Serveti
neden ve nasıl vergilendirmeliyiz?(4)
– Madalyonun iki yüzü: zenginlik ve yoksulluk
Mustafa
Durmuş
17
Ocak 2021
Bilimsel araştırmalar dolar milyarderlerinin sadece gelişkin Merkez Ekonomilere özgü değil, Türkiye dâhil dünyanın hemen her ülkesinde mevcut olduğunu gösteriyor.
Örneğin halkı büyük sıkıntılar içinde olan Venezuela
ve Zimbabwe’nin her birinin birer milyarderi var. ABD 624 milyarder ile dünyada en fazla
milyardere sahip ülke olurken, Çin 390 milyarderi ile ikinci sırada yer alıyor
(gerçekte Çinli milyarderlerin sayısı daha da fazla çünkü Hong Kong’da 66
milyarder ve bağımsız Tayvan’da 40 Çinli milyarder daha var). Almanya'nın 110,
Rusya'nın 102 ve Hindistan'ın 94 milyarderi var. Kalan ülkelerin her birinde
100 'den az sayıda milyarder var. Bunların çoğu Avustralya, Kanada, Fransa ve
İsviçre’de yaşıyor. Aslında Forbes tarafından tanınmayan ya da servetleri tam
olarak bilinemediği için milyarder sayılmayan çok daha fazla milyarder olduğu
tahmin ediliyor. Bunların içinde
kraliyet mensupları, diktatörler ve büyük suçlar işlemiş olanlar var. Kabaca dünyadaki
milyarder sayısının 2,000 ila 2,200 arasında olduğu tahmin ediliyor.(1)
Küresel yoksulluk artıyor
Madalyonun diğer yüzünde ise küresel yoksulluk var. Birleşmiş
Milletler Örgütü (BM) Salgının 2030
yılına kadar 207 milyon insanı daha aşırı yoksullaştıracağını, böylece aşırı
yoksul sayısının 10 yıl sonra 1 milyar civarında olacağını öngörüyor. (2)
Dünya Bankası ise (3)
Salgın yüzünden yoksulluğun küresel olarak 88 milyon - 115 milyon civarında
artacağını, kişi başı gelirin küresel olarak 2020 yılında yüzde 5-8 oranında
azalacağını ve böylece yoksulluğun 2017’deki düzeylerine tekrar çıkacağını
ileri sürüyor (aslında yoksulluğun Covid-19 öncesinde dünya çapında
azaldığı iddiası doğru değil. Çin ve Hindistan’da yoksulluk azaldığı için
küresel yoksulluk azaldı. Tikel olarak ülkelerde özellikle de gelişmiş
ülkelerde yoksulluk arttı).
Bu da son üç yılda yoksulluğu azaltma çabalarının
boşa gittiği anlamına geliyor. Banka
yoksullaşmanın yüzde 80’inin orta gelirli ülkelerde gerçekleşmesini ve
bundan en kötü etkilenecek bölgelerinse Güney Asya ve Sahra Altı Afrika
olmasını bekliyor. Rapor 2030 yılına gelindiğinde neredeyse dünya nüfusunun
yüzde 7’sinin günlük 1.90 dolardan az gelir tüketebileceğini ileri sürüyor.
Geçen yıl Salgınla birlikte yaşanan ekonomik çöküş
ise servet bölüşümünü zenginden yana olmak üzere daha da kötüleştirecek. Çünkü
Salgın ile birlikte devasa bir yedek sanayi ordusu ortaya çıktı. Bu durum
işçilerin gücünü zayıflatıyor, onların çok düşük ücretlerde çalışmaya razı
olmasına neden oluyor. Bu da işçilerin yaşam standartlarını daha çok düşürecek,
yaşam koşullarını kötüleştirecek.
Türkiye’de
derin yoksulluk
Türkiye’de de yoksulluk son yıllarda (özellikle de
Covid-19 ile birlikte) hızla artıyor.
Bunu görebilmek için çöp konteynerlerinden yiyecek arayanlara, yoksulluk
yüzünden hayatına kıyanlara bakmak yeterli. Ayrıca istatistikler de bu konuda
yeterince yol gösterici.
Öyle ki Türk-İş'in araştırmasına göre, geçen yılın aralık
ayında dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 2,590 lira, yoksulluk sınırı 8,436
lira oldu. (4) Diğer taraftan asgari ücret giderek ortalama ücrete dönüşmüş
durumda. Asgari ücretin yüzde 20 fazlası ve altında ücret alan işçilerin sayısı
9,7 milyon. Bütün ücretli çalışanların yüzde 50’ye yakını bu kapsamda yer
alıyor. Tüm ücretli çalışanların yüzde 64’ü ise (12,5 milyon işçi) asgari
ücretin altı ile asgari ücretin bir buçuk katı arasında bir ücret elde ediyor.
(5)
Kısaca Aralık ayındaki düzenlemeyle 2,825 lira 90
kuruşa çıkartılan asgari ücret açlık sınırının sadece 300 lira üstünde,
yoksulluk sınırının ise yalnızca üçte biri kadar. Yani bir ailede ancak üç
asgari ücretli olarak çalışan ve gelir elde eden olursa aile yoksulluk
sınırının 42 lira üzerine çıkabiliyor.
Hanelerin
yarısına yakınının düzenli geliri yok
Sahadaki çalışmalar yoksulluğun resmini çok daha net
sergiliyor. Örneğin İBB İstanbul İstatistik Ofisi’nin İstanbul’da kent
yoksulluğuna ilişkin olarak yaptığı bir anket çalışması ülkenin bu en büyük
kentindeki yoksulluğu gözler önüne seriyor:
Ankete katılan hanelerin yüzde 47,3’ünün düzenli bir
geliri yok. Çalışan kişilerin olduğu hanelerin yüzde 89,3'ünde tek kişi gelir
getirici faaliyette bulunurken, iki kişinin çalıştığı ailelerin oranı sadece
yüzde 9,7. Yüzde 92,6’sı ise borçlanmadan ekstra bin liralık bir harcama
yapacak durumda değil. Yüzde 91,8’inin haftada en az iki kere et, tavuk ya da
balık içeren yemeği karşılayabilecek bir geliri yok. Hanelerin
yüzde 70,6'sı kredi kartı ve kredi olarak bankalara, yüzde 20'si esnafa, yüzde14,3'ü
ise akrabalarına borçlu. (6)
Yoksulluk bölgelere göre daha da artabiliyor. Örnek
olarak 2020 yılının başlarında yapılan bir araştırmaya göre, Kürtlerin
ağırlıklı olarak yaşadığı Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yapılan
anketlerde katılımcıların yüzde 63,2’sinin TÜİK verilerine göre açlık/yoksulluk
limiti sayılan 2,000 liranın altında hane gelirine sahip olduğu görülüyor. (7)
Sosyoekonomik
geçim endeksi: sadece 36,0
Covid-19 Salgını sonrasında yapılan bir çalışma
İstanbul’un 39 ilçesinin 34’ünde ciddi düzeyde yoksulluk yaşandığını ortaya
koyuyor. Böyle yoksulluk içinde olanlara, başta gıda yardımı olmak üzere, ilaç,
bebek bezi ve maması, yakacak, kira, ulaşım, fatura ödeme, giysi yardımı yapan
Derin Yoksulluk Ağı adlı bir gönüllü yardım kuruluşunun Kasım ayında
yayınladığı rapora göre (8); bu ilçelerdeki yoksulların yarıya yakını geçimini
seyyar satıcılık gibi kayıt dışı işlerden sağlıyor. Salgınla birlikte işler
durunca bu ailelerin geçimi iyice zorlaştı. Kuruluşun yoksulluğu belirlemede
kullandığı ve su ve temel gıda gibi en temel ihtiyaçların karşılanabilmesi
anlamındaki tanımladığı Sosyo Ekonomik Gelişmişlik Endeksi (sege) 34 ilçedeki
171 mahallenin tamamında ortalama 100 üzerinden sadece 36.02 düzeyinde. İşin
kötüsü sege İstanbul’daki toplam 959 mahallenin yüzde 68’inde de 0-40
aralığında kalıyor.
Eşitsizlik
ve yoksulluk sisteme içkin
Dünya ve Türkiye’ye ilişkin bu eşitsizlik ve yoksulluk
göstergeleri temelde kapitalist üretim tarzının özünü oluşturan artı değer
sömürüsünün kaçınılmaz sonuçları.
Yani bu sonuçları doğuran şey, toplumdaki diğer
sömürü ve ezme biçimlerinin dışında, artı değer sömürüsüne, kâr maksimizasyonu
için üretime ve çevreyi tahrip eden, işçi ve emekçi sınıfları baskılamaya
dayalı kapitalizmin bizzat kendisi.
Bir başka anlatımla, işsizlikte olduğu gibi, yoksulluk, gelir ve servet dağılımı adaletsizliğinin nedeni (burjuva iktisatçıların ileri sürdüğü gibi) kaynak yetersizliği değil, kapitalist sistemin kaynakları dağıtma biçimi. Çünkü kaynaklar piyasalar ve devlet tarafından toplumsal ihtiyaçların karşılanması için değil, kâr elde etmek için dağıtılıyor ve devlet izlediği sosyo ekonomi politikaları ile bunu kolaylaştırıyor.
Piyasa mekanizmasıyla gerçekleştirilen ve devlet
eliyle de perçinlenen işçi sınıfının bu sömürülme ve ezilme olgusu kendini
sosyoekonomik alanda servet, gelir, eğitim, sağlık, konuta erişim gibi
konularda ciddi farklılaşma, eşitsizlik ve adaletsizlik biçiminde ortaya çıkartıyor.
Neo-liberal
dönemde gelir bölüşümü adaletsizliği ve yoksulluk arttı
Özellikle de 1980’lerden itibaren ortaya çıkan
neo-liberal dönemin bir sonucu olarak, gelir ve servet; sadece serbest
piyasalardaki emek-sermaye ilişkilerinin (emekçi sınıfların örgütsüzleştirilip
güçsüz bırakılmasının) değil, kapitalist devletlerin sermaye sınıfı lehine
uyguladığı ekonomi politikalarının da ürünü olarak, bu sınıfa mensup
zenginlerin elinde daha da birikti.
Bu birikime hizmet eden en somut politikalarsa,
verginin yükünü emekçilerin üzerine yıkan, sermayedarlardan giderek daha az
vergi alınmasını sağlayan emek karşıtı vergi politikaları oldu. Bunun sonucunda
zengin ve yoksul arasındaki uçurum daha da büyüdü.
Bir başka anlatımla, kapitalist sistemde gelir ve
servet eşitsizliği artışı birincil bölüşüm ve ikincil bölüşüm düzeylerinde
olmak üzere iki düzeyde gerçekleşiyor. Birincil bölüşümde eşitsizliklerdeki
artış neo- liberalizmle birlikte çok önemi boyutlara erişti. Çünkü artı-değer
sömürüsüyle gerçekleşen kârlara ilave olarak, seçkinlerin sahip olduğu ve
kendilerine düzenli gelir sağlayan ve belli ellerde toplanan yeni tür servet
gelirleri ortaya çıktı.
Bunların içinde finansal rantlara ilave olarak çok
önemli boyutlara erişen tekelci entelektüel mülkiyet var (bilişim ve ilaç
sektöründeki gibi bilginin tekelci kontrolünden elde edilen rantiye gelirler). Doğası
gereği sosyal ya da kamusal birçok müştereğin özelleştirilmesinden elde edilen rantlar
var (emek geliri dışında doğrudan doğa ve bilgi üzerinden elde edilen rantlar).
Sermayenin giderek artan pazarlık gücü ve emek karşıtı serbestleştirme
(de-regülasyon) politikaları var. Bunlar birincil bölüşümü servet sahipleri
lehine olmak üzere etkiliyor. İkincil bölüşüm ise emek karşıtı, sermaye yanlısı
vergileme, sübvansiyon ve transferler sonrası ortaya çıkan yeniden bölüştürücü
politikalar sonucunda ortaya çıkıyor. (9)
Birincil
bölüşüm: bir işçinin dolar milyarderi olabilmesi için 25 bin yıl çalışması
gerekiyor
Ortalama bir Amerikalı işçinin milyarder olabilmek için
25 bin yıl çalışmak zorunda olduğunu ileri süren ABD eski Çalışma Bakanı R.
Reich ABD’deki servet yığılmasının dört ana nedenine dikkat çekiyor:
(i) Miras olarak alınan servetler (ABD'deki servetin
yaklaşık yüzde 60'ı miras yoluyla oluşuyor). (ii) Tekeller (J. Bezos'un
Amazon'u Amerika'daki tüm e-ticaret perakende satışlarının yaklaşık yüzde
50'sini oluşturuyor. Süresi uzatılan patent ve ticari marka sistemleri G. Lucas
ve O. Winfrey gibi milyarderler yarattı). (iii) İçeriden bilgi almak (yatırım
fonu milyarderi S. Cohen içeriden bilgi ticareti alanındaki uzmanlığı sayesinde
"yüz milyonlarca dolar yasadışı kâr” elde etti). (iv) Politik güç (zenginler politikacılara cömert
yardımlar, bağışlar yapıyor). (10)
İkincil
bölüşüm: devlet eliyle zenginleşme ya da yoksullaşma
Devlet bütçeleri ise sermaye sahipleri ve servet
zenginlerinin lehine böyle bir yeniden (ikincil) bölüşümün aracı olarak
kullanılıyor. Bu bağlamda izlenen vergi politikaları artan gelir ve servet eşitsizliğinin
ana nedenlerinden biri.
Türkiye’de özellikle de neo-liberalizmin uygulanmaya
başladığı 1980’li yıllardan itibaren sermayedarlar hem mutlak, hem de nispi vergi yükü anlamında, diğer
sınıflara kıyasla vergi yükümlülüklerini ve ödemelerini hızla azalttılar ve
yükü emekçi sınıfların üzerine bindirdiler.
Öyle ki toplanan vergilerin neredeyse yüzde 70’inin
KDV ve ÖTV başta olmak üzere dolaylı vergilerden oluştuğu biliniyor. Bu
vergilerin işsizinden, dar gelirlisine ve asgari ücretlisine olmak üzere neredeyse
tamamı emekçiler tarafından ödeniyor. Bunların en önemli özelliği ise verginin
yükünün düşük gelirlide çok daha fazla, yüksek gelirlide çok daha hafif
hissedilmesi. Böylece dolaylı vergilerin bu kadar büyük ağırlıkta olması
Türkiye’de gelir dağılımının bu denli bozuk olmasının (ikincil bölüşüm
politikası aracılıyla) iki nedeninden birini oluşturuyor.
Bunun dışında ülkede ödenen gelir vergilerinin
neredeyse yüzde 65’i de ücretliler tarafından ödeniyor. Bu vergiye, ödenen
sosyal güvenlik katkı payları ve KDV de dâhil edildiğinde, Türkiye OECD
ülkeleri içinde işçiler üzerindeki vergi yükünün en ağır olduğu ülkeler arasında
yerini alıyor.
Şöyle ki; OECD genelinde bekâr bir işçi ücretinin
yüzde 41,5’i oranında gelir vergisi, sosyal güvenlik katkı payı ve katma değer
vergisi ödüyor. Türkiye’de ise bu oran yüzde 43. İşçi eğer evli ve iki çocuklu ise
durum daha da farklılaşıyor. Mali yük OECD ortalamasında yüzde 26,4’e
gerilerken, Türkiye’de yüzde 37’inin üzerinde kalıyor. Üstelik 2016 yılından bu yana bu yük OECD
genelinde azalırken, Türkiye’de daha da artıyor. Bunun nedeni diğer ülkelerde
işçi ailelerine yaygın bir vergi iadesi ve diğer devlet yardımları verilirken,
Türkiye’deki işçilerin sadece asgari geçim indiriminden yararlanabilmesi ve
devlet yardımlarının neredeyse hiç mevcut olmaması. (11)
Diğer taraftan son 40 yılda sermaye kesiminin üzerindeki
verginin yükü giderek azaltıldı. Sermayedarlar asıl olarak kurumlar vergisi ve
kâr dağıtımı söz konusu olduğunda gelir vergisi ödüyor. Türkiye’de resmi kurumlar
vergisi oranı yüzde 22, dağıtılan kâr payının yarısı istisna tutulduktan sonra
yüzde 40’a (bu yıldan itibaren) kadar gelir vergisi alınıyor. Ancak bunlar
resmi oranlar, bunlardan muafiyet, istisna ve indirimler düşüldüğünde bu
oranların efektif olarak ciddi biçimde
azaldığı biliniyor. Bu konuda örnek olarak geçen yıl sadece bir inşaat
şirketine 9,5 milyar liralık bir vergi indirimi teşviki verildiğini (12) ve bu
yıl bu tür indirim ve muafiyet tutarlarının 230,1 milyar lira olacağını söylemek
yeterli. (13)
Bu bağlamda, OECD ülkeleri içinde sermayenin ödediği
vergilerin neden olduğu yükü kıyaslamalı olarak gösteren bir çalışmaya göre
(14), Türkiye’de bu iki verginin entegrasyonu ile bulunan verginin yükü yüzde
37,6. Bu oranın işçilere uygulananın altında olduğu açık (kaldı ki işçilerin
vergi yüküne ÖTV dâhil edilmiyor. Bu da katıldığında aradaki farkın daha da
açılacağı kesin). Sermaye üzerindeki vergi yükünün OECD ortalaması ise yüzde
40,1. Yani Türkiye’deki oran OECD ortalamasının altında.
Resmi tamamlamak için bütçe ödeneklerinden asıl
olarak kimlerin yararlandığına da bakmak lazım. Bu konuda da yukarıda sözü
edilen şirkete aynı tarihlerde 21/b ihalesiyle 10 milyar liralık bir demiryolu yapım
işinin verildiğini (15) hatırlatmakla yetinelim.
Bütçeyi
halk için kullanmak mümkün
Kısaca bugünün süper zenginlerinin mevcut
servetlerinin önemli bir kaynağı ödemeleri gereken verginin çok altında vergi
ödemeleri. 1980’lerden itibaren ödedikleri vergilerin oranı azaldıkça bu
kesimlerin milli gelirden aldıkları pay da hızla arttı.
Oysa bütçenin hem vergi, hem de harcama politikalarını
halktan, emekten, halktan yana kullanarak eşitsizlikleri kısmen de olsa
azaltabilmek mümkün.
Bir IMF çalışmasının vurguladığı gibi, uygun bir
biçimde tasarlanmış maliye politikaları gelişkin ülkelerde vergi ve transferler
öncesi gelir eşitsizliğinin üçte birini ortadan kaldırabiliyor (bunun yüzde
75’i de transfer harcamaları sayesinde gerçekleşiyor). Eğitim ve sağlığa
yapılan harcamalar sosyal akışkanlığı artırdığından eşitsizlik azalıyor.
Azgelişmiş ülkelerde ise maliye politikaları çok daha zayıf etkilere sahip zira
vergi yapıları yeterince artan oranlı değil ve transfer harcamaları da halka
yönelik değil. (16)
O halde yapılacak şey belli. Bir yandan ilk elden
zengin-yoksul farklılığına yol açan emek sömürüsüne son verecek bir sınıf
mücadelesini örgütlemek, diğer yandan bütçenin harcama ve özellikle de vergi
politikalarına müdahale ederek, yani sermayeyi daha ağır vergilendirerek ve
onlardan servet vergisi alarak mevcut eşitsizlikleri azaltmak.
…devam
edecek
Dip
notlar:
(1) https://evonomics.com/why-billionaires-destroy-democracy-and-capitalism
( 26 November 2020).
(2)
https://www.commondreams.org/news/2021/01/02/amid-warnings-surging-worldwide-poverty-planets-500-richest-people-added-18-trillion.
(3) The World Bank, “Global Action Urgently
Needed to Halt Historic Threats to Poverty Reduction”, https://www.worldbank.org (7 October 2020).
(4) http://www.turkis.org.tr/ARALIK-2020-ACLIK-VE-YOKSULLUK-SINIRI
(29 Aralık 2020).
(5)
DİSK-AR, “Salgın günlerinde asgari ücret
gerçeği araştırması”, http://disk.org.tr/2020/12.
(6) İstanbul
Büyükşehir Belediyesi İstanbul İstatistik Ofisi, “İstanbul'da Kent Yoksulluğu Araştırması,
Mayıs 2020”, https://istatistik.istanbul/bulten
(21 Mayıs 2020).
(7) https://www.gazeteduvar.com.tr
kurtlerin-yuzde-632si-aclik-sinirinda-kadinlarin-yuzde-871i-issiz (7 Mart
2020).
(8) Derin Yoksulluk Ağı , “Pandemide Derin
Yoksullukla Mücadele, Kasım 2020”, DYA-Pandemide-Derin-Yoksullukla-Mücadelederinyoksullukagi.org
(13 Ocak 2021).
(9) Jayati Ghosh, Understanding Global Inequality
in the 21st Century, http://www.networkideas.org
(20 July 2019).
(10) https://evonomics.com/why-billionaires-destroy-democracy-and-capitalism
( 26 November 2020).
(11) OECD, Taxing Wages 2020, OECD Publishing,
Paris, https://doi.org (May 2020).
(12)
9 Ekim
2020 Tarih ve 31269 Sayılı Resmi Gazete.
(13)
2021
Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi ve Bağlı Cetveller.
(14) Elke Asen, “Integrated Tax Rates on Corporate
Income in Europe”, https://taxfoundation.org
(14 January 2021).
(15)
https://twitter.com/cigdemtoker/status/1314479073310191617.
(16) Vitor Gaspar and Mercedes Garcia-Escribano,
Inequality: Fiscal Policy Can Make the Difference, https://blogs.imf.org (11 October 2017).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder