EYLÜL
DARBELERİ: ŞİLİ VE TÜRKİYE (2) / 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi
Mustafa
Durmuş
12
Eylül 2019
Dün paylaştığım yazımda 11 Eylül 1973’te Şili’de
yapılan askeri darbeye değinmiş ve bu darbe ve bu dönemde yapılan diğer darbeleri
ABD emperyalizmi ile doğrudan ilişkilendiren bir bakış açısına (1) yer vermiştim.
Bu bakış açısına göre; 1960 sömürgecilik sonrasında iktidara
gelen Ulusal Kalkınmacı Yönetimler (batılı kapitalist ülkelerin çıkarlarına
ters düşen strateji ve politikalar izlediklerinden) başta ABD olmak üzere diğer
emperyalist devletler tarafından düşman olarak ilan edildiler ve bu yüzden de CIA
destekli askeri darbelerle devrildiler.
Bu yazım ile ilgili olarak, Türkiye’deki 12 Eylül 1980
darbesi ve özellikle de 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimini kapsamadığı,
dolayısıyla da eksik olduğu yönünde eleştiriler alınca bu yazıyı kaleme almak
gerekli oldu.
DARBELERİN
EKONOMİK VE POLİTİK NEDENLERİ
Öncelikle vurgulanması gereken bir konu var. Dün yer
verdiğim Ulusal Kalkınmacı bakış açısında yapıldığı gibi, tüm darbeleri sadece
ülke yönetimlerinin emperyalizmle ters düşmesi ya da çatışması ile açıklamak
doğru değil. 1960 sonrası özellikle Latin Amerika ve Türkiye’deki darbelerde
ABD emperyalizminin ve NATO’nun payı elbette çok büyük. Çünkü (ekonomik-parasal
ilişkileri bir yana bırakın) darbeciler ve temsil ettiği ordular doğrudan
Pentagon ve NATO ile ilişkililer.
Ancak darbelere neden olan diğer bazı (daha ziyade içsel)
ekonomik ve politik faktörler de söz konusu. Bunların başında kuşkusuz derin
ekonomik krizler ve politik krizler geliyor. Bunların her ikisi de örneğin 12
Eylül 1980 Askeri Darbesinde son derece etkili olmuşken, 15 Temmuz Darbe
Girişimi ve ardından 20 Temmuz OHAL ile gelen ve genelde sivil darbe olarak
nitelendirilen gelişmede ekonomik faktörden ziyade politik kriz etkili oldu.
12
EYLÜL 1980 DARBESİ’NE GİDEN SÜREÇ: EKONOMİK VE POLİTİK KRİZ
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi sonrasındaki askeri
yönetim döneminde resmi kayıtlara göre 650 bin kişi gözaltına alındı, 230 bin
kişi askeri mahkemelerde yargılandı. Bu dönemde, 1 milyon 683 kişi fişlenirken,
binlerce kamu görevlisi 1402 Sayılı Kanun gereğince kamu görevinden mahrum edildi.
Tespit edilebilen gözaltında ya da hapishanelerde, işkence vb. yöntemlerle ölüm
sayısı 229 oldu. 700 kişinin idamı istendi ve bunlardan 50’si (17 ‘si siyasi
hükümlü olmak üzere) idam edildi (2).
12
Eylül Askeri Darbesi öncesinde dünya kapitalizmi uzun süren bir iktisadi
durgunluk, Türkiye ekonomisi ise derin bir iktisadi ve politik kriz içindeydi.
Türkiye’nin krizi aslında 1962’den itibaren uygulamakta olan kapitalist ithal
ikameci büyüme modelinin (en azından Türkiye’deki versiyonunun), bir kriziydi
ve kendisini döviz krizi biçiminde gösteriyordu.
Yani
ağırlıklı olarak iç pazara, dolayısıyla belli düzeyde satın alma gücünü
garantileyen göreli olarak yüksek işçi ve memur ücretlerine dayalı ithal
ikameci birikim ve büyüme stratejisi 1970’lerin ortalarından itibaren hem iç
hem de dış ekonomik nedenlerden dolayı krize girdi. Sermaye birikim rejimini bu
krizden çıkartmak ancak yeni bir birikim rejimi ile mümkün olabilirdi. Bu artık
iç pazara değil, kapitalist küreselleşmeye paralel olarak, dış pazara dayanan bir model olmak
durumundaydı. Bu modelin ekonomi-politik temelini ise rekabetçi işçi ücretleri
(yani düşük ücretler), işçi sınıfının örgütlerinin dağıtılması ve genel olarak
hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması oluşturuyordu.
Krizden
çıkış için önce 24 Ocak 1980 Kararları adı altında IMF-Dünya Bankası kaynaklı
istikrar tedbirleri ve yapısal uyum programları uygulandı. Bu kararlar
Türkiye’yi hızla küreselleşen kapitalizme -emperyalizme yeni ve daha sağlam bir
biçimde eklemlemeyi hedefleyen kararlardı.
Bu kararların hayata geçirilebilmesi için (aksak işlese de) mevcut
parlamenter demokratik rejimin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Çünkü işçi
sınıf hareketi ve sendikalar güçlenmiş, toplumsal muhalefet ayağa kalkmıştı. On
binlerce işçi grevdeydi. İşçi ve emekçilerin haklarını, ekonomik ve politik
örgütlerini ortadan kaldıran bir tür açık diktatörlüğe ihtiyaç vardı. Bu
ihtiyacı 12 Eylül Askeri Darbesi ile kurulan askeri diktatörlük karşıladı.
Bu
süreçte, bu kararlara ve bu kararları
uygulayan askeri ve sivil yönetimlere uluslararası sermaye, emperyalist devletler,
IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi uluslararası kuruluşlar da destek verdiler.
24
Ocak Kararları ve 12 Eylül Askeri Diktatörlüğünün sonucunda; Türkiye
ekonomisinin makroekonomik performansı artırıldı; yerli ve uluslararası
sermayenin kârlılığı restore edildi ve ekonomi yeniden dış borç geri ödemesi
yapabilir hale getirildi. Bunun faturası ise (açık diktatörlük şartlarında)
işçi ve emekçi sınıflara ödettirildi. İşçilerin reel ücretleri ve köylülerin
gelirleri düştü, gelir dağılımı daha da
bozuldu. Düşük ücret, yüksek reel faiz, zamlar ve devalüasyonlar ile halk daha
da yoksullaştırıldığı gibi, ekonomik ve demokratik haklarından mahrum bırakılarak
askeri diktatörlük altında ağır bir zulme uğratıldı (3).
Darbeden
bu yana geçen otuz dokuz yıl boyunca Türkiye Neo-liberal politikalara teslim
edilerek bir bütün olarak hızla dönüştürüldü, özelleştirmeler ve serbestleştirme
politikalarıyla ekonomi küresel kapitalizme ve emperyalizme daha da bağımlı
hale getirildi, kalkınma ve sanayileşme çabalarından vazgeçildi.
15
TEMMUZ 2016 DARBE GİRİŞİMİ VE OHAL
Bu
darbeden sonra da ülkede post modern darbeler gerçekleşti. En sonuncusu ‘15
Temmuz Başarısız Darbe Girişimi’ olarak tarihe geçti. Bazılarına göre ‘kontrollü
bir darbe’ olan bu girişim 12 Eylül 1980 darbesi öncesindeki gibi ekonomik kriz
koşullarının yol açtığı bir darbe değildi.
Çünkü
darbe öncesi yıla göre, darbe yılının ilk 6 ayında borsa yüzde 15 yükselmiş,
yabancı sermaye girişleri son yılların en yüksek seviyesine ulaşmış ve 10
yıllık devlet tahvillerinin faizleri de geçen yıllara göre düşmüştü.
Kısaca
15 Temmuz 2016 Darbe Girişiminin ardındaki faktör ekonomik krizden ziyade
politik krizdi. Bu krizin bir ayağı 2013 yılından o yana iyice belirginleşen
FETÖ-AKP çatışmasıydı. Diğer ayağı ise Orta Doğu’da Türkiye’nin de parçası
haline geldiği savaşla birlikte iyice karmaşık bir hal alan Kürt Sorunuydu.
Öyle ki 2015 yılında çatışmasızlık sürecine son verip savaş konseptine geri dönüşü
sağlayan üst akıl darbe mekaniğini de harekete geçirdi.
Darbe
girişiminden sadece 1 hafta sonra ilan edilen OHAL ve devreye sokulan KHK’ler
neo-liberal, neo-popülist ve neo-otoriter bir rejimin kurulmasının ilk adımları
oldu. Geçen 3 yıl boyunca parlamenter demokrasi ortadan kaldırılıp, güç ve
iktidarın tek elde toplanmasına izin veren bir Türk Tipi Başkanlık Sistemi
kuruldu.
OHAL
döneminin yol açtığı çok ağır insani, sosyal, siyasal ve ekonomik maliyetleri
görebilmek için ise çarpıcı bir yazıya (4) ve geniş çaplı bir araştırmaya
dayalı olarak hazırlanan 993 sayfalık raporu incelemek yeterli (5).
Yeni
rejim altında da politik kriz atlatılamadığı gibi, ekonomi derin bir krize
sürüklendi.
2016
yılı ekonomik olarak kayıp yıl sayılırken, 2017 yılında, biraz yeni büyüme
hesaplama yönteminin etkisi, biraz da Kredi Garanti Fonu’nun devasa boyutlara
ulaşan kredileriyle ekonomi hormonlu bir biçimde büyütüldü. Ancak 2018 yılından
itibaren ekonomi sert biçimde yavaşladı ve tüm parasal ve reel göstergelere
göre derin bir kriz girdi. Yani bu kez politik kriz ekonomik krizi tetikledi.
Bu süreç hala devam ediyor.
DİP NOTLAR:
(1) Jason
Hickel, The Divide-A brief
Guide to Global Inequality and Its Solutions, Windmill Books, 2017,
s. 112-133.
(2) Mustafa
Durmuş, “12 Eylül Askeri Darbesinin Ekonomi Politiği”, Memleket Siyaset Yönetim Dergisi, 2011/15, s. 95-139.
(3) Agm.
(4) Nejla
Kurul, “KHK’lilerin yası tutulabilir mi?”, https://www.gazeteduvar.com.tr
(20 Temmuz 2019).
(5) Mağdurlar
İçin Adalet Topluluğu, İkinci Yılında
OHAL’in Toplumsal Maliyetleri Araştırma Raporu (Ocak 2019).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder