‘DAR
KORİDOR’DA FUTBOL OYNANIR MI?
Mustafa
Durmuş
23
Aralık 2019
Şirin Payzın’ın Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nde
(MIT) iktisat profesörü Prof. Daron Acemoğlu ile yaptığı söyleşi (1) sosyal
medyada (özellikle de krizin sürmekte olduğu tespiti nedeniyle) ilgiyle karşılandı.
Söyleşinin asıl konusu Acemoğlu’nun Robinson ile
birlikte yazdıkları The Narrow Corridor (Dar Koridor) adlı kitabı (kitabı henüz
edinip okuma fırsatımız olmadı. Kitabın tam bir değerlendirmesini sonraya
bırakıyoruz). Söyleşi sırasında Acemoğlu küresel ekonomik ve politik gelişmelerden,
Türkiye ekonomisinin durumuna kadar birçok konuda görüşlerini açıkladı.
Payzın’ın “Çin’deki otoriter devlet- güçlü ekonomi ve Hong
Kong’daki protestoların nasıl yorumlanması gerektiğine” ilişkin sorusunu
Acemoğlu yeni kitabındaki ‘dar koridor’a referans vererek yanıtladı.
Ona göre, “kısa dönemde, Çin’de olduğu gibi, otoriter bir
devlet altında ekonomiyi büyütmek mümkün olabilir ama bu sürdürülebilir bir şey
değil. Refahı toplumca paylaşmayı sağlayan bir sürdürülebilir ekonomik büyüme
için güçlü devlet ile güçlü toplumun buluştuğu bir koridor oluşturulmak zorunlu.
Böyle bir dar koridorda güçlü devleti despotik uygulamalardan uzak tutacak olan
şey ise güçlü ve özgürlükçü bir toplumun varlığıdır”.
Son 30 yıldır gündemde olan neo-liberalizmin dünyadaki
eşitsizlikleri ve yoksulluğu artırdığı, iklim krizini derinleştirdiği bir
gerçek. Buna bir tepki olarak dünyanın birçok yerinde (Şili’den, İran’a) halk
hareketlerinin de ortaya çıktığı bir gerçek. Ayrıca neo-liberalizmin hegemonya
kaybettiği böyle bir dönemde Aşırı Sağ’dan, Merkez Sol’a ve Marksist Sol’a
kadar geniş bir yelpazede çözümlerin gündeme getirildiği biliniyor.
‘DAR
KORİDOR’DAKİ ‘DÜZENLENMİŞ-İNSANCIL KAPİTALİZM’
Öncelikle Acemoğlu’nun tarif ettiği dar koridordaki toplumsal
düzen “iyileştirilmiş, denetlenen, daha
özgürlükçü ve sosyal yönü ağır basan” bir ehlileştirilmiş, kısaca “insancıl (!)
kapitalizmden” başka bir şey değil.
Ancak bunun yeni bir öneri olmadığının da altını
çizmek gerekiyor. Nitekim en son ABD’li iktisatçı Stiglitz bunu dillendirmişti.
Stiglitz’e göre asıl sorun kapitalizmin kendi değil, küreselleşmenin de
etkisiyle onun uğradığı değişim. Dolayısıyla da (ona göre) kapitalizmi karşısına
alacak radikal çözümlere değil, onu ehlileştirecek demokratik reformlara
ihtiyaç var.(2)
Ona
göre şu ana kadar iki yol denendi ve başarısız kaldı: Aşırı sağ-milliyetçi
otoriterlik (Trump vb), neo-liberalizme insan yüzü yapıştıran sahte bir Merkez
Sol Reformizm (Clinton, Blair). Denenmesi gereken yol ise “İlerici Sol
Yaklaşım” ya da “İlerici Kapitalizm”dir.
Stiglitz’e
göre, bu yolun dört ilkesi olmalı:
(i)
Piyasalar, devlet ve STK’lar arasındaki denge yeniden kurulmalı. Böylece
piyasaların neden olduğu düşük ekonomik büyüme, artan eşitsizlikler, finansal
istikrarsızlık, ekolojik tahribatlar gibi sorunların önüne geçilebilir. Bu
sorunlar tek başına piyasaların çözebileceği sorunlar olmadığından devlet uygun
araçlarla buna müdahale etmeli.
(ii)
Piyasaları hukukun üstünlüğü kuralı çerçevesinde denetlemek (böylece haksız,
rantçı büyümeyi önlemek) gerekli.
(iii)
Piyasalardaki tekelleşme ile mücadele edilmeli. Bunun için işçi sendikaları
güçlendirilmeli.
(iv) Ekonomik güç
ile politik güç arasındaki bağ kopartılmalı, demokrasi tabana yayılmalı.
Kısaca
Stiglitz’in önerileri Acemoğlu ve Robinson’un “Dar Koridor’unun geniş açılımı
niteliğinde.
HEDEF KAPİTALİZMİ KRİZİNDEN ÇIKARTMAK
Aslında
her iki iktisatçı da esas olarak, devlet düzenlemelerinin, denetimlerin,
kapitalist girişimlerin mülkiyet biçiminin ve piyasaların karşısında
planlamanın önemi gibi makro düzeydeki meselelere odaklanıyor. Buna karşılık kapitalizmin
sosyal sınıflara bölünmüş karakteri, emek sömürüsü, diğer ezme ve ezilme
biçimleri ve bunların yol açtığı önemli sosyal sorunları ihmal ediyor. Oysa emek
sömürüsünden kurtulabilmek için, son tahlilde kapitalist ile işçi arasındaki
temel çatışmaya neden olan ücretli emek sistemine son verilmesi gerekiyor.
Her
ikisi de iktisadi krizlerin sonlandırılarak kapitalizmin daha “etkin ve adil”
bir ekonomik büyümeyi sürdürebilmesiyle ilgileniyor. Nitekim Acemoğlu daha önce
de Türkiye’de “yapısal reformların hayata geçirilmesiyle birlikte Türkiye’nin
krizinden çıkabileceğini” ileri sürmüştü.
Acemoğlu,
bir başka makalesinde (3) bir üretim tarzı olarak kapitalizmi reddetmeden (onun
demokratik bazı reformlarla ve hayatımızda yapacağımız değişikliklerle)
ilerletilmesi ve küreselleşme ve otomasyondaki gelişmelere karşı ekonomide
gerekli uyarlamaların yapılmasını önermişti.
Her
ikisinin de göremediği ya da görmek istemediği gerçekse; hem kapitalist, hem de
etkin, adil ve doğa ile uyumlu bir toplumun oluşturabilmesinin imkânsız olduğu.
GÜÇLÜ DEVLET, GÜÇLÜ TOPLUM BİR ARADA
OLUR MU?
“Güçlü bir
devlet ile güçlü bir toplumun” dar bir koridorda (aynı anda) var olma fikri
Acemoğlu ve Robinson’un kitabının ana teması. Yazarlara göre “hem güçlü bir
devlete sahip olabilir, hem de (aynı zamanda) güçlü bir toplum olabilirsiniz”. Acemoğlu
aslında söyleşide, tarihte bunun örneğinin neredeyse hiç mevcut olmadığını da
belirtirken, bu fikrin ütopikliğini de ortaya koyuyor.
Bu bakış açısı altında, kapitalist toplumun başta
emek-sermaye çelişkisi olmak üzere, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, farklı
ulus, etnisite ve kimlikler, inançlar arasındaki eşitsizliklerle var olduğu
gerçeği inkâr ediliyor. Bunca (her türden) ezme ve ezilme ilişkisi ve sömürü
biçimi mevcut iken, devletin kendini bunların dışında tutabilmesi ya da bu çelişki
ve çatışmalara kayıtsız kalabilmesi mümkün değil. Sınıfsal bir bakış açısına
sahip olmayan bir ana akım iktisatçı için böyle bir eklektizm doğal
karşılanmalı. Çünkü devletin sınıflar üstü bir organ olduğu kabul ediliyor.
İşin gerçeği nasıl ki daracık sokaklarda futbol
oynamak çok zorsa, sözü edilen dar
koridorda güçlü devlet ve güçlü toplumun bir arada dengeli bir biçimde bir
arada olması da o kadar zor. Bu sadece koridorun darlığından değil, devletin
toplumu oluşturan sınıflar karşısında (istisnai durumlar dışında) özerk
kalamamasından ve bazen de yukarıdan aşağıya toplumu istediği yönde
biçimlendirmek istemesinden kaynaklanıyor.
Gerçek hayatta ikisinin bir arada güçlenmesinden ya da
zayıflamasından ziyade, örneğin bunlardan birinin diğerini zayıflatarak güçlendiğini,
yaşayarak deneyimliyoruz.
Buradaki hakiki çözüm siyasal olanın toplumsallaşması
ve toplumsal olanın siyasallaşması biçimindeki bir çözüm. Ancak böyle olduğunda
toplumu gerçekten özgürleştirebilmek mümkün olabilir.
FİNANSAL
KRİZ RİSKİ SÜRÜYOR YA DEVLET MALİ KRİZİ?
Acemoğlu Türkiye’de (doğru bir tespitle) ekonomik
krizin henüz bitmediğini ve bir-iki yıl daha sürebileceğini ileri sürüyor. Bu
tespitte şirketlerin döviz cinsinden olan borçlarındaki devasa artışların şirketlerin
ve bankaların bilançolarında yarattığı olumsuzluklara dikkat çekiyor. Kısaca Acemoğlu
daha ziyade bir finansal kriz riskinin sürdüğünün altını çiziyor.
Doğru ama eksik bir çözümleme. Çünkü en az bankacılık sektörü kadar
(özellikle de kamu bankaları) kamu sektörü de bir kriz sarmalına girmiş
durumda. Bunun nedeni de çok hızlı bir
biçimde artan bütçe açığı/Hazine nakit açığı ve kamu borçları. Yani ciddi bir devlet mali krizi riski var. (4)
Ayrıca resmi olarak dahi yüzde 14’e dayanmış ve giderek artmakta olan işsizlik
oranı artık krizin sadece ekonomik değil, sosyal bir kriz haline dönüştüğünü de
gösteriyor.
Devlet mali krizi bugün asıl olarak çok hızlı artan askeri
harcamalar ve KÖİ projelerinin getirdiği koşullu ve doğrudan yükümlülüklerden
ve Hükümetin toplamaktan vazgeçtiği ve önümüzdeki yıl yaklaşık 196 milyar lirayı
bulacak olan vergi geliri kaybından (5) kaynaklanıyor. Suriye’deki savaşın
neden olduğu ve sayıları neredeyse 4 milyonu bulmakta olan mültecilerin bütçeye
etkileri ise henüz tam olarak hesaplanabilmiş değil.
Bunlar analize dâhil edildiğinde devlet ya da hükümet de
sorgulanmış olur ki Acemoğlu’nun böyle bir niyeti ya da perspektifi yok. Bu da kriz
analizinin finansal olmaktan ziyade finansal kriz ile sınırlı kalmasıyla
sonuçlanıyor.
SORUN
VERİMLİLİK AZALMASI MI, ADALETSİZ BÖLÜŞÜM MÜ?
Acemoğlu’nun Türkiye’deki ekonomik krizin bir diğer nedeni
olarak son 10 yılda verimliliklerin artmamasını göstermesi yine eksik bir
tespit. Kendisine “zenginlerden servet vergisi alınmasının doğru olup olmadığı”
sorulduğunda, “bunun ekonomik gelişmeye bir katkı sağlamayacağı, bunun yerine verimliliklerin,
dolayısıyla da üretkenliğin ve üretimin artırılmasına odaklanılması gerektiğini”
savunuyor.
Bilindiği gibi ana akımda verimlilik, emek gücü verimliliği olmaktan ziyade (Acemoğlu’nun
da benimsediği gibi), Toplam Faktör Verimliliği (TFV) olarak tanımlanır. Bu
aslında bir tür yanıltmadır. Çünkü bu tanım altında emeğin değer üzerindeki
belirleyici rolü gizlenir ve asıl olarak teknolojinin ya da sermaye
yatırımlarının çıktıyı-üretimi artırdığı (verimlilik) ileri sürülür.
Oysa hem sermaye, hem de teknoloji yatırımları, emek
gücünü daha verimli çalıştırdığı sürece çıktıyı artırır. Bu nedenle de esas
olan emek gücü verimliliğidir.
Bu bağlamda hem teknolojik gelişmeler, hem ar-ge
harcamalarındaki artış, hem de son dönem sıkı çalıştırma pratikleri dikkate alındığında,
son 10 yıldır ülkede emek gücü verimliliğinin artmadığını ileri sürmek, hem
gerçek dışı bir tespit, hem de işçi
sınıfına karşı haksızlık olur.
Ekonomik büyüme ile ilgili sorun, hem sermayenin
inşaat gibi verimlilik artışını tam olarak yansıtmayan, daha ziyade rant
yaratan sektörlere akmış olması, hem de (asıl sorun) emek gücü verimliliği
artarken, işçilerin reel ücretlerindeki artışın bunun çok gerisinde kalması. Bunun
da talep yönlü olarak ekonominin büyümesini yavaşlatmış olması. Yani sorun asıl
olarak verimlilik yavaşlamasından değil, bu verimlilik artışının nemasının adil
paylaşılmamasından kaynaklanıyor.
EŞİTSİZLİKLERİN
TEK NEDENİ KÜRESELLEŞME VE TEKNOLOJİDEKİ DEĞİŞİM Mİ?
Söyleşide yer aldığı gibi, küresel eşitsizliklerin tek
başına küreselleşme ve teknolojiye (otomasyon) ayak uyduramama (6) ile açıklanması da tam
olarak gerçeği yansıtmıyor. Üstelik böyle bir açıklama, sistem olarak
kapitalizmi, emperyalist sömürüyü ve bunun bir aracı haline gelmiş olan
devletleri aklıyor. Ancak böyle bir bakış açısının Acemoğlu’nun da benimsemiş
olduğu neo-klasik iktisat ideolojisinin bir gereği olduğunun altını çizelim.
Oysa eşitsizliklerin temel nedenleri: Birincil bölüşüm
sırasında ortaya çıkan emek (artı-değer) sömürüsü ve devlet eliyle uygulanan
sermaye yanlısı vergi/bütçe politikaları ve harcama politikaları. Ülkenin geri
kalmışlığını ise emperyalist sömürüyü dikkate almaksızın açıklayabilmek imkânsız.
Teknolojideki gelişmeler ve küreselleşmenin etkisi bu eşitsizlikleri daha da
artırmakla sınırlı.
KURUMSAL
BOZULMA VE YOLSUZLUKLAR VURGUSU YETERLİ Mİ?
Sistemik eleştiriler yapılmayınca, doğallıkla eleştiriler
“kurumsal bozulmaya” ve “yolsuzluklara” indirgeniyor. Bu tespitler de doğru ama
bir kez daha eksik. Çünkü sorun ciddi anlamda bir sistem sorunu ve müesses
nizam ile yüzleşmedikçe bu sorunları ortadan kaldırabilecek hakiki çözümler üretebilmek
mümkün değil.
Bu yüzden de söylenebilecek en ileri şey “toplumun
özgüveninin ve özgürlüğünün artmasının gerekliliği” oluyor. Bu sözlerin cesurca
söylenmiş sözler olduğunun ve küçümsenmemesi gerektiğinin altını çizerek söylenmesi
gerekeni biz söyleyelim:
Çözüm radikal bir biçimde paradigma değişikliğidir.
Yani demokratikleşme, katılımcı-çoğulcu yeni bir anayasa ve işçi sınıfı ve
diğer emekçi kesimlerin ve tüm ezilenlerin örgütlülüğünü güçlendirecek,
koruyacak radikal yasal düzenlemelerdir.
ACEMOĞLU
YENİ DÖNEMİN YENİ ‘DERVİŞ’İ OLUR MU?
Son olarak, herkesin yanıtını merak ettiği soruyu
yanıtsız bırakarak, kapının tam kapanmadığı izlenimini de verdi bu söyleşide
Acemoğlu. Soru Babacan’ın kurmakta olduğu yeni partide (çünkü adı bir süredir
bu parti ile anılıyor) yer alıp almayacağı idi. “Evet” ya da “Hayır” demedi. “Türkiye’nin
hem sosyal, hem de siyasal olarak yeniden şekillenmesi gerekir” diyerek, kapıyı
da tam olarak böyle bir olasılığa kapatmadı.
Geçmişte iktidar partisi AKP de ekonomi yönetiminde
yer alması için benzer bir çağrıyı yapmış, Acemoğlu bunu geri çevirmişti.
Umarız, ülkenin ekonomik krize sürüklenmesinin ana nedeni olan neo-liberal
ekonomi politikalarının uygulamasından birinci derecede sorumlu birinin kurmakta
olduğu partiye katılmaz. Çünkü 2001 krizi sırasında ABD’den getirtilerek
bugünkü ekonomi politikalarının özünü oluşturan Güçlü Ekonomiye Geçiş
Programını tasarlayan trajik bir Derviş
deneyimi var yakın belleğimizde.
Bu durum bir daha gerçekleşirse, bize de Marx’ın şu
sözünü hatırlatmak düşer: “İlkinde trajedi, ikincisinde komedi olur…”
DİP
NOTLAR:
(1) https://t24.com.tr/video/prof-daron-acemoglu-ekonomideki-kriz-1-2-yil-surecek-uretkenlik-sifir-yapay-cozumlerle-olmaz-toplumun-ozgurlugu-sesi-ve-ozguveni-artmali
(20 Aralık 2019).
(2) Joseph
E. Stiglitz, “After Neoliberalism”, https://www.project-syndicate.org (30
May 2019).
(3) https://www.project-syndicate.org/commentary/why-universal-basic-income-is-a-bad-idea-by-daron-acemoglu
(7 June 2019).
(4) http://mustafadurmusblog.blogspot.com/2019/12/2020-butcesi-uzerine-bazi-notlar-1
(5 Aralık 2019).
(5) http://mustafadurmusblog.blogspot.com/2019/12/2020-butcesi-uzerine-bazi-notlar-2 (8
Aralık 2019).
(6) https://t24.com.tr/video/prof-daron-acemoglu
(20 Aralık 2019).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder