bu yolla tüketim ve yatırım harcamaları kısılarak, yani toplam talep düşürülerek
toplam arz ile dengeye getirilmeye çalışılır. Bu ikinci tür istikrarsızlık
biçimi 2. Dünya Savaşı sonrasında, 1970’lere kadar görülen bir istikrarsızlık
biçimidir.
Ancak yukarıda özetlediğimiz Keynesyen teorinin asıl
olarak ABD, AB gibi merkez ekonomilerin analizine dayandığını söylememiz
gerekiyor. Çünkü Türkiye gibi azgelişmiş ekonomilerde işsizlik de, enflasyonda parasal
bir olgu olmaktan ziyade yapısal nedenleri olan bir olgu. Örnek olarak, Türkiye’de
son dönem enflasyon artışı üzerinde KGF kredilerinin talep artırıcı rolü olduğu
inkâr edilemez ama ülkede enflasyon daha ziyade maliyet yönlü olarak ortaya
çıkıyor.
Yani ülkede hem üretim, hem de ihracat büyük ölçüde
sermaye malı, enerji-hammadde, ara malı ve teknoloji açısından ithalata bağlı.
İthalatta dolar ya da avro ile yapılabiliyor. Böylece döviz kuru fırladığında
hem enflasyon paketi içinde ithal mallarının da olmasından dolayı (doğrudan),
hem de üretim maliyetleri üzerindeki etkilerinden ötürü (dolaylı olarak)
enflasyon tırmanışa geçiyor.
Böyle bir yapı altında, enflasyonu önleyebilmek ancak üretimi
ve ihracatı kısmakla mümkün olabilir. Bu da kâr sürümlü bir sistemde bunu
sağlayabilmek için gerekli olan ekonomik büyümeden vazgeçmek demektir ki sistemin
egemenleri açısından bu kabul edilemez.
Hem
durgunluk hem de enflasyon bir arada olursa?
Peki, iki istikrarsızlık türü bir arada görüldüğünde
ne olur? Yani ekonomide aynı anda yüksek enflasyon varken, işsizlik de
artıyorsa ve ekonomi küçülüyorsa ne olur? Buna literatürde “stagflasyon” adı
veriliyor.
Stagflasyon halinde, iki ayrı parçaya göre ayrı ayrı
tasarlanmış Keynesyen maliye ve para politikalarından yeterince verim
alınamıyor, çünkü iki sorun artık bir arada yaşanıyor. Nitekim 2008 krizinden
bu yana dünya ekonomisinin gerçek anlamda krizden çıkamamış olması ve
uluslararası kuruluşların dahi 2019’dan itibaren dünyanın yeni bir durgunluğa
gireceği yönündeki beklentileri bunu doğruluyor.
Kilit
büyük anahtar küçük
Uygulanan maliye ve para politikalarının işe
yaramamasının asıl nedeni, hâkim iktisadın sorunu “kısa vadeli, geçici iş ya da
kredi döngüsü” olarak görüp, bir “arz-talep dengesizliğine” indirgemesi.
Oysa bugün yaygın bir biçimde kapitalizmin içinde
bulunduğu durumun 1970’lerden bu yana devam eden yapısal bir kriz olduğu, yani
sistemin kendi iç çatışmalarının neden olduğu bir kriz olduğu kabul ediliyor.
Bu bazı Post Marksist iktisatçılar tarafından uzun “vadeli durgunluk”
(stagnasyon) olarak da tanımlanıyor. Böyle yapısal nedenlerle ortaya çıkan krizlere
karşı, iş döngülerinden hareketle tasarlanmış kısa vadeli maliye ya da para
politikalarının etkisiz kalacağı açıktır ki dünyadaki son 10 yılda ortaya çıkan
gelişmeler bu tezi güçlendiriyor.
Türkiye’de
sıkı maliye politikalarının başarı şansı var mı?
Öncelikle, yukarıdaki tartışmanın ışığında yeni
kabinenin elindeki son ekonomi politikası aracı gibi duran sıkı maliye
politikalarının başarılı olabilmesi (bu aracın asıl olarak tasarlandığı ABD ve
AB gibi merkez ülkelerindeki başarısız örneklerinden hareketle) çok olanaklı
görülmüyor.
Yüksek faiz, sıkılaştırılmış kredi, baskılanmış para
arzı gibi araçlarla yürütülen para politikası için de aynı şeyleri
söyleyebiliriz.
Öncelikle çok geç kalınan bir durum söz konusu. 2015
yılından bu yana, ülke içine sokulduğu seçim atmosferi, savaş ve darbe
girişiminin etkilerinin sonucundaki OHAL uygulamaları gibi nedenlerle, artan
kamu harcamaları ve mali teşviklerin yanı sıra, faiz oranları yeterince ve zamanında
yükseltilmedi, hormonlu büyümenin sürdürülebilmesi için bol ve ucuz kredi
politikası uygulandı ve böylece maliyet yönlü olarak zaten potansiyel olarak
var olan enflasyon talep yönlü olarak da fırladı.
Bu politikanın da yardımıyla belki seçimler kazanıldı,
iktidar daha da güçlendirildi, yeni bir rejim kuruldu ama ülke ekonomisinin
geleceği bugününe kurban edildi. Dahası devletin elindeki iki önemli ekonomi
politikasından biri olan para politikası ve bunun uygulayıcısı Merkez Bankası
etkisiz bir hale getirildi. Bu yüzden de elde geriye bir süredir genişletilerek
uygulanan maliye politikalarının sıkılaştırılması seçeneği kaldı.
Devlet
harcamalarını kısmak zor
Yeni programın tanıtımında yer alan “mali disiplin,
verimli harcama kontrolü, “dengeli vergi yükü düzenlemeleri” gibi sözcükler de
geriye kalan bu tek seçeneği anlatıyor.
Diğer yandan, iktidarın enflasyonist mali teşvikleri
(ekonomik büyümedeki temel önemleri nedeniyle), savunma ve güvenlik
harcamalarını (yeni rejimin belirleyici özellikleri oldukları için) azaltması
zor.
Lüks kamu tüketimi harcamaları ise 16 yıldır ülkeyi
yönetenlerin en aşağıdan en yukarıya kadar vazgeçemeyecekleri bir konforlu
yaşamın olmazsa olmazı. Öyle ki 1 km’lik bir mesafeye bile onlarca lüks araç ve
güvenlik görevlisi ile giden yüzlerce siyasetçi ve bürokratı bu alışkanlığından
vazgeçirecek bir mekanizma ortada yok. Yani siyasal iktidarın verimsiz,
gereksiz, lüks kamu harcamalarını kısması çok da beklenmemeli.
On milyarlarca dolarlık taahhütlerle gerçekleştirilen
enerji ve alt yapı yatırımları ise siyasal iktidarın hem sermaye gücünün, hem de
oy potansiyelinin en önemli kaynağı. Bu projeleri durdurmaları ya da
ertelemeleri beklenemez, ayrıca böyle iptallerin büyük cezai yaptırımları söz
konusu olacaktır. Yani harcamalar boyutunda ufukta halka dönük harcamalardan
(sağlık, sosyal güvenlik, sosyal yardımlar gibi) başka kısılacak harcama görünmüyor.
Dengeli
ama adaletli değil
Vergilerle ilgili olarak, vergi yükünün “dengeli” biçimde
dağıtılacağı ileri sürülüyor. Dikkat edin “adaletli” sözcüğü yer almıyor. Çünkü
böyle bir durum adaletsiz bir vergi sisteminin var olduğunun resmen kabul
edilmesi anlamına geliyor.
Diğer yandan KDV, ÖTV gibi hali hazırda toplanan vergilerin
üçte ikisini oluşturan dolaylı vergilerde üst sınıra gelindi. Yani bunların daha
da artırılması hem ekonomik olarak, hem de siyaseten çok zor. Siyasal iktidarın sınıfsal karakteri gereği
verginin yükünü üst gelirliler, servet zenginleri ve rantiyenin omuzlarına
bindirmesini beklemek ise aşırı iyimserlik olur. Yani vergileme alanında da toplumun
bütününden yana ciddi değişiklikler beklenmemeli.
Enflasyon,
peki ya borç krizi?
Siyasal iktidar evvel emirde enflasyonla baş etmek
istiyor zira önümüzdeki süreçte kazanılması gereken son bir seçim var: Yerel
yönetim seçimleri. Bu seçimlere yüzde 20’lik bir enflasyon oranıyla girmek
istemiyor doğal olarak.
Ancak ülkenin hormonlu, sürdürülmesi mümkün olmayan
ekonomik büyüme, yüksek işsizlik, yüksek enflasyon sorunlarının dışında yüksek
kur, yüksek cari açık (yüzde 6) gibi
sorunları, hepsinden önemlisi (eylem
planında zikredilmese de) “madendeki kanarya” durumunda bir özel sektör dış
borç sorunu var.
Toplam dış borç stoku 463 milyar doları buldu. Özel
sektörün dış borcu 300 milyar doları aştı. Özel sektör kısa vadeli borçlarını
çevirmekte çok zorlanıyor, sürekli borç yapılandırması talep ediyor. Her gün
artan borç sigortalama maliyetleri ve yüksek faiz oranlarından (dolayısıyla
yüksek maliyetlerden) borç bulup vadesi gelen borçlarını çevirmeye çalışıyor.
Dolar ve avronun kuru her yükseldiğinde özel sektörün
dövizli dış borçlarının TL karşılığı durduğu yerde artıyor. Bu da bu kesimi
sıkıntıya sokuyor. Adeta “madendeki kanarya” misali bu borçlar batışın adı olabilir.
Nitekim ülkenin dev holdinglerinin on milyarlarca
dolarlık dövizli borçları için bankalardan yeniden yapılandırma için sıraya
girmeleri, büyük firmalara ilişkin batış haberleri, durumun ciddiyetini
gösterirken, yeni iflasların, kitlesel işten çıkarmaların (böyle giderse banka batışlarının
dahi) habercisi olabilir.
Kısaca, Türkiye ekonomisi, enflasyon ve işsizlik gibi
sorunların dışında ciddi olarak bir finansal kriz riski ile karşı karşıya. Dünyada
şu ana kadar bu sorunu çözebilecek bir maliye politikası ortaya atılamadı. Türkiye’de
de önerilen bildik maliye politikası ile ülkenin kriz noktasına gelmiş özel
kesim dış borç sorununu aşabilmek, yani bir finansal krizi önleyebilmek çok
zor.
Para politikalarının ise “yok hükmünde” olduğunu zaten
vurguladık. Aylar öncesinde faiz artırımları yapılabilseydi belki bugüne
gelinmeyebilirdi. Ama hali hazırda dünyada en yüksek faiz oranına sahip birkaç
ülkeden biriyiz. Gösterge faizi yüzde 20’yi aşarken, piyasa faizleri bunun en
az 5-6 puan üzerinde seyrediyor. Yeni dış borç bulmayı kolaylaştırabilmek için faizler daha da yükseltilebilir ama bu durum,
faize duyarlı başta inşaat emlak sektörü gibi birikim modelinin özünü oluşturan sektörlerde firma batışlarını
hızlandırır, seçimleri riske atar. Ayrıca bu gerekçelerle yıllardır faizlerini
artıran Arjantin sonunda IMF’nin kapısını çalmaktan kurtulabildi mi?
Sözü edilen “yapısal reformlar” ise işgücü piyasası
reformları gibi özü itibariyle faturayı emekçilere kesen reformlar olmalarının
dışında, orta ve uzun vadede yapılacak reformlar ve ancak ülkenin uluslararası kredibilitesini,
kendine duyulan güveni yeniden sağlaması halinde bunlardan sonuç alabilmek
mümkün olabilir.
Olası bir finansal kriz durumunda geriye IMF programı ve
2001 krizi sonrasında olduğu gibi banka kurtarmaları gibi devletleştirmeler
kalır (o zaman ki kamu zararının 100 milyar dolara kadar çıktığını iktidar
çevreleri sıklıkla açıklamışlardı). Bu bir kez daha gerçekleşirse bugünün
koşullarında bu zararın çok daha yüksek olacağını ve bunun yıllara sari bir
biçimde toplumca ödeneceğini tahmin etmek zor değil.
Dağ
fare doğurdu
Sonuç olarak, açıklanan program (işsizliği düşürmeyi
bir kenara bırakın) enflasyonu düşürüp, ekonomik büyümeyi sürdürülebilir bir
düzeyde tutmaktan uzak olduğu gibi, kapıdaki finansal krizi görmediği için
böyle bir krizi önlemeyi başaramayacak bir program. Bu program sorunları daha
da derinleştirecektir.
Ülkede acilen bir demokratikleşme ve ekonomide
demokratik bir planlama altında emek ve doğa dostu, verimli, etkin ve adaletli bir
ekonomik ve sosyal kalkınma paradigmasına, buna uygun bir büyüme stratejisine ve
bunu hayata geçirebilecek bir siyasal iradeye ve yönetime ihtiyaç var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder