ENFLASYONLA MÜCADELE : “İYİ DÜŞÜNELİM
İYİ OLSUN!”
Mustafa Durmuş
6 Ekim 2018
Hayır, Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın
enflasyonla mücadele programını henüz açıklanmadı. Yazının başlığındaki
mücadele yöntemine Bakanlığın da inanıp inanmadığını önümüzdeki hafta
göreceğiz.
Ancak böyle bir mücadele yöntemine
inanan iktisatçı sayısı az değil. Bunların (özellikle de eğitimlerini
Neo-Klasik iktisat ideolojisi altında almış olanların) büyük bir kısmının ortak
özelliği ekonomide olup biteni indirgemeci bir ideolojiye uygun olarak
oluşturulan soyut iktisadi modellerle açıklamaya çalışmak. Birazdan bu
ideolojiye ve modele tekrar geleceğim.
ENFLASYON CİDDİ BİR SORUNDUR
Enflasyon gibi son derece önemli bir
konuya neden böyle bir giriş yaptık? Çünkü dün iktidara yakın bir akademisyen
gazetecinin yazdığı bir köşe yazısından (1) esinlendik. Doğrusu kullanılan dil,
seçilen sözcükler ve ifade zorluklarından dolayı yazıyı anlamakta zorlandık ve
bu köşede sizlerin görüşüne açtık. Yanıtlarını da almaya devam ediyoruz.
Yazıda enflasyon tipik bir ana akım
burjuva iktisadı çıkarımı olarak sadece bir “makro istikrarsızlık biçimi”
olarak ele alınıyor. Ardından da yılın bu yarısında hızla düşen büyüme oranı ve
azalan cari açıkla birlikte “yeni bir dengelenmenin” (bu tür yaklaşımlar denge
fetişistidir) yaşanmakta olduğu bugünlerde enflasyonun yüzde 25 gibi yüksek bir
oranda çıkmasının (gerçi bu veriyi hesaplayan uzman görevden alınmış) bir hayal
kırıklığı yaşattığı anlatılıyor.
Kısaca enflasyonun en başta yoksullar,
sabit gelirli emekçiler, işçiler, köylüler, kadınlar ve gençler açısından bir
felaket olduğu, halkımızı daha da yoksullaştıracağı ve bozuk olan gelir
dağılımını daha da bozacağından söz edilmiyor.
Zaten bu bakış açısı altında halkın ne
durumda olduğunun önemi de yok. Yeter ki istikrarlı bir makro dengeleme
sağlanarak ekonomi normalleşsin.
Diğer taraftan “ekonomide normalleşme
sadece ekonomik faktörlerle sağlanabilir mi, bunun için öncelikle siyasetin
normalleşmesi, demokratik siyasete geri dönülmesi gerekmez mi” gibi sorular
sorulmuyor, yanıtları da verilmiyor yazıda. Normalleşmenin ekonomi ile sınırlı
tutulması da demokrasi kaygısı taşınmadığını gösteriyor.
ENFLASYONU ARTIRAN ARZ VE TALEP YÖNLÜ FAKTÖRLER
Enflasyonun bu denli yüksek çıkmasının
nedenleri ele alınırken, yazıda birer satırla arz yönlü maliyet artışından ve
toplam talep artışından söz ediliyor ama bunların neler olduğu açıklanmadığı
gibi önemleri de vurgulanmıyor.
Oysa enflasyonun yüksek çıkmasında;
döviz kurundaki ve petrol fiyatlarındaki artışlar gibi ithalatı, dolayısıyla da
ithalata bağımlı üretimi daha da maliyetli hale getiren gelişmelerin önemi çok
büyük.
Doların lira karşısında değeri yüzde
40-60 oranında artmışsa, petrolün varilinin fiyatı 85 doları bulmuşsa bunların
üretim maliyetlerini, dolayısıyla da fiyatları artırması kaçınılmaz. Zaten
Üretici Fiyat Endeksinin (ÜFE) Tüketici Fiyat Endeksinden (TÜFE) 21 puan daha
yüksek çıkması (yüzde 46) başka nasıl izah edilebilir?
Ancak yazıda ülkeyi son 16 yıldır
izlenen neo-liberal strateji ve ekonomi politikaları altında ithalata ve sıcak
paraya bu kadar bağımlı hale kimlerin getirerek bugünleri hazırladığının yanıtı
yok kuşkusuz. Ya da gıda enflasyonunun temel nedeninin ülkenin
tarımsızlaştırılması ve hayvancılık sektörünün bitirilmesi, artan tekelleşme
olduğu tespitine rastlayamıyorsunuz.
Talep yönlü olarak, ekonomide verili bir
anda eğer toplam talep toplam arzdan fazlaysa (arzın hammadde, enerji ve döviz
darboğazları nedeniyle hızlıca artırılması kolay olmadığından), fiyat
artışlarının ortaya çıkması kaçınılmazdır. Toplam talepteki bu artış sürekli
hale getirilirse bu sürekli fiyat artışlarına yani enflasyona dönüşür. Toplam
talep ise tüketim, yatırım, ihracat gibi faktörlerle artar.
Geçen yıl yüzde 7,4’lik büyüme sağlayan
bu talep artışının yeni yatırımlardan, ihracattan çok özel ve kamusal tüketim
harcamalarından kaynaklandığına tanık olduk. Yani iç talebin özel tüketim
kısmı, ücret ve küçük üreticilerin gelirlerinin artmasından değil, Kredi
Garanti Fonu’nun 250 milyar lirayı bulan garantileriyle pompalanmış banka
kredileri ile başta dayanıklı tüketim malı ve emlak-konuta dönük olmak üzere
yapılan tüketim harcamalarından kaynaklandı. Ayrıca bu dönemde artan kamu
tüketim harcamaları da talebi artırarak enflasyona neden oldu.
SİYASAL İKTİDARIN SORUMLULUĞU
Yani talep yönlü enflasyon artışının da
asıl nedeni bizzat siyasal iktidarın izlediği enflasyonist büyüme
politikasıydı. Üstelik bu politikalar uygulanırken faiz oranları da
yükseltilmeyerek hem enflasyon körüklendi, hem de döviz kuru yükseltildi.
Yazıda beklendiği gibi bu sorumluluktan da söz edilmiyor.
Yazıda enflasyonun (özellikle de
enflasyon direncinin nedeni olarak) yukarıda yer verdiğimiz maddi, somut
faktörlerden ziyade sübjektif bir faktörden yani “bazı davranışlar ve kötüleşen
beklentilerden” söz ediliyor. Tam anlaşılamasa da yazının asıl mesajı burada.
PSİKOLOJİK FAKTÖRLER: DAVRANIŞ BOZUKLUKLARI, KÖTÜLEŞEN BEKLENTİLER
Yani, siyasal iktidarın enflasyon nedeni
olarak stokçuları göstermesine paralel bir biçimde, yazar da “fiyatlama davranışındaki
bozulma” sözleriyle stokçuları, spekülatörleri ve “ekonomideki aktörlerin
beklentilerdeki süregelen bozulmalar” sözleriyle “enflasyon beklentileri artan
piyasa aktörlerini” enflasyonun asıl nedeni olarak gösteriyor.
Kısaca bireylerin ve şirketlerin yüksek
enflasyon beklentisi içine girerek fiyatları artırdığını ve bu nedenle de
enflasyonun bırakın YEP’in öngörüsüne uygun olarak yüzde 21 gibi bir yerde
durmayı, onun yaklaşık 4 puan üstüne çıkmasını psikolojik faktörlerle
açıklıyor.
“Enflasyon psikolojik bir olay mıdır,
dolayısıyla ekonomik aktörlerin (piyasa aktörlerinin) içinde bulunduğu ruh
halinden etkilenir mi” demeyin. Bunun teorisi bile var. Yazarın da, hem aldığı
iktisat eğitimi, hem de durduğu politik yer anlamında bu teoriyi benimsediği anlaşılıyor.
REHBERİ METAFİZİK OLAN BİR YAKLAŞIM: RASYONEL BEKLENTİLER
Ana akım iktisat teorisinde adına
“Rasyonel Beklentiler Okulu” da denilen ve kökü 1960’ların başına kadar giden
bir metafizik iktisat okulundan söz ediyorum.
Bu okulun temel aldığı “rasyonel
davranış ve rasyonel beklenti” kavramları ilk kez 1961 yılında Muth tarafından
ortaya atıldı ama asıl olarak 1972 yılında Nobel ödüllü iktisatçılar Lucas ve
Sargent tarafından geliştirilerek makro iktisat bilimi alanında uygulanmaya
başlandı (2). Böyle olunca da bir başka ana akım iktisatçı olan Keynes’teki
“belirsizlik” kavramı bu okulda “öngörülebilir risk” kavramına dönüştü.
Bu okulun çok kısaca görüşü şu: “Bir
ekonomik olaya ilişkin gelecekle ilgili tahminlerinizin, öngörülerinizin doğru
olduğuna insanları, ekonomik karar alıcıları inandırdığınızda, bu
tahminleriniz, öngörüleriniz gerçekleşir". Yani bizdeki bir tür “iyi düşün
iyi olsun” ruh hali gibi bir şey.
Gülmeyin, çünkü bu ruh hali içinde
davranış son derece yaygın. Öyle ki sınava hiçbir biçimde çalışmasa da, sınavı
çok kötü geçmiş olsa da, sınav sonrasında “iyi düşünerek iyi bir not alacağına”
inanan öğrencilerim olabiliyor.
ATLARI ARABANIN ÖNÜNE DEĞİL ARKASINA KOŞMAK
Yani düşünceyle maddi gerçekliği
değiştirmek, dönüştürmek inancı. Bunun adına felsefede metafizik deniliyor.
Yani somut, maddi koşulları görmezden gelen ya da ikincilleştiren, düşüncenin
hayatı belirlediğine inanan bir akımdan yani felsefi idealizmden söz ediyorum.
Böyle bir bakış açısına sahip olanlar,
örneğin çocukların, gençlerin dindar bir eğitimden geçmeleri, böylece ahlaklı
bir neslin yetişmesi halinde ülkenin neredeyse bütün sorunlarının ortadan
kalkacağına bizleri inandırmak istiyorlar. Bu inançtan hareketle de ülkede
eğitim sisteminin sadece ticarileştirilmesinde değil, dinselleştirilmesinde,
karma eğitime son verilmesinde bir sakınca görmedikleri gibi bunu gerekli
görüyorlar.
Bu bakış açısı olayların gerçek
nedenlerini ve sorumlularını gizlediği, sistemleri ve siyasal iktidarları
sorgulamamızı zorlaştırıp, örneğin enflasyonu “bozulan beklentiler” adı altında
fizik ötesi bir ruh haline indirgediğinden egemenler tarafından hep tercih
edildi ve soyut modellerle iktisat teorisinin içine yerleştirildi.
Bu yaklaşımda piyasaların mükemmel
işlediği, aktörlerin bilgisinin tam olduğu gibi gerçek dışı varsayımlar
altında, bir ekonomide tüketiciler ve yatırımcılar rasyonel karar alıcılardır
ve böyle bir akılcılık altında geleceğe ilişkin beklentilerine uygun kararlar
alırlar (çünkü bu yaklaşıma göre, insanlar genelde yerine getirilebilecek
nitelikte beklentilere sahiptirler).
Bu yüzden de normalde bu beklentileri
gerçekleşir, böylece arz-talep ya da fiyat dengesizlikleri ortaya çıkmaz. Böyle
olunca da kapitalizm en etkin sistem olarak bize sunulur.
MESELE OLUMLU BEKLENTİ YARATMAK!
Böylece rasyonel beklentilere uygun
hareket edildiğinde, bu beklentilerin bozulmasına izin verilmediğinde enflasyon
ortaya çıkmayacağı gibi, bu beklentiler düzeldiğinde enflasyon da ortadan
kalkar.
Buradan hareketle yazar, “beklentilerin
ve davranışların normalleşmesinin azami önem taşıdığı kanaatindeyim “ diyerek
enflasyonla mücadelenin asıl olarak kafada bittiğini, yani psikolojik olduğunu
ileri sürüyor.
Bir an için bu görüşü benimsemiş
olanların haklı olduğunu düşünelim. Ülkede ekonomik krize ek olarak, politik
kriz, sosyal kriz varken, eğitimde neredeyse bir çöküş yaşanıyorken,
yabancılaşma hızla artarken, ülke demokrasiden hızla uzaklaşırken insanlar
gelecekle ilgili olarak nasıl rasyonel beklentiler içine girebilecekler?
Ayrıca ne bu metafizik yaklaşım ne de
buna uygun olarak geliştirilen ekonomik modellerin varsayımları içinde
yaşadığımız dünyanın ve ekonominin gerçekleriyle uyumlu değil. Bu nedenle de
bilimsel değil, tamamen inanca dayalıdırlar.
Buna rağmen böyle bir inanca, olayların
hem gerçek nedenlerini hem de gerçek sorumlularını gizleme konusunda son derece
işlevsel oldukları, statükocu, egemenden yana sonuçlar yarattıklarından
sıklıkla baş vurulur.
Bu açıdan bu tür teorilere inanan
iktisatçılar bilim kurgu yazarları gibidirler. Gerçek dışı varsayımlarla
oluşturulan soyut modelleri gerçek hayatın önüne koyarlar. Modellerini
gerçeklere değil, gerçekleri modellerine uydurmaya çalışırlar.
Krizler derinleştikçe, bu tür metafizik
yaklaşımlar daha da ön plana çıkartılacaktır. Yüzde 1’e değil, yüzde 99’a
hizmet etmek amacını taşıyanların öncelikli olarak yapması gereken bu tür
yaklaşımların sadece bilim dışılığını değil, egemene, statükoya hizmet ettiğini
ortaya koymaktır.
…………
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder