“VERGİ MÜKELLEFİNİN PARASI” MI, “KAMUNUN
PARASI” MI?
Mustafa Durmuş
23 Eylül 2019
Vergileme alanında çok sık kullanılan
bir kavram var: “Vergi mükellefinin parası”.
Amerikan filmlerinde de sıklıkla bu söz
kullanılır. Devletle karşı karşıya kaldığında Amerikalı söze genelde : “I am a
taxpayer” yani “ben bir vergi mükellefiyim” diye başlar ve haklarını ve
taleplerini bu zemin üzerinden sıralar. Yani vergi ödeyen bir yurttaş olarak
ekonomik ve demokratik haklarının, taleplerinin olduğunu ve örneğin “ödediği
vergilerin nerelere harcandığını” sorar. Özetle parasının hesabını sorar.
Bu sözde her hangi bir sorun olmadığı
düşünülebilir. Vergi ödeyen bir yurttaşın ödediği bu vergilerin nereye
harcandığını (örneğin sermayeye ya da belli cemaatlere mi aktarıldığını)
sorması, bu vergilerle finanse edilen harcamaların verimli olup olmadığını
sorgulaması ve kamu hizmetlerinden yararlanmak istemesi kadar doğal bir şey
olamaz.
SADECE VERGİLER DEĞİL
Ancak hükümetler sadece topladıkları
vergileri harcamazlar. Sosyal güvenlik katkı payları ve İşsizlik Sigortası Fonu
için yapılan kesintiler başta olmak üzere çeşitli fonlar için çalışanların
ücretlerinden yaptıkları kesintilerden, devlet borçlanmasından, emisyondan
(para basma), elektrikten doğal gaza, petrolden internete kadar temel
hizmetlere yaptıkları zamlardan, özelleştirmelerden elde ettikleri parayı da
(özellikle de yeterli vergi toplayamadıklarında ya da harcamaları aşırı
arttığında) harcamaları için kullanırlar.
Diğer yandan vergileme dışında yaratılan
bu gelirlerin ve bu paranın hesabını sormak aklımıza gelmez.
ÖNCE “TİNA”, SONRA VERGİ MÜKELLEFİNİN PARASI
“Vergi mükellefinin parası” kavramı,
tıpkı TİNA (Türkçe açılımı: Piyasadan başka bir alternatif yok) gibi,
neo-liberal dönemde ilk olarak Britanya Başbakanı “demir lady” ünvanlı emekçi
düşmanı M. Thatcher tarafından kullanıldı.
Thatcher 1983 yılında “kamu parası diye
bir şey yoktur, vergi mükellefinin parası vardır” sözünü sarf etti. Bunu
söylerken sermayenin, patronların ödediği vergileri sosyal harcamalar biçiminde
“asalak” emekçiler için harcamayacağını anlatıyordu.
Nitekim bu sözün ardından, iktidarda kaldığı sürece aşamalı olarak devlet bütçesinin kaynakları emekçilere kapatıldı.
Nitekim bu sözün ardından, iktidarda kaldığı sürece aşamalı olarak devlet bütçesinin kaynakları emekçilere kapatıldı.
Bu söylem, Thatcher sonrasında iktidara
gelen Blair’ci Yeni İşçi Partisi’nce yaygın olarak kullanılmaya başladı. Bu
kavramı sahiplenip kullanan bazı sol çevreler ise, böylece “vergi
mükelleflerinin parasını harcayan” ikiyüzlü burjuva politikacıları teşhir
ettiklerine inanıyorlardı.
IRKÇI, CİNSİYETÇİ, SINIFSAL FARKLILIKLARI ÖRTEN BİR KAVRAM
İçinde yaşadığımız kapitalist toplumda
eşitsizlik sadece emek-sermaye eşitsizliği ile sınırlı olsaydı, bu kavramın
kullanılması sorunlu olmazdı. Ama bilindiği gibi kapitalizmde ayrıca; ırkçılık,
cinsiyetçilik, yabancı düşmanlığı gibi çok sayıda başka sorun da var.
Tekçi ve erkek egemen kimliğe sahip
devlet yapılanmasının dışında kalan ırklara, kimliklere, cinsiyetlere,
inançlara, dinlere, mensup insanlara, kadınlara, sığınmacılara ve göçmenlere
sistematik ayrımcılık yapılıyor.
Böylece vergi mükellefinin vergisine
sahip çıkmak biçiminde yorumlanan “vergi mükellefinin parası” kavramı (niyetten
bağımsız olarak) toplumdaki böyle önemli sorunların üstünü örtmeye hizmet edebilir.
Dahası kendini sınıf indirgemeci bakış
açısıyla sınırlandıranlar bu kavram altında (farkında olmadan da olsa) aslında
ırkçı, cinsiyetçi ve sınıfsal bir efsaneyi yaygınlaştırabiliyor olabilirler.
Çünkü bu kavramsallaştırma altında
“toplum olarak böyle iyi-cömert mükellefler ya da hâkim kimliklere sahip
yurttaşların ödedikleri vergiler sayesinde kamu hizmetlerinden
yararlanabiliyoruz” şeklinde bir yanılsama ortaya çıkar.
Ayrıca (her ne kadar her birimiz en
azından KDV, ÖTV gibi dolaylı vergileri ödeyerek vergi mükellefi konumunda
olsak da), bir kısmımız yukarıdaki vergi mükellefi tanıma tam olarak
girmeyebiliriz.
Bu durumu ve kavramın böyle sorunlu
boyutunu Türkiye’de değişik illerden toplanan vergilerin dağılımından yola
çıkarak görebilmek mümkün.
Yani toplam vergi gelirleri içinde
illerden gelen vergilerin payına bakıldığında, Türkiye’deki vergi ödeme gücü
olmayan, vergi ödeyemeyen ve sayıları milyonları bulan; yoksul köylülerin,
yoksul Kürtlerin, üniversite öğrencilerinin, çocukların, evde çalışan kadınların,
mültecilerin, Suriyeli göçmenlerin, engellilerin ve kayıt dışı çalışanların
yukarıdaki gibi bir vergi mükellefi tanımına girmeleri zorlaşır.
VERGİ GELİRLERİNİN SADECE YÜZDE 5’İ KAMU HİZMETİNE EN ÇOK İHTİYAÇ DUYAN
İLLERDEN SAĞLANIYOR
Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın resmi
verilerine göre (1), 2018 yılında tahsil edilen vergi gelirlerinin yüzde 79,5’i
5 ilden ve yüzde 85’i 10 ilden sağlandı. Tahakkuk edilen vergilerin tahsil
edilme oranı ise ortalama yüzde 81 civarında oldu. Bu en yüksek paya sahip ilk
5 il ise şunlar: İstanbul: Yüzde 43,9; Ankara: Yüzde 11,3; İzmir: Yüzde 10,9;
Kocaeli: Yüzde 10,5 ve Bursa: Yüzde 2,9.
Kürt nüfusun ağırlıklı yaşadığı 19 ilde
toplanan vergiler ise toplam vergilerin sadece yüzde 5,3’ünü oluşturuyor
(hesaplama zorluğundan dolayı bunlara İstanbul, İzmir, Konya gibi illerde
yaşayan Kürt nüfus dâhil edilmedi). Bu illerde toplanan vergilerin paylarının
dağılımı ise şöyle:
Adana: Binde 94; Adıyaman: Binde 10;
Ağrı: On binde 7; Antep: Binde 83; Ardahan: On binde 2; Batman: Binde 13;
Bingöl: On binde 4; Bitlis: On binde 6; Diyarbakır: Binde 33; Hakkâri: On binde
4; Iğdır: On binde 4; Mardin: Binde13; Mersin: Yüzde1,95; Muş: On binde 5;
Siirt: On binde 5; Şırnak: On binde 8; Tunceli: On binde 2; Urfa: Binde 28;
Van: Binde 11.
Aslında diğer yoksul illerde de benzer
bir durum söz konusu: Amasya: On binde 8; Çankırı: On binde 4; Erzincan: On
binde 5; Gümüşhane: On binde 2; Kırşehir: On binde 6; Nevşehir: On binde 8;
Sinop: On binde 4; Kırıkkale: On binde 5; Kilis: On binde 4 ve Yozgat: On binde
8 (2).
Tahakkuk eden verginin tahsil edilme
oranının en yüksek olduğu illerin başında ise Tunceli geliyor. Türkiye
ortalamasının yüzde 81 civarında olduğu ülkede en yüksek orana sahip ilk 10 il
şöyle sıralanıyor: Tunceli: Yüzde 91,0; Hatay: Yüzde 86,9; İzmir: Yüzde 86,2;
Zonguldak: Yüzde 84,5; Mersin: Yüzde 85,9; Tekirdağ: Yüzde 85,6; İstanbul:
Yüzde 83,2; Ardahan: Yüzde 82,4; Edirne: Yüzde 81,0; Maraş: Yüzde 80,7.
En düşük 10 il ise şunlar: Kilis: Yüzde
29,4; Mardin: Yüzde 46,0; Hakkâri: Yüzde 47,8; Düzce: Yüzde 52,4; Diyarbakır:
Yüzde 55,9; Bilecik: Yüzde 57,6; Kırklareli: Yüzde 59,3; Urfa: Yüzde 61,3;
Şırnak: Yüzde 62,1; Amasya: Yüzde 63,0.
Söz konusu illerdeki vergi payının
düşüklüğünün tarihten gelen ve halen sürmekte olan ekonomik, politik ve sosyal
nedenlerinin olduğu biliniyor. Tahsilat oranlarının farklılığı ise bölgesel
olarak vergi toplama gayretinin farklı olmasıyla açıklanabilir.
KAVRAM DAR ANLAMDA YORUMLANDIĞINDA MİLYONLARCA İNSAN KAMU HİZMETLERİNDEN
YARARLANAMAZ
Bu verilerden de görüleceği gibi, “vergi
mükellefinin parası” kavramına uygun olarak eğer ekonomik ve demokratik haklar
vergi ödeme temelinde kullandırılırsa, başta Güneydoğu ve Doğuda yaşayan Kürt
ve Arap nüfus olmak üzere, İç Anadolu’nun yoksul Türk köylüleri de bu haklardan
yararlanamazlar (hali hazırda hangi kamusal hizmetlerden ne kadar
yararlanabildikleri de tartışılır).
Keza bu tanım altında başta bu
bölgelerde yaşayanlar olmak üzere; ev kadınlarının, çocukların, üniversite
öğrencilerinin, mültecilerin ve sığınmacıların kamusal hizmetlerden
yararlanmaları mümkün olmaz. Nitekim bazı sahil belediyelerinin bu yaz
Suriyelilere koydukları yasaklar bu durumu somut olarak anlatıyor. Bunun
ırkçılık, cinsiyetçilik, ayrımcılık ve yoksulu ezen bir bakış açısı olduğu çok
açık.
Durum böyleyken ödeme gücü olmayanların
da kamusal hizmetlerden yararlanmasını öngören, bu anlamda böyle bir
yararlanmayı zenginlerin verecekleri vergilere bağlayan klasik “ödeme gücü
ilkesine göre vergilendirme” ile bu sorunu çözebilmek mümkün değil.
“Vergi mükellefi parası” kavramını
kullandığımızda ve bunu ödeme gücü ile ilişkilendirdiğimizde aslında,
1960-1970’lerin popülizmini de sürdürmüş oluruz.
Zira bu popülizm büyük çoğunluğun
azınlık bir grup zengin tarafından ödenen vergiler ile fonlandığı ya da fonlanacağı
fikrini temel alıyor. Tersini düşünmüyor. Yani “büyük çoğunluğun azınlığın
zenginliğini yarattığı” gerçeğini inkâr ediyor.
VERGİ SAYILMAYAN ÇOK SAYIDA MALİ YÜKÜMLÜLÜK MEVCUT
O halde kavramı genişletmek gerekiyor.
Kaldı ki bunun maddi temeli de mevcut. Çünkü ekonomi sadece vergilerle
dönmüyor.
Vergi mükelleflerinin yanı sıra
toplumda; örneğin her hangi bir geliri olmayan ev kadınları, çocuklarına bakan
anneler, konut kredisi, ihtiyaç kredisi ya da kredi kartı borcunu ve faizlerini
ödeyen borçlular, kira ödeyen kiracılar, doğrudan fiyatlama yani ücretlendirme
yoluyla yol-köprü geçiş ücreti, ilaca katılım payı, harç, elektrik, su faturası
ödeyen tüketiciler ve emeğini karşılıksız olarak sunan askerler ve piyasadaki
ücretlerin üçte biri fiyatına, sosyal güvenceden yoksun bir biçimde ve çok daha
uzun saatler çalıştırılan Suriyeliler gibi sayıları milyonları bulan kesimler
de ekonomiye katkı veriyor.
Ayrıca devlet faaliyetleri, önce vergi
gelirlerine bakıp, sonra kamu harcaması yapmak biçimde yürütülmüyor. Tersine
önce kamu harcaması planlanıyor ve bu harcamalar; vergileme başta olmak üzere,
para basma, kamusal hizmet fiyatlaması, borçlanma ya da özelleştirme gibi
faaliyetlerle finanse ediliyor.
Kısaca kamu finansmanında asıl olan
kamunun parasıdır. Yani bir ülkenin ulusal parası (toplanan vergiden bağımsız
bir biçimde) devletin elindeki kullanabileceği bir imkândır, kamunun parasıdır.
Nitekim ulusal paranın üzerinde hiçbir zaman bir vergi mükellefinin imzası yer
almazken, devleti temsilen politikacıların ya da bürokratların imzası olur.
Ayrıca para zenginlerin ağaçlarında
yetişen bir şey olmadığından, devlet parayı “zenginlerin ağaçlarından
toplamaz”. Devlet parayı basar. Kendi parasını basma yetkisi olmayan bir
devletten de söz edilemez. Kısaca kamu harcaması yapmak için devletin özel
sermayeye mutlak bir bağımlılığı da yoktur.
VERGİ MÜKELLEFİNİN PARASI YERİNE KAMUNUN PARASI
Bu nedenle de belki de, Thatcher’in
sözünü tersine çevirmek gerekiyor: “Vergi mükellefinin parası diye bir şey
yoktur, kamunun parası vardır” ve bu para sadece vergi mükellefleri için değil,
tüm toplum, yani kamu için ve adilce harcanmalıdır. Çünkü hepimiz kamunun birer
parçasıyız ve onun hizmetlerinden adaletli bir biçimde yararlanmayı hak
ediyoruz.
Özcesi, kamusal hizmetlerden
faydalanmayı vergi ödeme koşuluna bağlamak büyük haksızlık ve adaletsizliğe
neden olabilir. Bu yüzden de ödediğimiz ya da ödeyemediğimiz vergiden ya da
vergi mükellefiyetinden bağımsız olarak, ekonomik ve demokratik haklarımızı
talep etmeliyiz ve bu haklarımızı sonuna kadar savunmalıyız.
Kamusal hizmetlerin finansmanına böyle,
geniş kapsamlı “kamunun parası” perspektifinden bakmak; emek ve özgürlüklerden
yana olası bir iktidara işsizlik, yoksulluk gibi çok önemli sorunlarla baş
etmede kullanabileceği çok sayıda yeni politika aracını da sunabilir.
DİP NOTLAR:
(1) Gelir idaresi
Başkanlığı Faaliyet Raporu 2018, s. 156-157.
(2) Agr.
(2) Agr.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder