7 Eylül 2019 Cumartesi

RANT-KÂR İLİŞKİSİ ÜZERİNE BİR NOT



RANT-KÂR İLİŞKİSİ ÜZERİNE BİR NOT

Mustafa Durmuş

7 Eylül 2019


Son yıllarda Türkiye’de de ‘rant’ kavramı, giderek ‘kâr’ kavramının yerine ve önüne geçer bir biçimde kullanılmaya başladı.

Özellikle de devletle bağlantılı olarak yürütülen büyük emlak-konut ve bazı alt yapı projelerinden elde edilen gelirler ve bir kısım finans geliri (başta faiz olmak üzere)  rant geliri olarak tanımlanıyor.

Buradaki sorun, bu gelirlerin kârdan bağımsız bir biçimde, adeta ayrı bir bölüşüm kategorisi olarak ele alınması. Böyle bir ayrıştırmanın sonucunda burjuvaziden özerk bir ‘asalak rantiye sınıfı’nın var olduğu kabul ediliyor.

Tüm bunlar bölüşüm konusuna Sol’dan bakanların bir kısmında bir kafa karışıklığına neden oluyor. Öyle ki burjuvazi arasında “iyi burjuvazi” ve “asalak/kötü burjuvazi” ayırımı yapılarak, sözde iyi burjuvazinin de sistemin mağduru olduğu dahi ileri sürülebiliyor. Örneğin sosyal demokratlar tarafından  üretimin desteklenmesi anlamında (emek sömürüsü gerçeği inkar edilerek), bu sınıfın desteklenmesi gerektiği ileri sürülüyor.

A. SMITH: KÂR-ÜCRET-RANT

Burjuva iktisadının kurucusu olduğu kabul edilen Adam Smith kapitalist bir ekonomideki gelirleri: Kâr, ücret ve rant kategorisi biçiminde ayıran ve bunların her birinin farklı sınıflara denk düştüğünü ileri süren ilk iktisatçıydı.

Yani Smith klasik dönemin aydınlanmacı okulunun hedef tahtasındaki egemen sınıf olan toprak sahipleri sınıfının gelirlerine ‘rant’, diğer iki sosyal sınıfın gelirlerine de ‘kâr’ (kapitalist) ve ‘ücret’ (işçi) adını veriyordu.

Ona göre kapitalist toplumda bir malın mübadele değeri de üç bileşenin kattıklarının toplamından (Ücret + Kâr+ Rant) oluşuyordu. Bu mübadele değeri sonuçta malın fiyatını belirliyordu.

Böylece Smith sözcülüğünü yaptığı sanayi burjuvazisinin üretilen değere katkıda bulunan bir sınıf olduğunu ileri sürerken, aynı zamanda emek sömürüsü olgusunu da görmüyor ya da görmezden geliyordu.  

Emek sömürüsü ya da bilimsel adıyla artı-değer sömürüsünü ortaya çıkartmak işi ise ondan 60-70 yıl sonra, işçi sınıfının yanında yer alan eylemci bir düşünür, ekonomi politikçi Karl Marx’a kalıyordu.

NEO-KLASİKLER: ÜCRET-KÂR

Klasik burjuva iktisadındaki en derin kırılma Neo-klasikler olarak da bilinen ve 1870’lerden itibaren ana akım haline gelen Marjinalist Okul’un ortaya çıkışı sırasında yaşandı.

Bu okulun içinden gelen Kolombiya Üniversitesi’nden Prof. Clark, 1890 yılında toprak ve fiziki sermaye kavramlarını birleştirdi ve böylece sermaye, toprağı da içerecek bir genişlikte yeniden tanımlanarak rant gelirleri kâr kategorisi altında toplandı.

Bunda kuşkusuz, toprak sahibi sınıfın giderek erimesinin ve dönemin finans kapitalinin bu toprakları eline geçirerek “rant” gelirlerinin yeni sahibi olmasının payı büyüktü.
Böylece toprak mülkiyetinin sahipleri değişince bir zamanlar eleştirilen rant gelirleri yeni egemen sınıfın kârı içinde gösterilerek meşrulaştırılmış oluyordu. Yani artık burjuvaziye göre; kazanılmamış rant diye bir şey mevcut değildi, sadece meşru bir kâr söz konusuydu.

MARX:  RANT KÂRIN İÇİNDE

Üretim faktörü sayısının Neo-klasiklerce ikiye indirilmesi ve Marx’ın da analizlerinde iki faktörlü (emek ve sermaye) bir üretim modeli kullanmış olması kafa karıştırıcı olabilir. Nitekim Marx’ın modelinde de bölüşüm kabaca ücret ve kâr biçimde gerçekleşir.

Böylece Marx, dönemindeki dar kapsamlı haliyle rantı kâr kategorisi içinde ele alır. Ancak, Neo-klasiklerden farklı olarak (kârın kaynağının emek, artı-değer sömürüsü olduğundan hareketle) hem kârı, hem de rantı, ayrı gayrı meşru kabul eder.

Sonuç olarak, günümüzde artık daha ziyade finansal bir biçimde ortaya çıkan, ama Türkiye’de görüldüğü gibi arazi, emlak ve inşaat yatırımlarında toprakla bağını sürdüren rantı, bağımsız bir sömürü-gelir kategorisi olarak ele alıp, kavgayı da rant kavgası olarak nitelediğimizde A. Smith’in görüşlerine yakınlaşmış oluyoruz.

Nitekim son dönem Neo-Marksistler arasında oldukça popüler olan ‘Finansallaşma Hipotezi’, para sermayenin bütünüyle üretken sermayeden özerkleştiğini, emeği yüksek tefeci faizleri aracılığıyla sömürdüğünü ve sermayenin diğer fraksiyonlarını kendi imtiyazlı durumuna göre yeniden şekillendirdiğini ileri sürer.

Bu yaklaşım altında finansal kârlar artı değerin bir alt bölümü değildir, Emek- Değer Yasası da marjinal kalır.  Böyle olunca da Marksist ekonomi politiği Neo-klasik ve Keynesyen iktisattan esasta ayıran kârlılık kriteri bu ayrılıktaki önemini yitirir. Rant geliri olarak kabul edilen faiz, kârdan özerkleşir, ayrışır, üretim sürecinden kopar. Bu da ‘işçi’ ve ‘emek sömürüsü’ gibi kavramların analizlerde giderek daha az kullanılmasıyla sonuçlanır.

Diğer taraftan Emek-Değer Yasası’nın hala geçerli olduğunu kabul ettiğimizde, rantı üretim sırasında ortaya çıkan kârın bir parçası, onun bir türevi olarak görürüz ve Marx’ın görüşlerine yakınlaşırız.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder