HER ŞEY KAR İÇİNSE ‘BIRAKINIZ YAKSINLAR,
BIRAKINIZ YIKSINLAR…’
Mustafa Durmuş
9 Haziran 2017
Habere göre,
“Üretim Reformu” olarak tanıtılan ‘Sanayinin Geliştirilmesi ve Üretimin
Desteklenmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’nın zeytinliklerin imara açılmasını öngören 2.
maddesi tepkiler üzerine komisyona geri çekildi.
Daha önce de
üç işçi sendikası başkanının ortak olarak düzenlediği basın toplantısı
sonrasında kıdem tazminatı fonunun kurulması ile ilgili çalışma durdurulmuştu.
Bu haberler
başta emek örgütleri olmak üzere aslında toplumun büyük bir kesimi tarafından
memnuniyetle karşılandı ve hatta bazı yazarlar bunu emek ve ekoloji konusundaki
duyarlılığın artması sonucunda Hükumete attırılan bir geri adım olarak
nitelediler.
Geri adım mı, daha uygun bir zaman mı
bekleniyor?
Zeytinlikler
konusunda daha önce defalarca aynı düzenlemenin gündeme getirilmiş olması
ikinci olasılığın daha güçlü olduğunu gösteriyor. Kaldı ki aynı yasa
tasarısında diğer bazı düzenlemelerin değiştirilmeden kalması bu kuşkuyu
güçlendiriyor.
Örneğin,
üniversitelerde görev yapan araştırma görevlilerinin istihdamının tamamen
geçici statüde olması öngörülüyor. Keza tasarıya son anda eklenen özel bir
madde ile Trabzon’da kurulması planlanan şehir hastanesi için Kıyı Kanunu’nda
değişikliğe gidiliyor. Ayrıca Sanayi Bakanlığı’nın talebi üzerine endüstri
bölgeleri, teknoloji geliştirme bölgeleri, organize sanayi bölgeleri, serbest
bölgeler ve taşınacak sanayi siteleri için meralar ot bedeli ödenmeden
yapılaşmaya açılabilecek. Kısaca biz zeytinlikleri kurtardığımızı düşünürken
diğerleri sırada bekliyor.
Emeğe ve doğaya karşı bu kadar hoyratça
davranış niye?
Bunun yanıtı
belli: İçinde yaşadığımız sistem olan kapitalizmin sürükleyici gücü kâr, en fazla
kâr elde etmek. Yani bu sistemde üretim insan ihtiyaçlarını karşılamak için
değil, kâr için yapılıyor. Bunu da sistem enerji kaynaklarının, hammaddenin
kaynağı olan doğayı ve bunu işleyen emeği sonuna kadar sömürerek yapıyor. Doğal
kaynakların, ya da doğanın kullanım değerini değil onun değişim değerini,
piyasa değerini ön planda tutuyor. Böyle bir kârı sağlayabilmek için de
olabildiğince fazla üretim ve bir o kadar da tüketimi zorluyor. Bu da kabaca
emeği ve doğayı tahrip ediyor, yok ediyor. İş kazaları giderek artarken,
küresel ısınma başta olmak üzere çok sayıda doğal felaketin de önü açılıyor.
Yani emeğin
ve doğanın tahribatı kapitalizmin kâr mantığında vücut buluyor. Böyle bir
tahribat tesadüfi ya da istisnai değil, sisteme içkin, kaçınılmaz bir olgu.
Bu nedenle
de ünlü tarihçi Howard Zinn, 2002’de “kâr güdüsünün insanlık için ne denli
tahrip edici olduğu yönündeki Marks’ın öngörüsünün bugün çok daha önemli bir
hale geldiğinin, para kazanma ve kâr güdüsünün bugün şirketlerin havayı, suyu
kirletmesine ve küresel silah firmalarının kimlere karşı kullanılacağı dahi
bilinmeyen devasa silah üretimine neden olduğunun, bu bağlamda da toplumların
gerçek anlamda demokratikleşmesinin ancak kâr motifinin ortadan kaldırılmasıyla
mümkün olabileceğinin” altını çizmişti.
Sermaye ve onun güdümündeki
politikacılar bu tahribatı nasıl meşrulaştırıyorlar?
Böyle bir
tahribatı savunanların sarıldıkları en önemli tez bu yolun en maliyet - etkin
yol” olduğu tezi. Yani “ancak bu yolla ülkede sanayileşmeyi sağlayabiliyorlar,
kalkınma hedeflerini tutturabiliyorlar, istihdam yaratıyorlar, şirketleri
piyasada ayakta kalabiliyor”. Eğer örneğin “şirketler sınai atıklarını arıtmaya
kalksalarmış, iflas ederlermiş, bunun sonucunda da işçiler işsiz kalırlarmış”,
vs, vs…
“Zeytinlik
mi önemli, yoksa sanayi mi?” demekle “şirketin başka çaresi yok, fabrika
çevreyi koruma için değil, kâr yapmak içindir” demek arasında öz itibariyle
herhangi bir fark yok.
Bencillik erdeme dönüştürüldü !
Bu nedenle
de 18. ve 19.yüzyıl kapitalizminin 'bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler'
biçimindeki temel sloganı, günümüzde 'bırakınız yaksınlar, bırakınız
yıksınlar'a dönüşmüş durumda. Nitekim içinde yaşadığımız coğrafyada süren savaş
doğayı yakıp yıkıyor, genç, yaşlı, çoluk, çocuk, kadın, erkek demeden binlerce
insanın ölümüne neden oluyor, son olarak Sürmene’de olduğu gibi ormanlık
alanlar bir anda yanıveriyor ve ardından villalar yükselmeye başlıyor.
Serbest
piyasacılar “bırakınız yapsınlar” inancına tapınırlar, çünkü bu inanç onların
işine yarar. Bu görüşün babası A. Smith’e göre, “her birey kendi çıkarını
(kârını, faydasını) maksimize ederse, toplumun refahı maksimize olur”. Buna
inanıldığında artık emek ve doğa tahrip eden her türlü faaliyet “bilimsel
olarak ! ” meşrulaştırılmış oluyor.
Yani bu
kesimler için serbest piyasa ve kâr maksimizasyonu toplumun, doğanın kısaca her
şeyin üstündedir. Emekçi söz konusu olduğunda kaynakların kıt olduğundan dem
vururlar ama doğadaki kaynakları hiç tükenmeyecek gibi görürler. İstedikleri
zaman tüketir ya da zehirlerler.
Şirketler
şımarık çocuklar gibi sorumsuz riskler almaya, denizleri kirletmeye, toplumu
hasta etmeye, atıklarını tüm bölgeye yaymaya devam ederler ve kâr edebilmeleri
için hükümetler tarafından sık sık kurtarılırlar.
Serbest
girişim ve piyasacı özgürlükler onlar için her türlü değerin üzerindedir. Ama
gerçekte bu özgürlüklere sığınarak gezegeni bir çöplüğe çevirirler. Bu özgürlük
aslında güçlünün zayıfı, zenginin yoksulu sömürme, ezme özgürlüğüdür. Onlar
için özgürlük kavramı aç gözlülüğün haklı gösterilmesinden başka bir şey
değildir.
Aynı gemide miyiz?
Sermayenin,
zenginlerin sosyal konut sunumu, kamusal eğitim, sosyal güvenlik ve kamusal
sağlık hakkı gibi kazanımlarımızı yok etmeye çalışması bir noktaya kadar
anlaşılabilir bir şey. Çünkü bu alanlardaki kesintiler, kemer sıkma
politikaları bu süper zenginlere ve ailelerine zarar vermiyor. Onlara lazım
olan her türlü hizmeti ve korumayı satın alabilecekleri kadar, hatta fazla
servetleri var.
Diğer yandan onlar da aynı Dünyada yaşıyorlar. Bu yüzde neden oldukları ekolojik felaketler onlar için de bir tehdit değil midir?
Diğer yandan onlar da aynı Dünyada yaşıyorlar. Bu yüzde neden oldukları ekolojik felaketler onlar için de bir tehdit değil midir?
Aslında
ekoloji konusunda da durumları bizimkinden farklı. Zira bizler gibi
yaşamıyorlar. Farklı sınıf gerçeklikleri var, havanın daha temiz olduğu, sadece
zenginlerin yaşadığı bölgelerde yaşıyorlar. Özel olarak üretilmiş organik
ürünler tüketiyorlar. Toksik atıklar onların yaşadığı yerlerden çok uzaklara
gömülüyor. Bu kesimler ormanlık, yüksek bölgelerde, akarsu kenarlarında, çimen
kaplı arazilerde ve çok iyi gizlenen yollarla erişilebilen bölgelerde
yaşıyorlar.
Uzun vadede
onların sonu da bizimkinden farklı olmayacak. Fakat bizim gibi onlar da burada
ve şimdi yaşıyorlar, uzun vadede yaşamıyorlar. Bu nedenle de onların bugünkü
temel meselesi ekolojik tahribattan, zeytinliklerden, kıyılardan ya da iş
kazalarından oldukça farklı: Devasa boyutlarda kâr elde edebilmek.
Dünyanın ya
da gezegenin geleceği, bugünkü büyük çaptaki yatırımlarıyla kıyaslandığında
onlar için çok uzak bir endişe kaynağı. Bu kesimler açısından çevre için
harcadıkları her lira ya da dolar, kârdan zarardır.
Yani bu
çevrelerin bugünkü kazançları, toplumun gelecekteki kaybından çok daha önemli.
Bunlar için, bir ormanı çöle çevirmenin toplumsal maliyeti, kesilen ağaçlardan
elde edilen kerestenin yarattığı kârın çok gerisinde kalan bir durum. Ve her
zaman mantıklı bir açıklamaları vardır: “İnsanların ziyaret edebileceği başka
birçok orman var. Ama ekonominin keresteye, kereste işçilerininse işe ihtiyacı
var !”. Bir başka deyimle "zeytinlik mi önemli, onun arazisine kurulacak
olan fabrika mı ya da bu arazide yatan madenler mi?, Bu ülkenin yeni
yatırımlara ihtiyacı var!"
Oysa doğa
kendini savunamıyor, onu savunmak bize düşüyor, ancak bu süper zenginler
doğadaki her şeyi metaya, metayı da ölü sermayeye dönüştürmek istiyorlar.
Ekolojik felaket onlar için önem arz etmiyor.
Monomani
Kâr ve
servet biriktirme tutkusu bunların gözünü öyle kör etmiş, öyle bir patolojik
bir durum yaratmış ki, içinde yaşadıkları dünyanın ne durumda olduğunu
göremezler. Oldukça, daha fazla olsun isterler. Para, servet bağımlıları
kendileri için hep daha fazla isterler, hatta yaşamları boyunca tüketemeyecekleri
kadar çok servetleri olsun isterler. Bu da aslında insanlığı yok eden bir
saplantılı patoloji, bir monomani durumudur.
Durumumuzu şöyle bir metaforla açıklamak mümkün: Freni patlamış
bir otobüsün içindeyiz ve otobüs derin ve tehlikeli bir geçide son sürat
girdiğinde bizim para, kâr, servet bağımlıları ne yapar sizce? Her halde bu
durumu fırsata çevirip fahiş fiyatlarla bizlere kemer ve yastık vs pazarlamaya
çalışırlar. İşte geleceğimizi de böyle fırsatları tasarlayarak planlıyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder