İŞİN SIRRI İŞÇİ BAŞINA ELDE EDİLEN KÂRIN
YÜKSEKLİĞİNDE !
Mustafa Durmuş
21 Haziran 2017
Türkiye’de son on yıla damgasını vuran
büyüme stratejisinin alt yapı, enerji ve üst yapı (konut-site, AVM, plaza vs)
inşaatlarına dayalı olduğunu ve servetin de giderek artan bir şekilde bu
faaliyetlerin doğrudan ya da dolaylı olarak sağladığı yüksek rantlar ve
kârlardan elde edildiğini biliyoruz artık.
Bu strateji öyle önemli bir hale geldi
ki TÜİK ekonomik büyümeyi hesaplarken, hesaplama yöntemini değiştirdi ve
örneğin 2016 yılının ikinci yarısından itibaren konut harcamaları reel yatırım
harcaması, konutlar için bankaların verdikleri uzun vadeli ipotek kredileri de
(mortgage) reel tasarruf olarak sınıflandırılıyor.
Böyle olunca de istatistiklerde yatırım
hacmi yüzde 30 ’a, tasarruf hacmi yüzde 24’e kadar çıktı. Bunun kaçınılmaz
yansıması da ekonomik büyüme hızlarındaki coşma oldu. Böyle olunca da, büyük
çapta ekonomik durgunluk, dış borç stoku, politik kriz ve jeopolitik risklerle
kuşatılmış olmasına rağmen ekonominin geçen yılın son çeyreğinde yüzde 3,5 ve
bu yılın ilk çeyreğinde yüzde 5 büyümesine şaşırmamak gerekiyor (bu büyüme
hesaplaması konusunda TÜİK’in ciddi olarak eleştirildiğini hatırlatmakla
yetinelim).
Pastanın kreması enerji yatırımları
Bugünkü yazımız aslında sözü edilen bu
alt yapı yatırımlarının özgün bir biçimiyle ilgili. Yani şu ana kadar üzerinde
çok konuşulmuş, yazılmış olan büyük köprüler, oto yollar ya da tünellerden
ziyade, enerji alt yapı yatırımları olarak da geçen hidro elektrik santraller
(HES) ile ilgili.
Çünkü başta Karadeniz ve Doğu ve Güney
Doğu Anadolu Bölgeleri olmak üzere ülke çapında yüzlerce hidro elektrik
santrali projesi mevcut. Bunların bazıları tamamlandı, bir kısmı inşaat halinde
ve yenileri de gündeme geliyor. Bunların büyükçe bir kısmının koşullu
yükümlülükler biçiminde devlet garantisine sahip olduğunu da vurgulayalım.
Bu yatırımlara, doğal çevreyi tahrip
ettiği, yerel tarım üreticisine zarar verdiği, çevreyi ve suyu kirlettiği için
büyük bir tepki olduğu ve hatta yer yer yerel direnişlerin de ortaya çıktığı
malum.
Ne kadarı ihtiyaçtan, neden ısrarla HES?
Siyasal iktidar enerjiye olan ihtiyaçtan
yola çıkarak bu projeleri savunuyor. Enerjiye olan ihtiyaç belli, ancak bunun
ne kadarlık kısmının gerçek bir ihtiyaçtan ne kadarının ise türetilmiş bir
ihtiyaçtan kaynaklandığı sorusu hala ortada.
Çünkü yapılmış büyük köprülerin kullanım
oranına bakıldığında, bu ihtiyacın en azından bir kısmının türetilmiş bir
ihtiyaç olduğu ileri sürülebilir. Benzer bir biçimde HES’lerin ürettiği
elektrik için devlet satın alma garantisi verdiğinde ihtiyacın çok üzerinde
santral yapımı söz konusu olabiliyor.
Bu ihaleleri, projeleri alanların da
Türkiye’nin son yıllarda yıldızı çok hızlı parlayan az sayıda büyük
inşaat-enerji grubu olduğu dikkate alındığında bu abartılı ihtiyaç
somutlaşıyor.
Soruyu şöyle soralım. Enerji ihtiyacı
biliniyor. Ancak doğaya ve yerellere asgari düzeyde zarar veren, hatta hiç
zarar vermediği ileri sürülen yenilenebilir yeşil enerji gibi seçenekler
mevcutken iktidarlar neden sorgulamaksızın HES yapımına yöneliyorlar?
Kâr ama en fazla kâr !
Bunun yanıtını duyar gibiyim: Kâr…
Kuşkusuz içinde yaşadığımız toplumun temeli kâr elde etmeye ve en fazla kâr
elde etmeye dayanıyor.
Yani üretim faaliyetine karar
verilirken, doğanın, toplumun, insanların ihtiyaçları kâr sağlama güdüsünden
çok sonra geliyor, hatta bazen sıralamada bu ihtiyaçlar hiç yer almıyor
(örneğin barışa olan ihtiyaç gibi).
Ancak bunca sektör ve ekonomik faaliyet
türü varken, örneğin neden yeni sanayi fabrikaları kurulmazken, HES’ler
kurulur?
Bu sorunun yanıtını birkaç gün önce
yayımlanan bir araştırmadan türetmek mümkün. Bu araştırmaya göre (1) Dünya
çapında işçi başına en çok kâr elde edilen sektör enerji sektörü. Öyle ki diğer
sektörlerle aradaki fark en az iki kat.
Aşağıdaki grafik-çizim S&P 500 Borsa
Endeksinde yer alan dev çok uluslu şirketlerin işçi başına yılda elde ettikleri
kâr miktarlarını gösteriyor.
Bu verilere göre bu şirketler işçilerin
sırtından yüz binlerce dolardan başlayarak milyonlarca dolara varan miktarlarda
(enerjide olduğu gibi) kâr elde ediyorlar.
Rakamlar gerçekten de dudak uçurtucu
türden: Yılda bir işçiden elde edilen kâr miktarı enerji sektöründe 1,8 milyon
dolar, sağlıkta 900 bin dolar, doğal tekel hizmetlerinde (örneğin ulaştırma)
800 bin dolar, tüketim malları sektöründe (400 bin- 700 bin dolar), finansal
sektörde (bankacılık vs) 650 bin dolar, iletişimde 500 bin dolar, teknolojide
480 bin dolar ve sanayi sektöründe 320 bin dolar.
İşçi başına kârın göreli olarak daha
düşük olduğu sektörlerin ortak özellikleri; bunların asıl olarak sermaye ve
teknoloji yoğun sektörler olmaları, bu durumun üretim maliyetlerini
yükseltmesi, sağlık sektöründe olduğu gibi ar-ge maliyetlerinin yüksekliği, bu
sektörlerin üzerindeki net vergi yükünün daha ağır olması (daha az teşvik
almaları), royalti ödemelerinin yüksekliği, alt yapıda olduğu gibi bakım ve
onarım maliyetlerinin yüksekliği, bu sektörlerin diğerlerine göre daha
nitelikli uzman dolayısıyla da yüksek ücretli mühendis, işçi çalıştırmaları.
Bunlara, göreli olarak işçi başına daha
yüksek kârın olduğu sektörlerde sendikalaşma oranlarının düşüklüğü, taşeron
kullanımının yaygınlığı, bu sektörlerin özellikle enerji ihtiyacı gerekçesiyle
her türlü devlet desteğinden ve teşviğinden yararlandırılmaları ve son olarak
doğada hazır bulunan nehirlerin, derelerin arazilerin bu sektörlere bedava
sunulması gibi faktörler eklendiğinde enerji yatırımlarının neden bu denli
cazip olduğu daha iyi anlaşılıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder